Ama bugün öyle mi, peki? Sanatın, herşeyleşerek hiçbirşeyleştiği, -Walter Benjamin'i, sanatın "bittiği" fikrine götüren- bir işle/yi/m'e, yalnızca teknolojik üretime dönüştüğü, kitlelerce salt tüketim nesnesine dönüştürüldüğü, hayattan koptuğu, hayattan koptuğu ölçüde hakikatten koptuğu, kendisini de, hayatı da, hakikati de anlamsızlaştırdığı ve bitirdiği bir zaman aralığında, sanat, kendi hakikatini de yitirdi: Yalnızca anlamsızlık üretiyor artık; anlamsızlığı çoğaltma işlevi görüyor: Sanat, sanatı öldürüyor yani.
Oysa sanatın özünde sahicilik gizlidir: Sanat, sahiciliğini yitirdikçe biter, ruhunu yitirir ve hayatımızdan çeker gider: Bu kaçınılmaz bir kuraldır; sanatın varoluş kuralı.
Sanatın sahiciliğini yitirmemesi için, hayatla doğrudan irtibat kurabilmesi şarttır; hayatla doğrudan irtibat kurabildiği ölçüde, sanat, doğurganlaşır; hayatla doğrudan irtibatını yitiren sanat, durağanlaşır, donuklaşır; kendisi donmaktan, hayatı da dondurmaktan kurtulamaz.
İnsan, kendinde giz'lenen varlık ve hakikat hazinesinin gizemini çözme çabasını ıskalayan bir yokoluşlar dehlizine sürüklendiği için, sanatın özündeki, ruhundaki sahicilik boyutunu da yitirdi çağımızda. Sanatla hayat arasına kapatılamaz bir sınır çizgisi çekti ve sanatla hayat arasındaki o koparılamaz irtibatı koparıp attı.
Sonra da putlaştırdığı akılcılığın-bilimciliğin bunaltıcı, ruhsuzlaştırıcı hurafelerinden kurtulmak için sanata kapağı attı ve bu kez, sanatı araçsallaştırdı / putlaştırdı; yokoluş serüvenini aşma sürecinde kurtuluşu sanatın omuzlarına yükledi: Sonunda sanat, patladı; isyan etti buna ve bitti-gitti.
Bu gerçeği en iyi kavrayan cins adamlardan biri Umberto Eco'ydu. O yüzden, çağdaş göstergebilimin babası, bilge adam Eco, Columbia Üniversitesi'nde, bir film göstergebilimi dersinde, öğrencilerle Casablanca filmini işlerken, filmi sessizce izlerler sonuna kadar hepbirlikte. Ama Eco, filmin sonunda beklenmedik bir "hareket çeker" öğrencilerine: Filmde, kahramanın söylediği şarkıyı, yüksek sesle söylemeye başlar, birdenbire; öğrenciler de ona eşlik ederler seve seve. Böylelikle, sanatla hayat arasında bir ortak yaşama alanı inşa eder Eco: Sanattan hayata giden bir yol döşer.
İslâm, sanatla hayat arasındaki ilişkiyi, birbirini besleyen, vareden bir ilişki olarak belirlemiştir: Sanat, hayatın ve insanın aynası işlevi görmek yerine, hayata ve insana hakikatin aynasını tutabilmeli, insan, sanat eserinde, -tıpkı kendinde ve hayatta olduğu gibi- hakikatin izlerini sürebilmeli ve gizlerini çözebilmelidir: Zira sanat, hakikatin hakikatinin, dolayısıyla insanın ve hayatın hakikatinin kavranmasına katkıda bulunduğu ölçüde hayat yaşanabilir, insan da hayatı yaşabilir özellikler kazanabilir: İşte o zaman sanat da, hayat da birbirini besleyebilir ve insanın, anlamın ve hakikatin izini sürme yolculuğuna hikmet yüklü, sahici katkılar sunabilir.
Sanatla hayat arasındaki bu kopmaz, birbirini besleyen, vareden, çoğaltarak zenginleştiren irtibatı, âlemlerin övüncü Peygamberimiz (sav), şiir hakkındaki bir hadis-i şeriflerinde enfes bir şekilde şöyle izah eder bize: Şiir, insana, hayatın ve varlığın kendini ifşa etmesine aracılık edecek bir ruh üfleyebiliyorsa, Rahman'ın rahmet nefesi olabiliyorsa, şiirdir, hâs şiirdir; övülür ve sevilir.
Eğer şiir, insanı, kötülüğü emreden nefsinin karanlık, ayartıcı dehlizlerine hapsediyor, şeytanın sesi ve iğvalarının malzemesi oluyor ve insanı, hem kendi hakikatinden, hem de hayattan uzaklaştırıyorsa, şiir değildir; hâs şiir değil, "ham" şiirdir; bu şiir, yerilir ve reddedilir.
Yeri geldi, neden çekinmeli, öyleyse söylemeli: Nietzsche'ye, Deccal'de, "bizim kültürümüzle karşılaştırıldığında bizim kültürümüzden daha yüksek bir kültür olan İslâm kültürüyle savaşmak yerine onun önünde diz çökmeliydik" dedirten şey, yine onun deyişiyle, "İslâm'ın hayata 'evet' diyor olması"ydı işte.
Geçtiğimiz Pazar günü Altunizade Kültür Merkezi'nde şâir Nurettin Durman'a Vefa gecesinde, şiirin nasıl hayat ve ruh bahşeden bir hakikat olduğu gerçeğini iliklerimize kadar yaşadık. Soluk soluğa yaşadığımız, hiç bitmesin istediğimiz, su gibi aziz ve leziz bir geceydi; su gibi akıp gitmiş, üç saat boyunca hepimizi zenginleştirmiş, kendimizden geçirerek kendimize getirmişti; tersi de geçerliydi bunun, elbette, aynı ölçüde: Kendimize getirerek kendimizden geçirmişti.
Dostları, arkadaşları, öğrencileri, Nurettin Durman'ın sahici şiirinin, katışıksız, arı, duru mümin şahsiyetinin diriliğini ve enginliğini yansıtan nezih ve nefis bir gece armağan ettiler geceye iştirak eden kişilere. Nurettin Durman'da masumiyetin, tevazunun, samimiyetin, sadeliğin ve sahiciliğin asaleti şeklinde ete kemiğe bürünen, engin bir ruh üfleyen şiirin/in, bizatihî şiir'e dönüşen, Nurettin Durman'ın saf şiir hâlinde tezahürünün sahici havasını soluttular bize, oradaki herkese.
Bu nefis geceyi Türkiye Yazarlar Birliği ve Üsküdar Belediyesi adına düşünen ve düzenleyenlere, özellikle de Özcan Ünlü ve Adem Turan kardeşlerime sonsuz teşekkürler...
26.02.2012 Yeni Şafak































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.