Tasavvuru ve tahayyülü dahi mevcut değilken bunu nasıl yapacaktır? İnsanın bu âlemde hissettiği yoksunluğu gidermeye yönelik çabalarından biri efsane üretmektir. Efsaneler iki çeşittir. Kimi efsanelerde tarihte yaşamış olan gerçek bir şahsiyet bulunmaktadır. Bu tür efsanelerde kahraman, tarihte belli bir süre yaşamış kişidir, -otuz yıl, elli yıl, altmış yıl yaşamıştır- fetihler yapmış, zaferler kazanmış, sonra hastalanmış, ölmüş ya da öldürülmüştür.
Daha sonra insan bu şahsı alıp, mâveraî bir şahsiyete dönüştürmüştür; bu, olması gereken, ama gerçekte olmayan, insanın olmasını istediği halde hiçbir zaman olmayacak bir şahsiyettir. Binaenaleyh, sıradan tarihî kahraman alınmakta, daha sonra o, zihinlerde büyük bir efsanevi kahramana dönüştürülmektedir. Bu kahraman, artık var olan değil, olması gereken bir kişidir.
Bunun örneklerden biri Ebu Müslim’dir. Ebu Müslim, Horasan’da kabadayılık yapan bir köleydi. Bir oraya bir buraya gider, karnını doyurmak ve güce ulaşmak için fırsat kollardı. Onun için kime bağlı olunacağının hiçbir önemi yoktu. -Bu, güçlü bir İranlı da olabilirdi, Arap da olabilirdi, İslam olabilirdi, Şia olabilirdi, kısaca her şey ve herkes olabilirdi, onun açısından bunların hiçbirinin farkı yoktu.- O, güç peşinde,maceracı bir insandı, liyakatliydi de. Güçlü bir askeri kabiliyete ve komutanlık liyakatine sahipti. Abbasî hareketi gelişmiş, Benî Ümeyye saltanatı zayıflamıştı. O gün artık rüzgarın Abbasîler’den yana estiği malumdu ve gelecek yıllarda iktidarın Abbasi’lerin eline geçeceği kesindi. Ebu Müslim, hükümette olmasına rağmen oldukça zayıflamış Ümeyye oğullarına karşı, gittikçe güçlenen Abbasîlerin yanında yer aldı. Onlara sayısız hizmetlerde bulunuyor, güç ve makam elde etmek için sayısız cinayetler işliyordu. Nitekim bazı makamlara da ulaştı. Abbasiler, onu işlerine yaradığı sürece yanlarında tuttular; fakat [kendisiyle çıkar ilişkilerinin bittiği] bir gün Ebu Müslim, ücretini almak isteyince, halifenin bir el işaretiyle perdenin arkasından çıkan askerler onu öldürdüler, böylece mesele bitmiş oldu.
Ebu Müslim işte böyle bir adamdı. Ancak daha sonraları gittiğimiz kütüphanelerde, kahvehanelerde ve işittiğimiz kıssaların İçinde Öyle bir Ebu Müslim’le karşılaşıyoruz ki onun -bu işleri yapan ve sonra da bu şekilde öldürülen- Ebu Müslim Horasanî ile bir benzerliği bulunmadığı gibi, tarih boyunca yaşamış diğer büyük insanlar ile de bir benzerliği bulunmamaktadır. Bir kere bu Ebu Müslim asla ölmez, canlıdır, ölümsüzdür. İkinci olarak Ebu Müslim, asla yenilmez; üçüncü olarak tekrar zuhur edip işine devam edecektir. O her yerdedir, hem Türkiye’de, hem İran’da kısaca her yerde ve her şehirdedir. Sonra onun hem çok büyük bir bilge, hem yüce bir ahlak sahibi, hem çok büyük bir güç sahibi olduğunu görüyoruz. Öyle ki bunun artık tarihteki gerçek Ebu Müslim ile hiçbir benzerliği bulunmamaktadır.
Diğer bir örnek de İskender’dir. Pur-Davud1 ona sitem etmiş ve ömrünün sonuna dek şöyle feryat etmişti: “Neden bu melunu o kadar büyüttüler, o kadar kutsallaştırıp yücelttiler.”
İskender Yunanlı bir gençti. İran’a saldırmış, İran hükümetini devirmiş, Cemşîd’in tahtını ateşe vermiş ve Hahamenişlerin2 tüm görkemini yok etmiştir. Kendisi ve halefleri uzun müddet boyunca İran’da hükümetlerini sürdürdü ve İran milletinin güçlü ve görkemli medeniyetini Yunan ordusunun ayakları altına serdi. Binaenaleyh onun İran’da tarihin en menfur adamı olarak anılması ve kendisinden iblis ve melun diye bahsedilmesi gerekiyordu. Ondan melun – bunu ben söylüyorum – diye söz etmeseler de her halükârda o, batıdan İran’a saldırmış, Dârâ’yı3 yok etmiş ve Hahamenişleri ortadan kaldırmış bir askerdi. Önce kendisi, daha sonra da halefleri İran’da bir müddet saltanat sürmüş ardından da yenilip gitmişlerdir.
Evet, İskender de tarihte var olan diğer kahramanlar gibi bir kahramandı. Fakat efsanelerdeki İskender böyle değildir. Tüm hüneri yakmak, yıkmak ve öldürmek olan bu Yunanlı sapkın ve zayıf gençten, ölümsüz, yenilmez ve insanlığın kurtuluşu için daha çocukken kılıcını kuşanmış muvahhid bir şahsiyet yarattılar. O, Şiîlerin yazdığı İskendernamelerde4 Ali sevgisiyle dolu biridir ve Süleyman’ın sarayına gidip orada Süleyman’a ve Süleyman’ın sarayındakilere Ali sevgisinden bahsetmiştir. Tüm erdemlere sahiptir. Peki hangi erdemlere? İnsanlann sahip olduğu erdemlere değil, insanların sahip olmaları gereken ancak sahip olmadıkları ve asla da sahip olmayacakları erdemlere! O asla ölmez, asla yenilmez, ona kılıç işlemez, onda hiçbir ruhî ve ahlakî kusur yoktur. Onun misyonu sadece ve sadece insanın kurtuluşudur. O, bu yüzden İran’a saldırmıştır. Tek hedefi insanlığın kurtuluşa ermesi ve tevhid düşüncesinin dünyadaki tüm kalplere girmesidir. Mevcut İskender’den işte böyle bir yan tanrı ve büyük bir hayalî kahraman yaratmışlardır.
Diğer bir mitoloji ya da efsane çeşidi daha vardır ki bunun gerçekle hiçbir alakası yoktur. Bu tür mitolojilerde geçen olaylar da kişiler de dünyada hiçbir zaman var olmamışlardır. Onlar tümüyle hayal ürünüdür ve gerçek değildir. Onlar tanrıçalar ve yarı tannlardır. Yarı tanrı nasıl yaratılıyor? Mesela insanda varolan hislerden biri de aşktır. Bir ferdi ya da topluluğu tutkuyla, katıksız ve çıkarsız olarak sevmektir. Bu insanî İhtiyaçta hiçbir çıkar güdülmemeli, onda bencillik, çıkarcılık gibi kirler yer almamalıdır. Ancak insan tüm aşklara bir şeylerin bulaştığını, içine heveslerin karıştığını, kişisel çıkarların ve bencilliğin bulaştığını ya da içinde zaaflar banndırdığını ve çabucak tükendiğini görünce, bu İhtiyacını giderememektedir. İnsanın mutlak, temiz ve kutsal bir aşka ihtiyacı vardır ve böyle bir aşk ise yeryüzünde yaşayan, nefes alan ve diğer binlerce tutkuya sahip olan insanın kalbinde oluşamaz ve devam edemez. O halde ne yapmalı? Bu ihtiyacı nasıl gidermeli? Elbette ki aşk tanrıları yaratarak. Bir duygu ve bir düşünce şahsiyet kazanıyor, dış dünyada tecessüm ediyor ve bir puta, bir tanrıçaya ve bir hayali zata dönüşüyor. İnsanı, tarih boyunca kendi toplumunda ya da kendi döneminde mutlak derecesinde fedakârlığa sahip bir insan görmeye muhtaçtır. Yani başkalarının menfaati söz konusu olduğunda, onun toplumuna, halkına, insanlığa olan aşkı ve sevgisi ön plana çıkar. Artık onun için kendisi yoktur, tüm istekleri ortadan kalkar, kişisel çıkarlarını ve beklentilerini unutur ve diğerlerinin menfaati için kendisini kolayca feda eder.
İnsan tarihe bakıyor, yeryüzünde yaşayan insanları gözden geçiriyor ve bu dünyada yaşayan insanın böyle bir duyguya ve böyle bir güce sahip olamayacağını görüyor. Hatta, bu dünyada fedakârlık yapan ve toplum için kendisini feda etmeye hazır bulunan İnsanları gördüğü zaman bile şöyle düşünüyor: Onun bu fedakârlığına bencillik ya da şöhret arzusu karışmıştır. Çektiği kılıcın yüzde sekseni başkalannın menfaati içinse de mutlaka yüzde yirmisi gösteriş içindir. Hatta canını ortaya koyma durumlarında bile bazen bütünüyle bencillik göze çarpmaktadır. Gerçek insanın en pâk ölümlerinde bile bazen bencilliğin ve gösterişin lekesi açıkça görülebilmektedir.
Mevlana Mesnevî’de büyük bir mücahitten bahsediyor ve diyor ki o kılıçlar çekti, cihatlar etti. Sıcak ve kanlı savaşlardan muzaffer olarak döndü. O ömrünün sonlarına doğru oturdu, kılıç çekip kinle ve kudretle kılıç vurmanın kendisine zevk verdiğini düşündü. Kişisel ve bireysel tutkularından biri -bu, kendini göstermek biçiminde olabilir ya da “ben büyüğüm ve ben bir kahramanım” şeklinde gösteriş yapmak biçiminde olabilir- onun bu cesaretinde hatta fedakârlığında etkili oluyordu. Bunun üzerine adam bir köşeye çekilir ve ibadetle meşgul olur. (Ben onun yaptığı bu işi savunmak istemiyorum, bu örneği başka bir mesele için veriyorum.) Ağır ve zor oruçlar tutar, çokça namaz kılar, zorlu zikirlere ve riyazetlere yönelir. Riyazet halindeyken bir gün savaş davullarının seslerini ve kahramanların cihada çağıran haykmşlannı duyar. Sokaklardan silahlann, atların ve savaş borazanlarının keskin sesleri gelmektedir. Savaş sahnesinin kurulmakta olduğu ve cihadın başlayacağı açıktır. Bir ömür boyu savaşmış ve cihat etmiş bu adamy birden irkilip dışarı çıkar. Savaş sesleri ve savaşın isminin geçmesi onu tahrik eder ve riyazet için inzivada bulunduğu yerden onu dışarı çıkarır. Sonra birden kendine gelir ve der ki: “İşte bu benliktir, bu feda olmak ve cihat ismiyle beni aldatmak isteyen “kendi” bencilliğimdir. Niçin? Niçin sen, kendin? Şimdi “kalk savaşa git, İnancın ve dinin uğrunda kendini feda et” diyen sen, o zaman cihada çağırdıklarında beni inzivaya yönlendirmemiş miydin? “Bu kez kal, yeteri kadar savaştın artık görevini tamamladın, insan daha ne kadar savaşır ki…” dememiş miydin? O halde neden şimdi beni savaşa sürükiüyorsun. Sen, aynı sensin, sen aynı adamsın. Sen beni savaşta tehlikesi daha az olan yerlere götürmüyor muydun? Tehlikeli ve ölümün kaçınılmaz olduğu yerlerden beni uzaklaştırmıyor muydun? Peki neden şimdi ısrarla beni savaşmaya çağınyorsun?
Neden olduğunu biliyorum. Çünkü sen kendindeki “bencilliği” öldürmeğe karar vermişsin, (Yani “Benliği, yani “nefs”i öldürmeğe) bunun başka bir çaresi yok diyorsun. Eğer beni öldürmek istiyorsan neden kimsenin bilmediği ve görmediği bu ıssız inziva köşesinde beni böylesine boğuyorsun? Burada öleceğime beni o cephede öldür kî benim öldürüldüğümü ve feda olduğumu görsünler. Böylece en azından bir mücahit olarak tanınayım. Beni neden bu köşede yavaş yavaş öldürüyor ve boğuyorsun? Bu durumda hiç kimse beni anlamayacak ve yaptığım bu fedakârlığı bilemeyecek!
Bir Müslüman, Ebu Cehil’in göğsüne oturunca o şöyle dedi: “Boğazımın şuradan aşağısını kes.” Müslüman: “Aşağıdan ya da yukandan kesilmesinin ne farkı var?” deyince o şöyle dedi: “Başımı mızrağa takınca herkesten yukarıda dursun ve herkes, bu başın Ebu Cehil’e ait olduğunu anlasın.” Bu duygu az ya da çok herkeste vardır. Fakat bazen o kadar zarif bir güce sahiptir ve o kadar latif perdelere, tevillere ve yorumlara sahiptir ki insanın kendisi bile bunu anlayamamaktadır.
Benim hocalarımdan biri diyordu ki, bir topluluğa girip yer olmadığı halde yukanlarda bir yerlere oturmak isteyen bir kişi, kendisine zorla yer açmaya çalışır. Görenler, onun ne kadar bencil biri olduğunu düşünür. Bazılanna İse yukarıya buyurun diye ne kadar ısrar etseler de: “Hayır biz yere, ayakkabılarımızın üstüne oturduk” derler. İkinci defa davet edildiklerinde ise: “Teşekkür ederiz, burası çok rahat.” derler. İnsanlar, onlar hakkında ne kadar mütevazı insanlar diye düşünürler. Halbuki hakkında böyle düşünülen insan, diğerlerinden daha bencil olabilir. Yukarıda oturmak isteyen kişinin az bir bencilliği vardır ve: “Benim yerim orası ben de oraya gitmek istiyorum, herkes benim yukarıda oturmaya layık olduğunu anlasın” der. Ancak aşağıda oturmak isteyen ise demek istiyor ki: “Benim yerim de orasıdır. Beni, siz oraya davet ediyorsunuz. Demek benim yerimin yukansı olduğunu anladınız. Bu durumda benim bencilliğimin derecesi de en az onlarınki kadardır. Ancak ben şunu göstermiş oluyorum: Ben o kadar iyi biriyim ki gördüğünüz gibi aslında yerim yukarıda olmasına rağmen, ben aşağıda oturuyorum. İşte bu benim onlara göre sahip olduğum izafi bencilliktir.”
Ruhsal meseleler bazen öyle bir şekilde tecelli eder ki onu dikkatli bir şekilde analiz edip yorumladığınızda, onun yüzündeki perdeyi kaldırdığınızda zahiren güzel görüntüsünün altından “kişiliğinin”, “nefsinin” ve “çıkarlarının” mutlak hakikati ortaya çıkar.
Ancak insan, sevebileceği, kendisine dayanabileceği, hatta tapınabileceği bir ruhunun olmasını ister. Ama o ruh, mutlak derecede yüce bir fedakârlığa sahip olmalıdır. Yani onda hiçbir şekilde bencilliğin, kişisel çıkarcılığın, hatta -gerçekten kendini feda edecek bile olsa- “ben kendimi feda edebilecek bir adamım” gibisinden yapacağı gösterişin lekeleri bulunmamalıdır. Böyle bir şey mümkün değildir. Kesinlikle mümkün değildir. Ama ona ihtiyacımız var ve yaratıyoruz. Neyi? Pro-mete’yi- Promete’yi yaratıyoruz. Promete, dünyadaki en meşhur yan tanrılardan biridir. Onu Atinalılar ve Yunanlılar yarattılar; fakat daha sonra Roma’ya oradan da tüm dünyaya gitti. Promete tannlar alemindeki Yunan tanrılarından biridir ve her şeyle dopdoludur. (Güzelliğe, güce, iyiliğe, sevimliliğe, tanrıların sahip olduğu mutluluğa, hayata, her şeye sahiptir; hiçbir şeye ve hiç kimseye ihtiyacı yoktur.) Ancak o, heyecan verici bir eyleme kalkışıyor. Yani kendisine, makamına, diğer tanrılara ve içinde mutlulukla yaşadığı dünyaya karşı, insan için kıyam ediyor, gelip tanrılar âleminden ateşi çalarak, bunu yeryüzünde soğukta ve karanlıkta yaşayan, ateşe muhtaç olan ve bu ihtiyacını gideremeyen insana veriyor.
Devamı için: http://www.izdiham.com/ali-seriati-insan-nicin-efsane-uretir/































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.