Şehir, yürünerek; gizli dünyaları 'fethedilerek'; havası, ruhu solunarak; görünmeyen ufuklarına ulaşılarak keşfedilmeye çalışıldığı zaman açar görünmez kapılarını, sırlı hazinelerini ve ince güzelliklerini insana. Kılcal damarlarına girebilmelisiniz ki şehrin, şehri yaşatan, yaşanılır kılan havasını; durmamacasına akan, herkesi 'yıkayan', arındıran, herkesin 'susuzluğunu' gideren 'su'yunu; herkesi yaşatan kıvrımlarını, renklerini, medcezirlerini; tarihe ve hayata tanıklık eden, insanlarına her dem taze ruh üfleyen köşelerini, eserlerini, görünmeyen, keşfedilmemiş kıtalarını (terra incognita'larını) keşfetme imkânına kavuşmanız sözkonusu olabilsin.
İşte size görünüşte küçük, kanıksadığımız ama gerçekte anlamının derinliği bakımından 'büyük' bir 'hâdise': Schumacher'in 'küçük güzeldir' gözlemini tastamam doğrulayan minik bir 'olay': Anadolu kıtasının bir noktasında, bir caddesinde yürürken, önümde güle oynaya giden, hararetli hararetli hasbihal eden iki kişinin birdenbire durduklarını, yerden bir şey alıp öperek bir duvarın boşluğuna yerleştirdiklerini fark ettim: Onlar oradan uzaklaşınca, duvarda boşluğa yerleştirdikleri şeye baktım yaklaşarak: Bir parmak ucu kadar bir ekmek parçasıydı bu! Ruhum ışıdı! Bir anda bütün dünyalar benim oldu: Şükrettim Rabbime.
'Ne var bunda?' demeyin lütfen! Ekmeğin kudsiyetine duyulan böylesine incelikli bir saygıdır insanı yatay ve dikey boyutlarda aynı anda varedici bir yolculuğa çıkaran. İnsana ve hayata ruh katan, anlam kazandıran.
İşte medeniyet bu! Bir ekmek parçasına duyulan bu saygı, aslında bir rızık olarak ekmeğe, o ekmeği veren Rızk'ın Sahibi'ne duyulan katışıksız saygının ve teşekkürün bir nişânesi. Ekmeğe saygı duymayan insanların emeğe saygı duyabilmeleri mümkün mü? Ekmeğe saygı duymasını bilmeyen insanların, insanlığa hak, hukuk ve adalet düzeni armağan edebilmeleri mümkün olabilir mi? Ekmeğe saygı duymasını bilmeyen insanlar, hakkın, hukukun, ötelere ayarlı yaşamanın, ferağatin, fedakârlığın, kardeşliğin, paylaşmanın anlamını, kadrini kıymetini bilebilirler mi?
İşte irfan dediğimiz şey, tam da böylesi bir şey: İrfan medeniyeti yani.
Yaratıcı'ya şeksiz şüphesiz inanmanın filizlendirdiği, kişiyi, kendini aşacak, başka kişilerin ve varlıkların dertleriyle hemdert, hemhâl ve hemdost kılacak bir düzleme taşıyan bir hakikat medeniyetinden sözediyoruz burada: Üstelik de en zorlu demlerini yaşayan, ölümle-kalım arası bir berzah hâlinden geçen, şizofreninin yol açtığı yaralı bilincin hükümfermâ olduğu bir fetret döneminden...
Yerden alınıp öpülüp uygun bir yere yerleştirilen bir ekmek parçasından nerelere geldik...
Tekrar etmekte yarar var: Ekmeğe saygı, insana saygıdır. İnsan emeğine, çabasına, alınterine, çilesine ve Her Şey'i Vareden'e saygı. Yokoluş mevsiminde bile, böylesine şaşırtıcı varoluş biçimlerine sahip olan bir toprak, keşfedilmemiş ve keşfedilmeyi bekleyen derûnî bir kıta değil de, nedir peki?
Batı'da böylesi bir inceliği, duyarlığı hayal bile edemezsiniz; tabiatla, varlıkla, diğer insanlarla böylesine tabiî, böylesine kendiliğinden, böylesine fıtrî bir bütünleşme ruhundan eser bile bulamazsınız.
Anadolu'yu herhangi bir toprak parçasından ayıran, insanlığın umut kaynağı bir kıtaya dönüştüren işte bu ruh, bu tevazu, bu ince hassasiyettir. Bu topraklarda yaşanan hayatın şiiriyetinin kanatlandırıcı ve insanlık çapında, insanlık adına umutlandırıcı resmidir bu. Böylesine sessiz ve derinden varlığını sürdüren bu şuurun şiiriyetinin resmini hangi ressamın fırçası tuvale aktarabilir, hangi yönetmenin vizörü yakalayabilir, hangi bestecinin ses telleri aksettirebilir acaba? 'Ruh'un resmi yapılabilir mi; filmi çekilebilir mi; bestesi gerçekleştiribilir mi? Elbette ki hayır! Yalnızca hissettirilebilir...
İnsan, ruhu varsa, eşyaya, kâinâta, diğer insanlara ve tabiî, Yaratıcı'ya ayarlı yaşayabiliyorsa, insandır, insan olabilir ve insan kalabilir. Anadolu kıtası'nın insanı işte böyle bir insandır: Ruh insanı. Gönül insanı. Ruhu diri insan. Gönlübol insan. 'Hesapsız' insan...
İşte bu insan, hâlden anlar: Anlar çünkü bu insan, etnik-ötesi, ulus-ötesi, bu dünya-ötesi bir gerilim hattında yaşar: Hayatı, etnik sınırların, ulus kapanının, dünyevî ayartıların ve geçiciliklerin ötesinde anlamlandıran ve yaşatan bir öte inancının, kendisi dışındaki insanları ve varlıkları kucaklayan bir medeniyetin 'çocuğu'dur: Eğer Anadolu'da, bunca propagandaya, yıkıma, kışkırtmaya, 'medyatik operasyon'a rağmen, hâlâ etnik bir çatışma yaşanmıyorsa, bundandır: Anadolu kıtası bilincinden. Anadolu'nun herkese bağrını açan yüce gönüllüğünden, âlicenaplığından, varedici tevazuundan. Su katılmamış ruhundan, vesselâm...
İşte bu ruh, Mardin'de katıldığım Münazarat Sempozyumu'nda birkaç kez altı çizilerek hatırlatıldığı gibi, bir Kürd'e, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'ne, 'Türkler, İslâmiyet'in yılmaz hâdimleridir; saadetimiz Türklerle beraber olmaktır' dedirtebilmiş, sadece bu toprakların değil, bütün insanlığın şiddetle ihtiyacını hissettiği yegâne varedici kardeşlik ruhudur.
Kardeşlik deyip geçmemek gerekiyor: Eğer Doğu'da, Güneydoğu'da Anadolu kıtası'nın bir parçasında, insanlar inançlarından, dillerinden, kültürlerinden ötürü ötekileştiriliyor, itilip kakılıyorsa, işte bu kardeşlik ruhunun, örselenmiş olmasından, Anadolu kıtası'nın çocuklarının birbirlerinin sorunlarına, dertlerine kayıtsız kalmalarına yol açacak kadar kıta bilincinden, öte inancından, medeniyet şuurundan uzaklaştırılmış, kopartılmış olmalarındandır.
Mümin, kardeşinin derdiyle hemdert olmakla mükelleftir. Bir ihmal, hatta bir inkâr var: Bunu Mardin'e kadar uzandığımda bizzat gözlerimle gördüm. Bu ihmal ve inkârın üzerine gidilmeli, Anadolu kıtası'nın diğer köşelerinde yaşayan Müslümanlar bundan ötürü birbirlerinden helallik dilemeli, birbirlerinin dertleriyle hemdert olmak için seferber olmalı...
Yine de bu son Anadolu turu'mda gördüklerime, gözlemlerime, Kürt, Türk, Arap kardeşlerimle yaptığımız derin ve samîmî sohbetlerimize dayanarak şunu söyleyebiliyorum: Bütün yaşananlara rağmen Anadolu kıtasının insanları birbirine düşürülememişse, bu, bu kardeşlik ruhunun hâlâ yaşıyor, varlığını, gücünü ve derinlerde kök salan etkisini sürdürebiliyor olmasındandır.
İşte bu ruh, Niğde'de YAZSANBİR'in (Yazarlar ve Sanatçılar Birliği) düzenlediği bir panelde, eski Nizam-ı Alem Ocakları Başkanı Yavuz Ağıralioğlu'na, 'Türk, Arnavut kadar Arnavut, Kürt kadar Kürt, Arap kadar Arap olduğu zaman Türk'tür' dedirtecek bir ümmet bilinci, bir medeniyet şuuru yeşertmiştir Anadolu kıtası büyüklüğündeki bu mübarek topraklarda.
Açılım, içe doğru, ruha doğru, vicdana doğru gerçekleştirildiğinde meyve verebilir. Anadolu kıtasını, kıta yapan ruh harekete geçirilebildiğinde. Gerisi hikâyedir...
Biz 100 yıldır, 150 yıldır, bu ruhu fenâ hâlde örseledik. Siyasî darbelerle, sosyo-kültürel darbelerle, zihnî darbelerle bu ruhu yok etmek için elimizden geleni yapmaktan geri durmadık! Ama bu ruh ölmedi. O yüzden, yerden alınıp öpülerek duvara yerleştirilen bir ekmek parçası bile umudumuzu diri tutmaya, bu ruhun yaşadığını göstermeye yetiyor. O yüzden bir 'alperen' kardeşim, hatıralarımızın, hayat maceramızın, rüyalarımızın, medeniyet iddiamızın ortak noktalarına ve ortak kodlarına bakarak, 'Türk'ün, Kürt kadar Kürt olduğu zaman Türk olacağını' söyleyebiliyor.
Yine bu yüzden, DP eski Genel Başkanı, Anadolu kıtası'nın çocuğu Süleyman Soylu Bey'e, Niğde'deki panelde, modernleşme tarihimizin başlangıcından bu yana yaşadığımız serüveni, 'başkalarını, bizim dışımızdakileri ötekileştirmek' olarak tanımlatacak kadar özeleştiri özgüveni kazandıran, derinlerde kök salan işte bu ruhtur.
YAZSANBİR'in heyecanlı, çalışkan, mütevazi ve hayalleri sınır tanımayan başkanı Hayrullah Eraslan'ın öncülüğünde Niğde'de düzenlenen 'darbeler' panelinde söylenenlerde değil yalnızca; aynı zamanda panelin düzenlenişinde, panele katılan ve salonu hıncahınç dolduran insanların üç saatten fazla bir süre söylenenleri pürdikkat dinleyişinde de kendini gösterdi bu ruh. Öyle ki, Niğde Valisi Alim Barut, Belediye Başkanı Faruk Akdoğan ve -gece teheccüd namazları kıldığı için büyük saygı duyulan- Niğde'nin alçakgönüllü ve parlak milletvekili Ömer Selvi üç saatlik paneli sonuna kadar ilgiyle takip ettiler.
Panelin dışında, yine YAZSANBİR'in kardeş kuruluşu 'Yoldakiler' ekibinden heyecanlı ve mütevazi arkadaşların düzenledikleri bir Pazar sohbetine katıldım Öğretmenevi'nin serin, şirin ve insanın ruhunu ışıtan geniş bahçesinde genç arkadaşlarla.
Niğde Milli Eğitim Müdürü Celalettin Ekinci Bey oradaydı; üstad Sezai Karakoç üzerine master çalışması yapan emniyet görevlisi, sıkı entellektüel Mehmet Baş oradaydı; çalışkan 'twitter gazetecisi' (!) Yeni Şafak'ın 'fahrî' muhabiri Halil İbrahim Tongur ve edebiyatçı Murat Akalın oradaydı; özgün ve sahici 'defterk' kültür ve edebiyat sitesinin yazarları, okuyucuları, emektarları oradaydı.
Genç arkadaşlar, Sezai Karakoç okumaları yapmışlar Niğde'nin şairi ve hikâyecisi Murat Soyak kardeşimin rehberliğinde. Şimdi de, Cahit Zarifoğlu okumalarına başlamışlar! Ne kadar sevindim bilemezsiniz! O yüzden, o gün orada bulunan, heyecanları, samimiyetleri, merkez üssünü Anadolu kıtası'nın oluşturduğu, insan-ı kâmil hedefiyle yeşertilen, herkese, bütün farklı inançlara, etnisitelere, dünyalara ve varlıklara kucak açmasını bilen hakikat medeniyetimizin ruhunu özümseme azim ve kararlılıkları beni derinden etkileyen, gönendiren ve sevindiren genç arkadaşlarla kaç saat sürdüğünü bilemediğim derin, hasbî ve kanatlandırıcı bir sohbetin ortasında buldum kendimi...
İsmail Halis kardeşim, 'ikinci yurdu' Niğde'ye gideceğimi öğrendiğinde, 'hocam, Anadolu'ya açılın, söylediklerinizi sınama imkânı bulursunuz' demişti.
Gerçekten de öyle oldu Niğde'de son bulan bu Anadolu kıtası yolculuğum: Yenilendim. Meyvelerini siz de yersiniz bu yenilenmenin; zaten yiyorsunuz el'an!
Anadolu kıtası, diyordum ya; kıtaymış gerçekten: Su katılmamış ruh, burada gizli hâlâ. Umut da... Ufuk da...
22.04.2012 Yeni Şafak































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.