• İstanbul 15 °C
  • Ankara 17 °C

Dolunay’dan Bahaeddin Karakoç Ağabeye; Karıştık, karışıyoruz anılara -II

Dolunay’dan Bahaeddin Karakoç Ağabeye; Karıştık, karışıyoruz anılara -II
Yayın Kurulumuz, Olgun Kişilikler, Genç Yazarlar

Önceki bölümde bir “Yayın Kurulu” teşkil ettiğimizi söylemiştik. İkinci sayımızın hazırlığında da yine Yayın Kurulunu topladık. Hikâyeler arasında bundan yirmi iki yıl önce vakitsiz kaybettiğimiz değerli dostumuz ve hikâyecimiz rahmetli Şevket Bulut’unki de vardı. Fakat kurgusu bazılarımızın (şahsen benim de) bazı eleştirilerimize maruz kaldı. Hikâyenin ekseninde, bir Sağlık Ocağında bir doktor, tabir caizse düpedüz iffet testine tâbi tutuluyordu. Türk Halkı böyle bir şeye asla tevessül etmez diye yayımlanmasına karşı çıktık, yeni bir hikâye göndersin, seve seve yayımlayalım dedik. Ama rahmetli bizlere kırıldı galiba, ne o sayıya yeni bir hikâye gönderdi ne de ötekilere… Benim fiilen bulunduğum bir buçuk yıl içersinde Dolunay yazıhanesine adımını da atmadı sanıyorum. Bir talihsizlik, Maraş’ta yaşayıp da hikâyeleri dışarıdaki dergilerde art arda yayımlanan Şevket Bulut’u, Dolunay yazarlığından mahrum etmişti (şahsen hâlâ üzülürüm).

Derginin ilgi çeken yayını, ikinci yılda da zenginleşen yazarlar-şairlerle kadrosuyla devam etti. İlk yıldan itibaren, şimdi ağabeylerinden önce rahmetliler kervanına katılan Karakoç kardeşler (Abdurrahim ve Ertuğrul beyler), geçtiğimiz kasım ayında talebelerinin 75. Yaşı için Elbistan’da  “Saygı Gecesi” düzenledikleri arkadaşımız Ali Akbaş ile Sevgili Bayaram Bilge Tokel ve vakitsiz kaybettiklerimizden Şükrü Karaca güzel şiirleriyle dikkat çektiler. Fethi Gemuhluoğlu’nun ilginç mektuplarını da burada yayımladı Bahaeddin bey (ilki 1964 tarihli ve “Biz ezelden kardeşiz” diye başlıyordu.) Bazı genç arkadaşlarımız sanırım ilk “tahmis”lerini burada denediler. (Arif Bilgin arkadaşımızın, 13. sayıdaki Bahaeddin ağabeye ait “Kabul Et Beni” başlıklı şiirini tahmisi nefistir.) Londra’dan Yusuf Mardin, Amerika’dan Talat S. Halman, yazı ve şiirler gönderiyorlardı. Yurdun dört bucağından genç yazarlar tomar tomar yazı-şiir-hikâye denemelerini iletiyordu. Nazan Bekiroğlu’nun önce şiirleri, sonra ilk hikâyeleri bizim dergide çıktı (sonra öğrenecektim ki, Erzurum’dan Hocası olan Prof. Orhan Okay ağabey, onu Dolunay’a yönlendirmiş). Hikâyeleri Mustafa Kutlu’nun dikkatini çektiği için, İstanbul’dan Bahaeddin ağabey’e mektup yazıp onun kim olduğunu sormuştu. (Ezel Erverdi bey de Bahaeddin ağabeye mektup yazıp ilk kutlayanlar arasındaydı.) Şimdi meşhur olan başka şair ve hikâyecilerin de sanırım ilk dergileri Dolunay olmuştu. Şimdi galiba daha çok hikâyeleriyle tanınan Fatma Şengil’i, şiirlerinden hatırlıyorum. İlk imzası Doğuş Edebiyat’ta görülen Halime Toros ise bizdeki hikâyeleriyle dikkat çekiyordu. Ayrıca özellikle Azerbayacan’dan hayli şair ve yazar edebî ürünler gönderiyorlardı. Memmed Aslan, Abbas Abdulla, Memmed İsmail, ilk akla gelenlerdi. Prof. Faruk Sümer ile o zaman Doçent olan Refet Yinaç’ın ilgiyle okunan tarih üzerine röportajlarını yayımladık. İkinci yılımızda ünlü İtalyan Türkolog Prof. Anna Masala’nın “Hangi Yunus? Bizim Yunus” başlıklı harika tebliği, Dolunay’a kadar nerden ulaşmıştı? (Dolunay, S. 18, Haziran 1987.) Sonra kimi meşhur profesör, değerli bilim adamları olacak çok arkadaşın sanırım ilk yayın dergilerinden birisi Dolunay’dı. Mustafa İsen, Feyzullah Eroğlu, Recep Kök, Sadettin Yıldız, Mustafa Tatçı, A. Fuat Bilkan, Hüseyin Tuncer bunlar arasında sayılabilirler. Hüseyin Özbay’ın ilk güzel denemeleri bu dergide çıktı ve bu değerli arkadaşımız giderek usta bir denemeci oldu. Kayserili şair ve yazarlar, Muhsin İlyas ile arkadaşları da Dolunay’a gönderiyorlardı. İsimleri saymaya devam edersek, hâliyle sayfalar yetmez, en iyisi bu örneklerle kapatalım. Şunu ekleyelim: Bahaeedin ağabey, bendeniz ve diğer bazı arkadaşlar müstear isimle de yazılar yazıyorduk (benimki, “M. Abdullah Turhan” idi. Abdullah’ı babamdan, Turhan’ı küçük oğlumdan almıştım. Bahaeddin ağabeyin, “Yaylalı” sının kaynağı, şüphesiz Salavan dağının etekleriydi, ama “Said”i nerden aldığını sormak aklımıza gelmedi.)

Güzel başlamış, hep ciddi-ciddi, yazı kurullarıyla filân devam edeceğimizi düşünüyorduk. Ama üç veya dördüncü sayıdan sonra Bahaeddin ağabey yayın Kurulu’nu toplamaya gerek görmedi, kendi eğirip kendi dokuyordu. Kimse de ona niye toplanmıyoruz diye sormazdı, daha doğrusu soramazdı. Çünkü haşin bir tarafı vardı rahmetlinin (toprağına ağır varmasın, yakın dostları hep bilir); bazen kırıcı sözlerinden alınıp uzaklaşanlar olurdu; bazen bardağın taştığı noktada bizim gibilerin karşı cevap verdikleri de…. Şu var ki, çoğu zaman, sanırım nefis muhasebesi ağır basar, kırdıklarının gecikmeden gönlünü alamaya çalışırdı. (Sadece bir keresinde, ilâve faktörlerin de araya girmesiyle, ben Erzurum’a gittikten sonraki yıllarda yaklaşık bir yıl gibi küs kaldığımızı, sonra rahmetli eşi Hatice ablanın – bir taziyeyi bahane edip - aramızı bulmasıyla barıştığımızı hatırlıyorum. Şükür ki, vefatından birkaç ay önce helâlleştik. Benimki varsa, bir daha, bin defa helâl olsun!)

Başlayan Malî Sıkıntılar ve Âkıbetimiz

Hemen bir yılın sonunda malî sıkıntılar baş göstermişti. Başlangıçta birkaç reklâm alabilmiştik, giderek düşük ücretli reklâmlar da azaldı; gerisi harçlıklar ve harici desteklerle zor gidiyordu. Abone sayısını artırmak şöyle dursun, aynısını bile koruyamayacağımız anlaşılmıştı. Bir yılı doldurmak üzereyken bir toplantı yaptık; durumu müzakere ettik, sıkıntıları konuştuk, devamı çok fedakârlık gerektiriyordu, maliyetler de durmadan artıyordu. Müzakereler sırasında herkes çıkış yolu göstermekte zorlanıyordu. Kendim de söz alıp taşrada bu işlerin sürekliliğinin zaten zor olduğunu, herkesin “aferin”i ne kadar çok olsa da malî desteğinin az olduğunu, batmadan ve borç-harç içinde mahcup olamadan yayımlayacağımız bir beyanname ile “arımızla-namusumuzla” bir yılın ardından dergiyi kapatmamızın daha doğru olacağını, ama taşra dergiciliğine bu kadarla da olsa güzel bir armağan sunduğumuzu, bunun da bizler için gurur verici olduğunu – mealen – söylediğimi hatırlıyorum.  Başta Bahaeddin ağabey olmak üzere, açıktan kimse bu sözlerimi desteklemedi, zorluklara rağmen devam kararı çıktı.

Bir yılın ardından 1987 Ocak ayının ilk haftasından itibaren, Bahaeddin beyin yazdığı mektuplar aracılığıyla, tam on adet Banka Genel Müdürlüğünden reklâm/ilan istedik, birisi hariç, cevap bile vermediler. Cevap veren İş Bankası ise “yanıtında”, “üzüntülerini” iletmekle yetiniyordu. Bahaeddin ağabey onun “yanıtlı” cevabına “binitli” bir karşılık yazdı. (Tam da böyle: “İlgi: 8 Ocak 1987 tarih ve 00126 sayılı yanıt yazınıza binit olarak” diyordu.) Öfkesinden bir küfretmediği kalıyordu nerdeyse. “Neden”ini şöyle sorguluyordu adı geçen bankadan: “1. Mason olmadığımız için mi? 2. Dilde, düşüncede, sanatta ve eylemde yozlaşmaya ve anarşiye çanak tutmadığımız için mi? 3. Pornografik yayın yapmadığımız için mi? (…) Aydınlatıcı ‘yanıtlarınızı’ rica ediyoruz.” Banka yöneticileri tabir caizse “zılgıtı yemişlerdi” ki, bu defa cevapları, “yanıtsız” oldu, yani bu kelimeyi kullanmadılar:  “26 Ocak 1987 tarihli yazınızla ilgilidir” diye başlıyor, hayli“ilke”li mazeret sıralamakla beraber, bizim için en çarpıcı yanı,  “yerel” yayınlara reklâm veremediklerini nazikçe ifade ediyorlardı.  Benzer bir talebimize bir nazik cevap da Kültür ve Turizm Bakanlığından gelmez mi? Bahaeedin ağabeyin oraya kızgınlığı daha beter oldu, ama hiç de “haksız sayılmazdı”. Çünkü anlattığına göre, Bakanlığı ziyaretinde oradaki “dostları” Dolunay’a muhakkak bir miktar abone olacakları vaadiyle dilekçesini kendi elleriyle yazmışlardı. Ne var ki, hem de geciktirerek, “…. Kurulunda görüşülmüş ve abone olunmasına imkân bulunamamıştır” diye cevapladılar. Bir “zılgıt” da onlara çekti tabii. “Suçumuzu ve eksiğimizi bilmek istiyorum” diyor ve sıralıyordu:

1. Maddesi: “İşini bilir ve iş bitir çevrelerden olmadığımız için mi?” ( O günleri yaşayanlar, “işini bilir” ve “iş bitirir” sözleriyle nelerin kastedildiğini çok iyi anlarlar. Rahmetli Özal’a atfen “benim memurum işini bilir” ifadesi yaygın söylemdi.)

5. maddesi: “Dalkavukluğu beceremediğimiz için mi?” v.s. vs. (Yılın birleştirilmiş son sayısında yayımlandı: B. Karakoç, “Dolunay’ın Önündeki Kara Bulutlar”, S. 22-23-24, s. 6-9)

İkinci yılın ortasında ben Erzurum’a gittim, oradaki ağır mesaim dolayısıyla çok yazı da gönderemedim. Böylece her sayının gelişinde şafak vakti koşturmak ve aboneleri yazmak, postaya yetiştirmek, şehir içinde esnafa uzanmak, işin hamallığını maddi-manevî üstlenmekten de uzaklaşmıştık. Bütün bu işlerin hamallık ağırlığı Ali Yurtgezen’de, malî külfeti de çokça – esnaflık da yapan -   Fazıl Tiyekli’nin üzerinde kalmıştı. Buna rağmen ilgimiz devam etti, güzel insan Prof. Zahit Aksu’yla 1988’de “Osmanlı Hukuk Sistemi” üzerine yaptığım uzun mülâkatı herkes çok beğenmişti (Dolunay, S.31); ama röportajlarda/mülâkatlarda - benimki dâhil - diğer bütün bant çözümlemelerini Ali Yurtgezen kardeşim yapıyordu. Ben gitmeden dergiyi Boğazkesen’de bir Han’a taşımıştık Oraya taşınmamızda aklımda kalan, ayni mekânda fotoğraf stüdyosu bulunan Mehmet Gülebenzer’in teşviki ve ondan destek umudu rol oynamıştı, gibi. Gitmeden önce - galiba Temmuz başında – yeni yerimizde bir ayran şöleni yaptık, bütün hamallığı neredeyse benim üzerimden geçti (güya bu şölen ile milleti toplayıp derginin gidişatını anlatacak ve ikinci altı ay için abone sağlayacaktık, ben ayrılınca ne kadar sonuç alındığını, doğrusu takip edemedim, Ama Bahaedin ağabeyin, o yılı da nice sıkıntılarla kapattığını sonradan öğrendim. (En başta, 1987 seçimlerinin de etkisiyle kâğıt sıkıntısı ve zamları zirveye çıkmıştı.) Bahaeddin ağabey direnmeye devam etti. Daha ucuz, daha kalitesiz basımlar; onların da etkisiyle baş gösteren yazı muhtevaları ve kadroda erozyonlar… Nihayet, birleştirilerek çıkan sayılarla birlikte 3. Yılın sonunda kapandı. 35-36 Kasım-Aralık 1988 birleşik sayının başyazısı: “Bir Akıncının Ufukları Döven Son Türküsü.” Bahaeddin beyin “gönül dostlarına teşekkürleri”yle birçok eski dostuna zehir-zemberek sitem, kırgınlık, hatta kızgınlıklarını ifade ettiği burada yazdıklarına göre, Derginin vergi dâhil hayli borcu da kendisine kalmıştır. (Bunları bana sonra dilden de anlattı.) Benim dediğimi makul görseler de 12. Sayıda kalitesi ve kalibresi bozulmadan kapatılsa daha mı iyi olurdu? Teknik bakımdan şüphesiz öyle olurdu. Ama o yolla bile birçok yeni şair-yazarın yetişmesine biraz daha hizmet edildiyse eğer, “perişanlığa değdi” denilebilir. Ne var ki, perişan olan biz değildik!... Bunu “olan”a, onu yaşayana sormak lâzım. Belki de edebiyatta ve sanatta “iyi” ve “güzel” şeyler yapmanın “fıtratında” vardı böylesi işler.

Noktalarken

Anadolu dergiciliğinin zengin hikâyeleri vardır, bulaşanlar bilir. Görüldüğü gibi Dolunay’ın hikâyesi de anlatılmaya değer. (Şüphesiz bunu bizden daha iyi, daha renkli anlatacaklar da vardır.) Ayrıca Derginin yarattığı iklimle Bahaeddin ağabeyin başlattığı ve sayısı yirmiye yaklaşan “Dolunay Şiir Şölenleri” zinciri var ki, ben ilkinde ve – on yıl sonra Erzurum’dan dönünce de - sonraki birçoğunda bulundum. Çok heyecanlı katılımlara, renkli görüntülere, coşkulu sahnelere şahit olurduk.  Plaket dağıtmak adetti ve sanırım yüzlercesi dağıtılmıştır bu şölenlerde. Nerdeyse otuz yıl içerisinde yirmiye yakını gerçekleştirilen bu şölenlere yüz otuz civarında şairin katıldığı biliniyor. Aralarında Ataol Behramoğlu gibi, başka mahallenin vasıflı şairleri de vardır. Sahnede bir tek şiirini okumak için – çoğu Bahaeddin Karakoç’un ve kendi şiir sevdasının hatırına - “Edirne’den Ardahan’a kadar” Maraş’a koşarak gelen, hele pek azı hariç bir gece bile yatmadan dönen şairlerin bu heyecanlarını anlamak için, muhakkak onların ruh dokusuna sahip olmak gerek, sanırım.

Ve nihayet, “Dolunay Esintisi”ne, elliye yaklaşan kitabıyla “Dolunay Yayınları” da dâhil ki, o da ayrı bir hikâye… (Bütünü için Bkz: Serdar Yakar, Şiirin Başkenti Kahramanmaraş’ta Dolunay Esintisi ve Bahaettin Karakoç, K.Maraş, 2015.)

Bahaeddin Karakoç ağabeyin, devlet memurluğundan emekli olduktan sonra başlattığı ve hepsi belirli bir finansman gerektiren dergicilik, şiir şölenleri zinciri ve yayıncılığını makul ölçülerde anlamak mümkün değil. Onun sahip olduğu mütevazı imkânlarla bir insanın bütün bunları değil gerçekleştirmesinin, düşünmesinin bile akıl kârı olmadığını rahatlıkla söyleyebilirsiniz. Ama onun büyük sanatkâr mizacı ve sözünü esirgemez tabiatıyla,  ufak-tefek cüssede saklı kabına sığmaz enerjisiyle bir kısım insanların üzerinde yarattığı öyle bir nüfuzu (belki eski tabirle “teshiri”) vardı ki, iş finansman meselesi olmaktan çıkıyordu galiba. Ve evet, şüphesiz o büyük bir sanatkâr ve son devrin eşi az bulunur şairlerinden biriydi. Eminim, Bahaeddin Karakoç “sol kulvar”da olsa “Nobel”e çoktan aday gösterilirdi şimdiye kadar. Bizzat kendi elleriyle hazırladığı beş ciltlik devâsa şiir külliyatı ortada. Onun gibi, aşkı şiir olan, şiiri de aşk hâline getiren kaç şair var dünyada?.. Öyle sanıyorum ki zaman onun değerini daha çok açığa çıkaracak ve o, genç Türk şairleri için en büyük ilham kaynaklarından birisi olacaktır. Birçok şairin eleğini astığı yaşlarda, yani altmışlarında o asıl büyük şiirlerini bundan sonra yazmaya hazırlandığını söyleyecek kadar henüz gençtir. 1992’de, yani 62 yaşındayken Tayyip Atmaca’ya verdiği bir mülâkatta, “Ben yeni yeni soyunuyorum en uzun şiir yolculuğuna” der. (Türk Edebiyatı, “Bahaettin Karakoç Dosyası”, S. 541, Kasım-2018, s.57) B.Karakoç, iddialı bir şairdir ve bunda hiç de tevazu göstermez. Nitekim bir başka mülâkatında, “Ben şimdi en güzel bir üsluba sahip en velût, en nâmuslu, en donanımlı bir şairim” der. “Namuslu”luğundan kastının gerekçesi, kendi felsefesinde “ (başkasından) almak ve çalmak gibi kirli bir kavram”ın olmadığı, aksine şiirlerinin - kendi tabiriyle - “steril” olduğu iddiasıdır. (Sibel Güler’e verdiği söyleşi: S. Yakar, a.g.e. s.142-145) Ama bu yazının konusu bunlar değildi. Çünkü bunları somut olarak ele almak için bizatihi eserlerine, özellikle de 1990’lardardan itibaren yazdıklarına eğilmek ve onları tahlil etmek lâzım. Ömür ve kısmet olursa onlar, başka bir yazının konusu olsun.

Geçtiğimiz yıl 16 Ekim 2018 gecesi Hakk’a yürümekle artık eserlerini daha iyi anlamak için bilgi, birikim ve estetik tahlil gücünün, geçmişten günümüze hayatını ve hayallerini konuşmak için ise hâfızanın konusu olan Bahaeddin Karakoç ağabeye, biz bu yazımızda ikinci ciheti itibariyle bakmak istedik. Bu cihetiyle o anılara karıştığı gibi, biz de onlara ne kadar uzağız, Allah bilir… Ona rahmet ve kendimize hayırlı âkıbet dilemekten başka elimizden bir şey gelmez !.. Onu uzun müddet “Şiir Sesli Kartal Sagu”ları okuyarak özleyeceğiz. (Yasin Mortaş, Türk Edebiyatı, S. 541, Kasım, 2018, s.44-47; Alkış, S. 103, Ocak-Şubat, 2019.) 

Şimdilik bu kadarla yetinelim. Cümleye malûm ola, deyip kapatalım efendim. “Anılar” deyince, sürç-i lisan etmek işin tabiatında var. O hâlde, “sürç-i lisan ettik ise affola!...”         

-son-

NOT:Dergâh dergisinde yayımlandı (Cilt:30, Sayı, 351, s. 24-25, Mayıs 2019 - Birinci bölümü ise ayni derginin bir önceki sayısında yayımlandı.)

Mustafa Kök

Bu haber toplam 528 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim