• İstanbul 16 °C
  • Ankara 18 °C

Ayasofya kubbesini görme tarihimiz

D. Mehmet DOĞAN

Yahya Kemal, tarihin nasıl okunacağını öğrenmek isteyenler için gerçek bir rehberdir.

Doğudan batıya, kuzeyden güneye Selçuklu yürüyüşü Malazgirt zaferiyle yeni bir istikamet alır: Anadolu, ki o zaman Diyar-ı Rum’dur, yurt olacak, Kostantiniye kızılelması ele geçirilecek...

“Kostantiniye kızılelması”nın sembolü Ayasofya kubbesidir. Yahya Kemal, Malazgirt zaferiyle “Anadolu’nun kapıları denizlere kadar açılmış bulunuyordu” der. “1081’de Türk atlıları, ilk defa, İstanbul’un karşı sahilinde Fenerbahçe ile Üsküdar arasında göründüler. İstanbul’u ve Ayasofya kubbesini Anadolu yakasından ilk gören Türk gözleri bu gözlerdir.” Başka bir yazısında bu ordunun kumandanından, Kutulmuşoğlu (Kutalmışoğlu) Süleyman’dan da bahseder.

Kutalmış ve oğulları Selçuklu tahtında hak iddia ederler, bu veraset meselesi Selçukluları epey uğraştırır. Bir rivayete göre, Alparslan Süleyman’ı Anadolu’nun fethiyle görevlendirir. Yeni bir ülke açılacak ve oranın hâkimi olacaktır. Süleyman, Anadolu’yu doğudan batıya beş yılda kateder ve devletinin merkezi olarak İznik’i seçer. Tarihçiler Rum Selçuklularının kuruluş tarihi olarak 1075’i kabul ederler. Bu durumda Süleyman Şah ve askerleri “Kızılelma”yı Yahya Kemal’in dediği tarihten daha önce görmüş olabilirler.

Tarihin özü şu: Malazgirt zaferi kazanıldığında İstanbul’a doğru yürüyüş başlamıştır.

Bu yürüyüşü Haçlı seferleri duraksatır. Selçuklular merkezlerini İstanbul’un burnunun dibinden Anadolu’nun ortasına, Konya’ya taşımak zorunda kalır. Selçuklu mirasını Osmanlı sürdürür. Osmanlı Beyliği’nin ilk merkezinin Bilecik olması tesadüf değildir. Orhan Bey, Bursa’yı fethettikten sonra 1331 yılında İznik'i alır ve başkentini İstanbul’a daha yakın olmak için İznik'e taşır. Sonra Bursa’ya dönülür ama hedef değişmemiştir. Osmanoğulları için İstanbul’un fethi baba vasiyetidir. Aslında bu vasiyet nesilden nesile geçmiştir, adeta kültür genlerimize işlemiştir. Fethe kadar hiçbir şekilde vazgeçilmeyen bir hedeftir İstanbul. Fetihten sonra şehrin çehresini değiştirmek için imar hamleleri yapılır, Anadolu’dan nüfus nakledilir. Aksaray, Karaman semtleri bu iskânın hatırasını taşır. Yüz yıl içinde İstanbul artık bir İslâm şehridir. Osmanlı Bizans mirasını da her bakımdan korur. Patrikhane’nin devamı sağlanır, çok sayıda kilise faal haldedir.

“Kostantiniye kızıelması”nın sembolü Ayasofya, cami yapılır. Bu yapılırken mabedin ismi dahi değiştirilmez. Aya Sofya, Latince Santa Sofya veya Aziz Sofi, kutlu hikmet veya mukaddes bilgelik demektir. Buna benzer bir örnek Hıristiyan dünyasında bulunamaz. Camiler ya tahrip edilmiş ya farklı amaçlarla kullanılmış, kilise yapılmışsa da (ki bu Balkanlarda olabilir ancak) camilik döneminin ismi sürdürülmemiştir.

1934’te Ayasofya’nın camilikten çıkarılması, İstanbul’un fethettiğimiz için Hırıstiyan dünyasından özür dileme olarak yorumlanabilir! Sevr’deki mutabakata uyum geç de olsa sağlanmıştır!

Maşeri şuur, Ayasofya’nın müze yapılmasını hiçbir zaman kabullenememiştir. 1950’li senelerde İstanbul’un fethinin 500. Yılının kutlanması fırsata dönüştürebilirdi. Bunun önü Yunanistan’la ABD gözetiminde yakınlaşma kesmiştir ve Demokrat Parti İstanbul’un fethinin 500. Yıldönümünü yasak savma kabilinden kutlamıştır.

O yıllarda Osman Yüksel Serdengeçti, Necip Fazıl ve Nureddin Topçu gibi isimler Ayasofya’nın asli kimliğine dönmesi yönünde fikirlerini ortaya koyarlar. Bu öyle bir konudur ki, Osman Yüksel’in Ayasofya yazısı veya şiiri mahkemelik olur, yazar için savcı idam talep eder! Bu Türkiye’de hukukun ideoloji tarafından nasıl körleştirildiğini apaçık ortaya koyar.

Bu yıllar tek parti dönemi sentetik millet kimliğine karşı bu topraklardan kaynaklanan ve millette karşılığı olan kavramlar ve büyük şahsiyetler ön plana çıkarılmaya çalışılır. Nureddin Topçu sentetik milliyetçiliğe karşı geniş arkaplana sahip bir milliyetçilik görüşü oluştururken Ayasofya’dan da söz etmesi ilgi çekicidir: “Milliyetçiliğimizin bayrağı Fatih tarafından Ayasofya'ya çekildi. Yavuz aynı mâbette hilafeti teslim alırken Büyük Muhammed'in davasının hizmetkârı olacağını haykırarak bu davanın ruhuna İslam'ın mukaddes kanını karıştırdı. Toprağıyla, havasına İslâm'ın ruhu sinen Anadolu'da Osmanoğullarını'nın kurduğu ve altı yüz sene onların eliyle gelişen büyük devletimizin yaşattığı ideal işte böyle bir milliyetçilikti.”

Topçu, Fatih’i konuşturarak Ayasofya üzerinden Türkiye’nin manzarasını çizer. Fatih’in serzenişleri aslında bütün milletin kabullerinin ifadesidir: “Heyhat bana, heyhat asil evlâdıma! Bu şehri görmek istemem artık. Ufuklara çevriliyorum. Bakışlarım daha uzaklara dalarak, düşman emelleriyle minarelerinde ezan sesleri susturulan Ayasofya'nın kubbesinden Irak ve Acem'in hudutlarına kadar bütün Anadolu'yu kucakladı. Nice yüz bin şehit kaniyle üzerinde birlik kurduğumuz bu vatan ne kadar perişan olmuş!”

Velhasıl Ayasofya’nın yükü ağırdı…  

Ayasofya: Bir hâkimiyet sembolü

İstanbul’un fethi kutlamaları bize Fatih’in mahzun emaneti Ayasofya camiini hatırlatıyor.

Fethin kahramanı Genç Fatih, 29 Mayıs salı günü öğleye doğru Topkapı’dan içeri girdikten sonra doğruca Ayasofya’ya gitmişti. Burada atından inen genç Sultan, binayı gezdikten sonra mihraba çıkıp dua etmiş ve şükran hissiyle secdeye kapanmıştı. Mabedi terk ederken avluda mermerleri sökmeye çalışan bir yeniçeriye şiddetle engel olmuş ve binanın camiye çevrilmesini emretmişti.

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un en büyük mabedini hükümranlık hakkı olarak camiye tahvil etmiş ve böylece zengin vakıflarla yaşatmak için ilk adımı atmıştı. Osmanlı Devleti hilafete de sahip olduktan sonra, Ayasofya çok önemli bir dinî merkez olarak kabul edilmişti.

Büyük şairimiz Yahya Kemal, Millî Mücadele sırasında yayınlanan "Ezan ve Kur'an" yazısında devletimizin manevî temellerini hiç kesilmeyen ezan ve Kur'an seslerinde arar:

"Birgün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 857 (1453) senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan, hal-i vaki'di (hâlâ devam ediyor). Bu ezanı dinlerken Fatih'i asıl mânasıyle ilk defa idrak ettim!"

"Yavuz Sultan Selim'in Hırka-i Saadet'i Mısır'dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hafız nöbetle Kur'an okur. Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur'an sesi kesilmemiştir."

"Gezintilerden bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki mânevî temeli vardır: Fatih'in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor. Selim'in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur'an ki hâlâ okunuyor."

"Eskişehir'in, Afyon Karahisar'ın, Kars'ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz." (30.3.1922 Tevhid-i Efkâr)

Yahya Kemal’in Millî Mücadele’nin heyecanlı günlerinde gönülden duyarak ifade ettiği, ezan ve Kur’an muhtevalı devlet ve toplum fikri, aslında bir yıl önce Büyük Millet Meclisi tarafından millî marş olarak kabul edilen İstiklâl Marşın’da dile getiriliyordu.

Fatih, İstanbul’un fethinden hemen sonra bir hâkimiyet alameti olarak Ayasofya’ya camiye çevirmişti. Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesi ile ilgili olarak saltanatın kaldırılması, hilafetin ilga edilmesi gibi uygulamalardan sonra, Ayasofya’nın camilikten çıkarılması da beklenmeliydi.

Lozan’ı çok övüyoruz, ölü doğduğu bütün taraflarca kabul edilen Sevr’i de lânetliyoruz. Fakat, Sevr öncesinde ve sırasında batılı büyük güçlerin aldığı kararların sonradan uygulama alanı bulduğunu unutuyoruz. Mesela, İstanbul’un başkent olarak kalmayacağı. Padişah’ın İstanbul’da bırakılmayacağı. İstanbul başkent olmaya devam ederse, Padişah İstanbul’da kalırsa, Türklerin hiç yenilmediği sanılacaktır! “Eğer İstanbul’daki Padişah, geçmişin anıları ve prestijiyle yaşayan milliyetçi bir grubun denetiminde olacaksa herkesi yeni sorunlar beklemektedir.”

Ayasofya’nın camilikten çıkarılmasının neden on yıl sonra uygulamaya konulduğunu şimdilik bilmiyoruz. Fakat Sevr’in ön görüşmelerinde Ayasofya konusunun gündeme getirildiğini, İngiliz Hariciye Nazırı Lord Curzon ile Fransız mevkidaşı Berthelot’un 12.12.1919’da Ayasofya için “eğer tefrik edici bir muamele gerekliyse...bütün mezhep ve itikatların eşit çıkarlara sahip bulunduğu tarihî bir anıt olarak muamele edilebilir ama hiçbir inanç tarafından ibadet amacıyla kullanılamaz” kararı aldıklarını biliyoruz.  (bkz. Paul C. Helmerich: Sevr Entrikaları, sf. 152)

Ayasofya’yı kim ibadet maksatlı kullanıyordu?

24 Ekim 1934’ten itibaren Ayasofya ibadete kapatıldı! İçindeki cami olduğunu hatırlatan bütün malzeme boşaltıldı. Yalnız, Allah, Muhammed ve dört halife levhaları cesametlerinden ötürü kapıdan çıkarılamadı...1 Şubat 1935’ten itibaren de Fatih’in bu mübarek emaneti vakıf cami, müze olarak açıldı! Bu bir tesadüf mü? 

Ayasofya’yı camilikten çıkarıldıktan 6 ay sonra İngiliz Kralı 8. Edward gönül rahatlığı ile ziyaret etti!

1970’den sonra sağcı iktidarlar, binayı Fatih’in vakıf şartlarına uygun şekilde camiye çevirmek için epeyce çaba sarfettiler. Fakat nafile! Türkiye Cumhuriyeti’nin hâkimiyet sınırları, Ayasofya camiinin bahçesine kadardı!

 

Türkiye Ayasofya’ya açarak hükümranlığının sınırlarına genişletti!

Ayasofya’nın ibadete açılması, Türkiye’nin varlık temellerine uygun bir dönüşüm olarak görülmelidir. İstanbul ne kadar bizimse, İstanbul Fatihi’nin cami olarak vakfettiği Ayasofya da o kadar camidir. Fatih Sultan Mehmed İstanbul’un fethinden sonra tarihe karışan Doğu Roma’nın imparatorunun meşru varisidir. İmparatora ait bütün hak ve yetkiler Sultan Mehmed’e geçmiştir. Bu sıfatla, Patrikhane’nin devamına karar vermiş, boş olan patriklik makamına yeni patriğin seçilmesini sağlamış, yeni patriğe asasını ve tacını bizzat vermiştir. Ermeni patrikliğini kurdurmuş ve Ayasofya’yı da cami yapmıştır.

Her iki patrikhane o günden bugüne devam ediyor, bir statü değişikliği yok. Bir tek Ayasofya’nın mahiyetinde değişiklik yapılmıştır, o da son Danıştay kararından sonra Fatih’in vakfına uygun şekilde devam edecektir.

Ayasofya beş yüz yıla yakın cami olarak ayakta tutulmuş bir yapıdır ve Osmanlı devraldığı mirasın hakkını vermiştir. Ayasofya cami iken de herkese açıktı, birçok yabancı bu tarihi eseri gezmiş ve intibalarını yazmıştır. İstanbul nasıl tartışmasız, bize ait bir şehirse, Ayasofya da tartışmasız bize ait bir camidir. Onun tarihî mahiyeti camilikten haleldar olmaz. Mabeddi, mabed olarak devam ettirilmiştir. 

Şuna dikkat edelim: Ayasofya ismi korunmuştur. Bu ne demek olur? Aya Sofya, Latince Santa Sofya veya Aziz Sofi, kutlu hikmet veya mukaddes bilgelik demektir. Buna benzer bir örnek Hıristiyan dünyasında bulunamaz. Camiler ya tahrip edilmiş, ya farklı amaçlarla kullanılmış, kilise yapılmışsa da (ki bu Balkanlarda olabilir ancak) camilik döneminin ismi sürdürülmemiştir.

Türkiye Ayasofya’yı açarak ülke üzerindeki hükümranlığının tam olduğunu göstermiştir.

Ayasofya konusunda dışarıdan (ve ona paralel olarak içeridin) gelen tepkiler beklenen tepkilerdir. Çünkü Batılı devletler ve kamuoyu Ayasofya’nın müze olmasında hemfikirdir. Nasıl İstanbul’un fethini hazmedemiyorsa, Ayasofya’nın cami olmasını da kabullenememektedir. Türkiye bu dayatmaya epeyce mukavemet etmişse de, sonunda boyun eğmek zorunda kalmıştır. Şimdi dayatmaya boyun eğmeyeceğini ilan ediyor!

Atina patriği ne demişti? “Türkiye Ayasofya’yı cami yapmaya cesaret edemez.”

Türkiye bunu cesaretini göstermek için yapmadı, hükümranlığının hakkını vermek için yaptı.

Dış tepkiler Türkiye’nin tam hükümranlığı konusundaki eski kanaatin yansımasıdır. İç tepkiler ise, batı yalakalığının tezahürüdür ve zihnimizin nasıl saldırılar altında kaldığının, teşevvüşe uğradığının göstergesidir.

content_ayasofya-dergisinin-28-29-birlesik-sayisi-yayinlandi_p41dr_big.jpg

Ayasofya 28-29.Sayı Mart-Haziran 2023

Bu yazı toplam 158 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 1
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim