• İstanbul 15 °C
  • Ankara 17 °C

Dursun Gürlek'ten: Güzel yazının Güzelleştirdiği Alim: Nihat Çetin

Dursun Gürlek'ten: Güzel yazının Güzelleştirdiği Alim: Nihat Çetin
Benim “Ayaklı Kütüphaneler” adıyla yayımlanan ve şu sıralarda on beşinci baskısı yapılan kitabımda hayat hikayeleri ve eserleri kısaca tanıtılan on altı zatın diğer bir ünvanı da “Hallalü’l- Müşkilat”tır.

Hallalü’l - Müşkilat en zor meseleleri halleden, en girift soruları kolayca cevaplandıran, müşkil konularda çözüm üreten kimse demektir. Osmanlı ilmiye sınıfı içinde bu ünvanı bihakkın kazanan çok sayıda âlimin bulunduğunu biliyoruz. Böyle mütebahhir bir ilim adamı için “yürüyen kütüphane” sözü de kullanılıyordu. Devlet-i Aliyye’nin eski ihtişamını çoktan kaybettiği son devirde bile böyle büyük allamelere bol miktarda rastlanıyordu. Mustafa Sabri Efendi, Zahidü’l – Kevseri, Babanzade Ahmet Naim Efendi, İsmail Saib Hoca, Ömer Ferid Kam, Tahirü’l - Mevlevi, İbnülemin Mahmut Kemal, Prof. Kâmil Miras gibi müstesna isimler, bahsini ettiğimiz ulema ve üdeba sınıfından sadece bir kaçını teşkil ediyor. Osmanlı uleması hakkında efradını cami, ağyarını mani bilgi edinmek isteyenlerin konuyla ilgili kitapları, mesela Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın “İlmiye Teşkilatı”nı ve Bursalı Mehmet Tahir Efendi’nin “Osmanlı Müellifleri”ni okumaları gerekiyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarında da, Osmanlı bakiyesi böyle büyük âlimlerin bulunduğu bir gerçektir. Adı geçen kitabımda – min gayri haddin – uzun uzun kendisinden bahsettiğim İsmail Saib üstadımız işte böyle bir allameydi. 1940 yılında vefat ettiği zaman kendisinden hem ilim, hem feyiz alan bir çok kimse matem denizine gark oldu. Mesela bunlardan biri olan Abdülbaki Gölpınarlı, biz asıl şimdi yetim kaldık, bundan sonra kime gidip müşkillerimizi halledeceğiz diye günlerce hayıflanmıştı. Keza 1991 yılında vefat edip Karacaahmet mezarlığında sırlanan Prof. Dr. Nihat Mazlum Çetin de, cumhuriyet devrinde yetişen başka bir ayaklı kütüphanemiz idi. Onun için Türkiye’de, İsmail Saib Hoca ile Hafız Yusuf Cemil Ararat’tan sonra Arapçayı ve Arap edebiyatını en iyi bilen âlim denilmektedir. Yeri gelmişken söyleyeyim ki, bunlar ve benzeri ulema ve üdeba hakkında merhum hocamız Mahir İz’in hatıralarında calib-i dikkat anekdotlar bulunmaktadır.

Sözü yine Nihat Çetin hocamıza getirecek olursak, kendisi hem büyük bir âlim hem de tam bir İstanbul efendisi idi. Yukarıda da belirttiğim gibi müşkillerin halledicisiydi. Ona doğrudan talebe olamadığım ve sohbetlerinden direkt istifade edemediğim için ne kadar hayıflansam azdır. Yazık ki, yazıklar olsun ki, irtihalinden bu yana yaklaşık yirmi beş yıl geçtiği halde hakkında dört başı mamur bir eser yazılmadı. Bilmem ki vefasızlığımızı “Şeyh Vefa Hazretleri”ne mi şikâyet etmek gerekir.

Ben burada merhum hakkında uzun uzun bilgiler verecek değilim. Zaten buna sütunumuz da müsait değil. Hocamızın diğer bir özelliği de güzel yazı sanatında büyük bir maharet sahibi olmasıydı. Evet, Nihat Çetin usta bir hattat idi ama hiçbir hocadan meşk etmeden kendi kendini yetiştirmişti. Geçen gün, vefatından sonra yazılan makalelerden birini okurken onun bu özelliğine işaret eden cümlelerle karşılaştım. Teberrüken naklediyorum:

“Hüsn-i hat sanatıyla da meşgul olmuş, ancak hiçbir hocadan meşk etmemiştir. Bu husus kendisine sorulduğunda; ‘yurdumuzda, bilhassa İstanbul’da yaşayan bir kimsenin etrafı sayısız hat hocalarıyla doludur. Zira camiler, kabirler ve bir çok eski eserlerdeki kitabeler olsun, kütüphanelerdeki nice Kur’an-ı Kerim nüshaları ve nadir yazma eserler olsun, bunların her biri, görebilen kişi için değeri biçilmez hüsn-i hat hocalarıdır’ derdi. Usta hattatların imzasız yazılarını üsluplarından tanıyabilen dostu Uğur Derman’a kendi yazdığı bir hattını, imzasız olarak gösterip ondan ‘ustaca yazılmış bir yazı’ hükmünü duyuncaya kadar bu şekilde hat meşketmiş, hattın kendisine ait olduğunu açıklamamıştır.”

Sık sık tekrarladığım bir sözü, hazır yeri gelmişken bir kere daha vurgulamak istiyorum. Erbabının da gayet iyi bildiği gibi Osmanlı medeniyeti, bir bakıma da taşa yansıyan, taşı taşlıktan çıkartıp sanat eseri haline getiren bir medeniyettir. Başta çeşmeler ve sebiller olmak üzere diğer bütün Osmanlı eserlerindeki kitabeler, ayrıca mezar taşları bu medeniyetin canlı göstergeleri olarak bugün de arz-ı endam etmektedirler. İstanbul’da adım başı bu kitabelerden biriyle karşılaşabilirsiniz. Bütün mes’ele, Nihat hocanın da dediği gibi görebilmekten ibarettir. Görmeyi bir yana bırakınız, biz bakmasını bile bilmiyoruz. Evet doğrudur, her bakan göremez ama görmek için de bakmak gerekiyor. Hem de dikkatli bir gözle, rikkatli bir kalple nazar etmek icap ediyor. Eskilerin “basar” ve “basiret” dediği baş gözüyle kalp gözü ittifak edince, ilahi ve beşeri sanat eserlerindeki güzelliklerin ve özelliklerin, hiç değilse bir kısmına nüfuz ediliyor. Bu gün – maalesef – hassasiyetimizi yitirdiğimiz için bakmasını da, görmesini de bilmiyoruz. Kendi şehrimizde yabancı gibi dolaşıyoruz. Yabancılar bile önceden hazırlanıp geldikleri ve tarihi eserleri merakla tetkik ettikleri halde, ne yazık ki biz böyle bir ihtiyaç duymuyoruz.

Devamı için: http://www.gazetevahdet.com/guzel-yazinin-guzellestirdigi-alim-nihat-cetin-3387yy.htm

Bu haber toplam 1090 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim