Bu kuşak, "kaba kemalizm"le arasına mesafe koymuş gibi görünse de, kemalizm'in ilk kez inşa etmeyi başardığı monolitik, sterilleştirilmiş entelektüel ve edebî vasat'ı tek başına tepe tepe "kullandığı", geleneğin güçlü ve köklü damarlarını insafsızca ve iz'ansızca kuruttuğu için Türkiye'de o zamanlarda gelenekten beslenen yeniden yeşeren "güçlü" entelektüel, edebî ve sanatsal duyarlıklara, algılama biçimlerine algı kapılarını kapatmıştı. Poetik kaygılarla mı, politik kaygılarla mı, peki?
Bu steril vasat, bir yandan, seküler muhayyile biçimlerinin önünü sonuna kadar açarken ve Türk edebiyatını, çoklukla Batı'dan devşirilen formların tahakkümüne "kapatırken", öte yandan da, hem ithal kaynaklara dayanması, hem de derin nefes alabileceği çağlayanı andıran devâsâ bir kaynağı yitirmesi nedeniyle, kendi temellerini attığı edebiyat, sanat ve "düşünce" atılımının bir saman alevi gibi sönmesini de, çağdaş Türk edebiyatının, sanatının, -müziğinin, sinemasının- estetik ve entelektüel b/esin kaynaklarını kaybetmesini de hızlandırmaktan başka bir işe yaramadı.
Unutulduğunu söyleyerek yazıklandığım Ferit Edgü'nün -yine "dil ustası" cins adam Bilge Karasu'nun,'50 kuşağı yazarlarının çoğunun- yarın göreceği en "olumlu" fonksiyon, Türk edebiyatını, düşüncesini, sanatını çölleştiren "büyük yanlışlık"ın ya da "gerçek şakası"nın nerede ve nasıl yapıldığını gösterebilecek "iyi" bir arkeolojik müze işlevi görecek olmasıdır.
'50 kuşağının başarısı da, Türk edebiyatını sürüklediği dil'le -bu toprağın derûnî düşünce kaynaklarından kopararak- gerçekleştirdiği semantik intihar da, görünüşe bakılırsa, bu kuşağın yazarlarının, şairlerinin, öykücülerinin "dil"de gerçekleştirdikleri bir yenilikti/r! Şaşırtıcı; ama gerçek!
Bu yazarların dil'i, özünden, ruhundan, varedici kaynağından kopararak salt "anlamsız" bir "form"a, ruhsuz, kupkuru bir "form arayışı"na indirgemeleri, önceki -dikkat- İslâmcı kuşaklardan tevarüs edilen, "Batının ilmini alalım, ahlâkını atalım" klişesinde ifadesini bulan "norm-form" karşıtlığı şeklinde kurulan yanlış-algının ya da "gerçek şakası"nın bu kez bambaşka bir alanda aynen devam ettirilmesine yol açmıştır.
Dil'i düşünce'den, etiği estetikten ayıracak kadar düşünce ufukları sığ bir kuşağın edebiyatımızı getireceği yer, Heidegger'yen anlamda bizi tastamam yersiz-yurtsuzlaştırmak, "evsizleşmek", "dondurmak", edebiyat ve düşünce yolculuğumuzu büsbütün "durdurmak" olacaktı.
Oysa cins düşünür Wittgenstein, "dil, sadece taşıt değil, aynı zamanda, şofördür" demişti.
Eğer '50 kuşağı, Wittgenstein'ın yaptığı bu can alıcı tespitin farkında olmuş olsaydı, Tanpınar'ın yerinde gözlemiyle, Türk edebiyatını ve düşüncesini "intihar"ın eşiğine sürüklemekten, kaynaklarını kurutmaktan, edebiyat, sanat ve düşünce dünyamızı çölleştirmekten başka bir şey yap/a/madığını da görebilirdi.
"İslâmcı" "nevzuhûr" edebiyatçıların da, hâlâ put muamelesi yaptıkları "İkinci Yeni"de semantik intihar şeklinde kristalleşen sterilleşme ve çölleşmeyi görememeleri, Türkiye'nin "arkeolojik müzeler"e hâlâ doy/a/madığını gösteren tedirgin edici bir başka gerçek şakası gibi sanki!
Oysa edebiyatta ve düşüncede Sezai Karakoç'un açtığı derûnî çığırın, sinemada Semih Kaplanoğlu'nun en az 50 yıl ötesine yerleştirdiği sınır'ın kodlarını Şeyh Galib'e, Bâkî'ye, Fuzûlî'ye, Yunus'a, İbn Arabî'ye kadar giderek hecelemeye, çözmeye başladığımız an, "taşıt"ın da, "şoför" olmanın da ne demek olduğunu idrak edebileceğiz. İşte ancak o zaman steril politik'in izdüşümü "poetik" "arkeolojik müze"lerin ne işe yaradığını kavrayacak, herkese hakkını vererek herkesi hak ettiği yere yerleştireceğiz.
13.11.2011 Yeni Şafak






























Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.