• İstanbul 16 °C
  • Ankara 20 °C

Yazarlarımızla Hasbihal: Sulhi Ceylan

Yazarlarımızla Hasbihal: Sulhi Ceylan
Sulhi abi, yıllar önce yazdığın bir şiirinde “beni yanlış anla ya da anla” demiştin. Ne zamandan beri anlaşılmamaktan yakınıyorsun? Gerçekten yanlış da olsa anlaşılmayı bu kadar çok istiyor musun hâlâ?

Anlaşılmamanın örtüsünü kaldırdığımızda altında derin bir yalnızlıkla karşılaşırız. İnsanı bitirir bu yalnızlık ve bu sebeple kendini anlayan birilerini arar, aramak zorundadır. Ontolojisi, bunu gerektirir. Evet küsmek de bir çözümdür ama bu çözüm insanı bir yere vardırmıyor. İnsan, -itiraf ediyorum- insana muhtaçtır. Kadın erkeğe, erkek de kadına muhtaçtır demiyorum. İnsan kendini anlayan birine ve mümkünse anlamanın en az bir basamak üstüne çıkabilen birine muhtaçtır. Anlaşılmak bir nasip ve çok az kişiye denk geliyor. Bu yüzden biz acizler de, anlaşılmamayı dahi kabullenebiliyor ve bir muhatap bulmanın neşesine razı oluyoruz. Kimse beni anlamıyor demiyor, bilakis genelde hepimizi birbirimizi anlamıyoruz diyorum. Tümel bir sorundan dert yanıyorum. Tabii bazılarımız çeşitli örtülerle bu isteği bastırabiliyor ve bu sayede de mutlu bir şekilde yaşıyor. Ama bunun aması var! Ayrıca anlaşılmamayı da “anlam” kümesinin bir elemanı olarak görürsek dediğim daha iyi anlaşılacaktır.

Anlaşılma ümidiyle mi yazmaya başlamıştın? Bize yazma serüveninin nasıl başlayıp geliştiğini anlatır mısın? Edebifikir’den önceki süreci merak ediyorum.

Hangi saikle yazmaya başladığımı açıkçası hatırlamıyorum ama anlaşılma olmasa bile fark edilme isteği olabilir. Bu da insani bir ihtiyaç. Fark edilmek gibi bir çocuğumuz var. Gerçi çocuklarımız çok ama biraz bundan bahsedeyim. Fark edilmenin, insana yaşadığını duyumsatan bir yönü sözkonusu. Yaşadığımızı hissetmemiz gerekiyor ve tek sermayemiz kendimiz. O halde bu “kendi”yi öne çıkarmalıyız. Yazmak da fark edilmenin bir süreği. Her hareketimizin altında bir “ben” var. Bu “ben”i büyütmekle geçiyor günler. O kadar bariz ki görünmez hale gelmiş. İnsan, kendinin körüdür derken biraz da bunu kastediyordum.

Edebifikir’den önce yoğun bir okuma dönemi vardı. Sabah akşam kitap okuyordum. Üniversite günlerim genelde böyle geçti. Hatta sınav günleri ders kitabı haricindeki kitapları bilhassa okurdum ve çok hoşuma giderdi. Sanırım okulun uzamasında bir rolü yoktur!

Üniversite hayatım, en yoğun kitap okuduğum döneme denk geliyor yani. Ne bulursam okuyordum diyebilirim. Öncelikle de tasavvuf klasikleri ve Necip Fazıl’ın eserleri… Sonra İbn Arabi hazretleri ile tanıştım ama okuduklarımı anlamıyordum. Anlamamak ise kitaplarını daha cazip kılıyordu. Israrla okumaya devam ediyordum. Baktım olmayacak, İbn Arabi öncesi tasavvuf kitaplarını iyi özümsersem belki anlayabilirim dedim ve klasikleri hatmetmeye başladım. Bir de Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Doğu Klasikleri” serisinin neredeyse tamamını okudum öğrencilik yıllarında. Yeşil küçük kitaplar, bilirsiniz. Fiyatları da çok ucuzdu. Yayınevine her hafta gider bir poşet kitap alırdım. Arada Eflatun’un eserlerini de aldığım olurdu. Diyaloglarının tamamını almıştım ama hepsini okuyamadım diye hatırlıyorum.

Devamı: https://www.edebifikir.com/roportaj/yazarlarimizla-hasbihal-sulhi-ceylan.html

Bu haber toplam 166 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim