• İstanbul 15 °C
  • Ankara 8 °C
  • İzmir 16 °C
  • Konya 9 °C
  • Sakarya 14 °C
  • Şanlıurfa 17 °C
  • Trabzon 17 °C
  • Gaziantep 11 °C
  • Bolu 9 °C
  • Bursa 12 °C

Yusuf Kaplan'dan: Sinema-medeniyet ilişkisi ve algılama sorunları

Yusuf Kaplan'dan: Sinema-medeniyet ilişkisi ve algılama sorunları
"Sinema" tartışmasına Fatih Özgüven'in de girmesine sevinmiştim: Böylelikle bu tartışmanın, hem iki "kesim" arasında örülen "duvarlar"ın yıkılmasına, hem de "düşe kalka", "kafa göz yara yara" bir yerlere doğru sürüklenen, nereye, niçin sürüklendiği konusu

Elbette ki, her yazarın kendine özgü bir tarzı olabilir. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Ama sorun biraz da buradan kaynaklanıyor aslında: Fatih Özgüven, mütevazi biridir; ama yazı tarzı, söylemini de, "eylem"ini de, -istemese bile- kibre kurban ediyor: Hem muhatabını dar şablonlarla tanımlama arzusunu gemlemesini önlüyor; hem de söylenen onca "söz"ün içini boşaltarak, fikri de kurban ediyor. O yüzden, Özgüven'in benimle ilgili hiç de şık olmayan "parodik" tanımlamalarına değinme gereği bile duymadım.

Özgüven, Gore Vidal'vârî fikri yok ederek "kibri" öne çıkaran bir humor tarzı yerine, Umberto Eco'vârî fikri çoğaltan, "diyalojik konuşma"ya imkân tanıyan bir ironi'yi tercih etse, böylesi bir konuşma zemin'i oluşabilir/di.

 

Sinema, Medeniyet ve Üç Algı Sorunu

 

Diyalojik, doğurgan bir konuşma zemininin önüne set çeken bir başka neden, hem sinemanın "politik" ve "poetik" sorunlarına ve "film dili"nin hangi süreçler sonrasında "kurulabildiği"ne, hem de Türk sinemasında, dünyaya "film böyle de yapılabilir" diyebileceğimiz ölçekte ve çapta özgün bir film dilinin neden hâlâ kurulamadığına, dolayısıyla böylesi bir dilin nasıl kurulabileceğine ilişkin yaptığım kapsamlı tartışmayı ve geliştirdiğim argümanları, "[Yusuf Kaplan'ın] 'sinemayı bir medeniyet meselesi olarak görmek' düsturu da Mustafa Kemal'in oraya buraya yazılan darbı meselleri kadar afakî" diyerek, bir kalemde yoksayan bir "algılama sorunu" var burada.

"Algılama sorunu"ndan sözederken küçümseyici bir dil ve tavır içinde değilim. Yalnızca film entelijansiyasını değil, Türk entelijansiyasının bütününü içine alan, zihnimizi tıkayan, hem Batı uygarlığını, hem de bizim medeniyet tecrübemizi bir bütün olarak idrak edebilme çabalarımızı engelleyen, bizim medeniyet tecrübemizin bize sunabileceği imkânları devre dışı bırakan ve yaklaşık iki yüzyıldır yaşadığımız medeniyet krizinin bizi nasıl simülatif Müslümanlık ve Batılılık biçimlerinin eşiğine fırlattığını görmemizi zorlaştıran, zamanla türlü tuhaf, tuzu kuru kaygısızlık biçimlerine mahkûm ettiğini kavramamızı güçleştiren bir algılama sorunundan sözediyorum.

Benim, sinemanın doğduğu, tartışıldığı ve geliştirildiği bir medeniyet habitus'u / vasatı ve vasıtası olması anlamında bir medeniyet meselesi olarak konumlandırmamla, bu ülkede, jakoben yöntemlerle gerçekleştirilen uygarlık dayatma girişimi arasında bir ilişki, bir benzerlik kurmaya kalkışmak, aslında ne denli köklü bir algılama sorunu ile karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yetiyor olsa gerek.

Fatih Özgüven, "sinema 'yapılan' bir şey; uzun uzun teorisi üzerinde çalışılacak ve konuyla ilgili kimseler cevaz verirse girişilecek bir iş değil," derken, bu algılama sorununu kendiliğinden ifşa ediyor aslında.

Algılama sorunu olarak nitelediğim şeyin üç temel boyutu var: Birincisi, sinema'nın ne olduğuyla; ikincisi, sinemanın nasıl yapıldığıyla; üçüncüsü de, bizim ne ve nerede olduğumuzla ve özgün bir film dili geliştirebilecek sinemayı nasıl yapabileceğimizle ilintili.

 

Bir Medeniyet Habitus'u Olarak Sinemanın Varoluşsal Sorunları

 

Birinci "sorun"dan başlayalım: Sinemanın ne olduğunu tam olarak bildiğimizden kuşkuluyum. Her şeyden önce, sinema, belli bir medeniyet habitus'unun / vasat'ının çocuğu: Modernliğin, Heidegger'in deyişiyle, "insanı, her şeyin ölçüsü ve ölçütü" yapan, "varlığa varoluşsal bir saldırı"nın gerçekleştiği, modern insanı, "demir kafes"e (Weber) veya "modernlik hapishanesi"ne (Foucault) mahkûm eden köklü bir "özgürlük kaybı" ve "anlam krizi" ürettiği "araçsal akıl"ın insanın varlığını bile tehlikeye düşüren antroposantrik / "insan-merkezci" aşırılıklarının ve paradokslarının -düşünceden sanatın bütün alanlarında- tartışılmaya başlandığı çok yönlü bir bunalımlar çağının ortasında doğdu sinema.

O yüzden, sinema, çağın imkânlarını ve zaaflarını bütün yönleriyle ifşa eden, çağın zeitgeist'ı olarak nitelendirilecek, bu nedenle de, Deleuze'e, düşünce ve düşünme işini / işlevini "üstlenen" bir "apparatus" olduğunu söyletecek kadar çok katmanlı bir biliş, oluş ve varoluş formu.

Medeniyetler, büyük varoluşsal bunalımlarla karşı karşıya kaldıkları zaman aralıklarında bu tür "büyük form"lara "gebe kalırlar" ve örneğin İslâm'ın doğuşu sırasında hakikat'in ne'liğinin ve boyutlarının keşfi ve ifadesi sürecinde şiir'in, modern Batı uygarlığı'nın doğuşu sırasında -Toscana'da- doğa'nın ve dolayısıyla insanın doğasının ve özgür iradesinin keşfi sürecinde resim sanatı'nın imajinatif şekillerde "kullanılması" gibi, modernliğin felsefî krizinin yol açtığı "varlık" ve "dil"in imkânlarının ve zaaflarının anlaşılması sürecinde de sinema benzer bir önaçıcı "iş" gören "çoğul bir form" olarak doğdu: Sinema tarihine yakından baktığımızda bu çerçevede oldukça zihin ve ufuk açıcı bir "rol" oynadığını görürüz sinemanın.

Bütün bu "büyük" işleri, sinema, yalnızbaşına yapmadı elbette: Ressamların, şairlerin, müzisyenlerin, romancıların katıldıkları oldukça üretken ve diyalojik bir tartışma ve konuşma zemininde yaptı.

Bu noktada, kırılma noktası, Dadacılık ve Kübizm'di: Münhasıran Picasso'yla birlikte, -antroposantrizm'in resim sanatındaki yansıması- perspektif kırıldı. Buradan açılan koridordan bütün diğer sanatçılar, -romancılar, müzisyenler, tiyatrocular- yalnızca birer ifade biçimi olarak sanat formlarını değil, bizatihî sanatın üretiliş sürecini, dolayısıyla dilin ve varlığın varoluş -ve de yokoluş- süreçlerini kıyasıya tartıştılar.

 

Sinema, "Boşluk"ta Yapılmıyor!

 

Bütün bunları, Fatih Özgüven'in iyi bildiğinden kuşkum bile yok. Ama bütün bunların, bir medeniyet meselesi olduğunu, bir medeniyetin çocuklarının, karşı karşıya kaldıkları temel varoluşsal sorunları anlama, anlamlandırma ve aşma kaygılarının göstergesinden başka bir şey olmadığını Özgüven'in gözardı ettiğini gözlemliyorum.

Eğer öyle olmamış olsaydı, Özgüven, sinemanın hiç de kendiliğinden, -deyim yerindeyse- "boşluk"ta "yapılan" bir "şey" olmadığını görebilirdi. Gerçek anlamda her bakımdan yaşayan tek uygarlık olan Batı uygarlığının farklı havzalarının çocukları bile, Özgüven'in sandığı gibi, sinemayı teorik arayışlara ve tartışmalara girmeden yapmıyorlar çoklukla. Dün de böyleydi bu; bugün de böyle; bundan sonra da böyle olacak.

Sözgelişi, "yeni-dalga sineması"nın "kurucu" yönetmenlerinin neredeyse hepsi, sinemada "dalga" kıracak ve dalga kuracak atılımları gerçekleştirmeden önce hiç de hafife alınmayacak kapsamlı bir teorik tartışmanın içinde bulmuşlardı kendilerini. Aynı şekilde, Gramsci'yle başlayan "hegemonya" ve "tarihsel uzlaşma" biçimlerine ilişkin entelektüel-politik-teorik tartışmalar, "yeni gerçekçilik sineması"nın temelde Marksist ve Katolik iki ana damarının teşekkül etmesinde ve zamanla çeşitlenmesinde hiç de gözardı edilemeyecek bir rol oynamıştı.

Ayrıca Sovyet devrim sinemacıları Eisenstein, Pudovkin, Vertov gibi öncü kişilerin film dili konusunda yaptıkları tartışmaları ve ardından çektikleri filmleri zikretmeye gerek bile yok, sanırım. Yaratıcılığı açısından Vertov'u daha fazla önemserim ama Eisenstein'ın Uzak Asya'nın haiku, kabuki tecrübelerini bile en ince ayrıntılarına kadar inceleyerek gerçekleştirdiği "diyalektik-materyalist sinema" dili arayışlarında ortaya koyduğu teorik performansın, ürettiği filmlerin "çapı"nı geride bıraktığı söylenir, haklı olarak.

Ve Tarkovsky'nin, yaptığı filmlerin dili konusunda düşünürken gösterdiği entelektüel performans ve derinlik, bir düşünürün çabasını aratmayacak ölçektedir.

Son olarak Batı uygarlığının dışındaki bütün medeniyet havzalarında gerçekleştirilen birinci sınıf film dillerine imza atan Afrika, Latin Amerika, Çin ve İran sinemasının sinemacılarının öncelikle sahip oldukları entelektüel ve estetik sermayenin özgün bir film dili kurulabilmesi sürecinde sinemaya nasıl aktarılabileceği konusunda yaptıkları teorik tartışmaları, arayışları, hatta yayımladıkları manifestoları anlatmaya kalkışmam bu kadar uzun bir "gazete yazısı"na bile sığmaz. Gereği de yok bunun.

Burada, bütün bu teorik tartışmaların, yapılacak bir "sinema"ya "icazet vermek" için yapıldığını düşünmek absürd olur. Bütün bu tartışmalar, neyin nasıl yapılabileceğine ilişkin girişilen teorik arayışlar ve yolculuklardır.

İşte Türkiye'de göremediğimiz ve pergelini şaşırmış, Arşimet noktasını yitirmiş acınası "zihinsizleştirilmiş zihin" hâlimiz devam ettiği sürece de göremeyeceğimiz şey, tam da böylesi bir yolculuktur.

 

Gelenler, Neden ve Nasıl Gelebiliyor Acaba?

 

Bu noktada üçüncü soruna girmiş oluyoruz... Tekrar tekrar altını çizmekte hiç sakınca görmüyorum: Arşimet noktamızı yitirmemize, pergelimizi şaşırmamıza ve kendi medeniyet tecrübemizin sunabileceği imkânları da, dünyanın yaşadığı temel sorunları da kavramamızı güçleştirecek kadar algı kapılarımızın kapanmasına yol açan çok yönlü bir medeniyet krizi yaşadığımızı göremiyoruz bile. Yaşadığımız şeyin, bizi epistemolojik kırılmanın ve ontolojik yokoluşun eşiğine fırlattığını göremediğimiz sürece, sinemanın aslında çok katmanlı bir medeniyet meselesi olduğunu kavramakta zorlanmaya devam edeceğiz.

Burada nasıl bir dünyanın içine düştüğünü, ne tür felsefî / varoluşsal sorunlarla ve savrulmalarla karşı karşıya olduğunu kavrayamayan ya da umursamayan, bu konuda asgarî bir entelektüel birikimi bile "afakî" olarak nitelendirebilen insanların olduğu bir yerde, dünyaya özgün bir film dili armağan edebilecek bir sinema yapabilmek hiç de kolay olmasa gerek. Böylesi bir şey, deyim yerindeyse, Nietzschevârî "çekiçle felsefe yapmak" kadar zor bir iş!

Özetle... Sinema, bir medeniyet habitus'u / vasat'ı meselesidir. En azından zihnî düzlemde, ayağımızı bastığımız toprağın medeniyet birikiminin düşünce, kültür, sanat ve hayat topoğrafyasını özümsemeden dünyaya armağan edebileceğimiz bir film dili geliştiremeyeceğimiz, bugüne kadar ortaya koyduğumuz performansa bakıldığında bile kolaylıkla görülebilir; ki, bu, esaslı bir medeniyet tecrübesine sahip bir coğrafyanın çocukları için oldukça düşündürücü ve acınası bir durumdur, gerçekten de!

Her bakımdan yaşayan tek uygarlık olan Batı'da mevcut habitus'un canlılığından ötürü, sinemanın kendiliğinden yapılabileceğini bile söyleyebiliriz; ama kendi olamayan, kendi olma kaygısı bile taşımayan, Arşimet noktasını yitirmiş, pergelini şaşırmış bir ülkede hem çağdaş uygarlığın, hem de bizim medeniyetimizin temel insan, Tanrı ve kâinât tasavvurları konusunda asgarî bir entelektüel donanıma sahip olmadan, dünyaya özgün şeyler söyleyemeyeceğimizi iki yüzyıldır yaşadığımız nominalist ve jakoben modernleşme tecrübesi bütün absürdlüğüyle göstermeye yetiyor olsa gerek.

Eğer Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim, Mahmut Fazıl Coşkun gibi arkadaşlar, bu topraklarda özgün bir film dilinin nasıl "kurulabileceği" konusunda -bütün "yersiz-yurtsulaştırma" çabalarına rağmen- bize hiç de küçümsenmeyecek bazı ipuçları verebiliyorlarsa, bunun nedeni, bu arkadaşların, pergelin sabit ayağını nereye ve nasıl basmaları gerektiği, pergelin diğer ayağını ise olabildiği ölçüde nasıl açabilecekleri konusunda kendi çaplarında dikkate değer bir entelektüel / teorik çaba içinde olmalarıdır. Bu arkadaşların yaşadıkları entelektüel serüveni az çok yakından bilen biri olarak söylüyorum söylediklerimi.

Fatih Özgüven'in hiç de şık olmayan bir humor üslübuyla ve "kibir"le, söylediklerimin "içini boşaltan" ve fikri -dolayısıyla aslında kendisini de- "kurban eden", diyalojik konuşma zeminini tıkayan son yazısından sonra bir şey yazmayı düşünmüyordum. Ama sinemanın ne'liğine ve nasıl "yapılabileceği"ne ilişkin Türkiye'de zaten yaygın olan yanlışlıklara açıklık getirme kaygısıyla bu son yazıyı yazma ihtiyacı hissettim.

02.04.2012 Zaman
Bu haber toplam 1115 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim