• İstanbul 12 °C
  • Ankara 7 °C
  • İzmir 14 °C
  • Konya 7 °C
  • Sakarya 11 °C
  • Şanlıurfa 12 °C
  • Trabzon 11 °C
  • Gaziantep 9 °C
  • Bolu 7 °C
  • Bursa 12 °C

Bilge Yazarlar Eğitimi tamamlandı

Bilge Yazarlar Eğitimi tamamlandı
Türkiye Yazarlar Birliği ve Ankara Valiliği’nin iş birliği, Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğünün desteği ile geliştirilen “Bilge Yazarlar” projesinin eğitimcilerin eğitimi programı 12-13 Şubat 2022 tarihlerinde tamamlandı.

Ankara’daki lise öğrencilerinden okumaya yazmaya meraklı gençlerin yazma becerilerinin geliştirilmesinde görev alacak 30 eğitici öğretmenin katılımı ile TYB Genel Merkezi toplantı salonunda gerçekleşen programda yazarlar;  Mustafa Çiftçi, Sadık Yalsızuçanlar, D. Mehmet Doğan ve A. Ali Ural, roman, hikaye, şiir, deneme ve öykü yazmanın yol ve yöntemleri hakkında bilgiler verdiler.

Ankara Valisi Vasip Şahin’in talimatları ile Ankara Valiliği AB ve Dış İlişkiler Bürosunun geliştirdiği yazarlık eğitimine yazma beceri ya da merakı olan 200 öğrenci katılacak. Eğitici öğretmenlerin Gençlik Merkezlerinde ve gerektiğinde kütüphanelerde yüz yüze düzenleyecekleri yazar eğitimleri atölye çalışmaları şeklinde gerçekleşecek.

Lise 9. ve 10.sınıf öğrencilerine yazarlık eğitim verecek öğretmenlerin eğitilmesi programının sonunda katılımcılara TYB Genel Başkanı ve Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Musa Kazım Arıcan imzalı katılım belgesi verildi.

13 Şubat 2022 tarihinde eğitici olarak görev yapacak öğretmenlere “Hem Okudum Hem Yazdım” başlıklı bir konuşma yapan TYB kurucu ve Şeref Başkanı  D. Mehmet Doğan,  “Bu pazar sabahı, soğuk günde burada buluştuk. Sizlerle yeni tanışıyoruz. Hem öğretmensiniz hem de arkadaşlarımın bana söylediğine göre yazmaya meraklısınız, yazanlarınız var. Belki kitabı olanlar var, onları ayrıca tanımak isterim. Belki bu programdan sonra diğer arkadaşlar da kitap yazarlar arasına katılırlar. Tabii bu yazar okulu efsanesi 1980’lerin sonunda başlayan bir uygulama. Türkiye Yazarlar Birliği’nin İzmir Caddesi’ndeki dönemin şubesinde iki kurs açmıştık. Birisi senaryo yazarlığı idi. Senaryo yazımı çok fazla bilinen bir şey olmadığı için hem sinema hem de televizyon için senaryo yazarlığı kursu mevcuttu. Daha çok TRT’de çalışan ve bu işle ilgilenen arkadaşlar katılıyordu. Hem teorik biraz da pratikti. İkinci kurs ise hikâye yazarlığı üzerineydi ve Necip Tosun yürütüyordu. Daha sonra 2000’li yıllarda “Yazar Okulu” adını verdiğimiz yazarlığa hazırlama seminerlerine başladık. Haftada beş gün süren bir atölyeydi. Dört günün programı doğrudan yazarlıkla ilgili olmakla birlikte teknik derslerdi. Diğer günün programında ise felsefe yoluyla düşünmek, din ve düşünce, edebiyat ve iletişim, siyasi teoriler gibi başka sahalarda zihin jimnastiği yapmak amacıyla konulmuş dersler mevcuttu.” dedi.

D. Mehmet Doğan sözlerini şöyle sürdürdü:

“Yani bir yazar sadece teknik öğrenerek kendini geliştiremez. Programın muhtevasının zenginleştirilmesi için bu sahayla ilgili akademiden arkadaşlarımız veyahut da yazarlık alanında tanınmış arkadaşlarımız bu dersleri verdiler. Tabii biz iki sene öncesine kadar her yıl bir dönem iki, iki buçuk ay yazar okulu yapıyorduk.  İki sene önce malum bu salgın patladı ve o dönemki yazar okuluna başlayalı bir ay olmuşken bütün etkinlikler, bildiğiniz gibi, durduruldu. O zaman bir kapattık, bir daha da yazar okulu etkinliği yapamadık. Şimdi, o yüzden yeniden başlamış gibi kendimi hissediyorum. Şimdi bir müzik dinleyelim bakalım. Şarkı dinlemeyen iyi bir yazar olamaz. Nitekim benim konuşmama seçtiğim başlık “Hem Okudum Hem Yazdım”.  Neden türkü önemli, Ahmet Hamdi, Yahya Kemal gibi bizim eski yazarlarımız bizim romanlarımız türkülerimizdir, demişlerdir. Biz eskiden her şeyi öyle uzun uzun anlatan bir millet değildik. Yapmayı biliyorduk fakat yaptığımızı anlatmayı pek fazla bilmiyorduk veya önemsemiyorduk. Mesela Dünya’nın en seçkin mimari eserlerini yıllar boyunca ortaya koymuşuz. Fakat Mimar Sinan’ın Tezkiretü’l Bünyan isimli eseri olmasa hiçbir bilgiye sahip değiliz. Veya çok büyük savaşlar yapmışız, zaferler kazanmışız ama bu zaferleri anlatmayı ihmal etmişiz. Bir de resim olmadığı için bu olayları resim olarak da canlandırmayı başaramamışız. Tabii bazı Osmanlı savaşlarıyla ilgili minyatürler var. Onlar da sınırlı ve daha çok Kanuni ve Yavuz Sultan Selim dönemlerindeki savaşlarla ilgili. Dolayısıyla geriye bir söz ve müzik hafızası kalıyor. Ve anlattığımız her şeyi biz bu yolla anlatmışız. Biz, Türkiye Yazarlar Birliğinin kırkıncı yılı dolayısıyla Edirne’den Mostra Kültür Kervanı adıyla kırk tane yazarın, şairin katıldığı bir faaliyet düzenledik.  Bu etkinlik Edirne’den başlıyordu, biz de Edirne’ye gittik. Orada Edirne’ye Yunanistan’dan mübadele etmiş bir değerli hoca  ile buluştuk. Bir baktık ki davul-zurna, bir hengamedir başladı. Bu hengame, bu saz ekibi -açık havaya uygun bir saz ekibi tabii- bize adeta bir Balkan tarihi anlattı. Yani hem Edirne ile ilgili bazı eserler hem bizim Rumeli türküleri dediğimiz türküler hem de Osman Paşa marşı gibi marşlar okundu. Müzikle adeta kısa bir tarih okuması yapmış olduk.

Eğitime katılanlara “Hem Okudum Hem Yazdım” türküsünü dinleten D. Mehmet Doğan, “Evet, zaten herkesin bildiği bir türkü. Eski sanatçılardan bunu okumayan yok. Şimdi Çehov’a istinat edilen bir söz var; “Eğer sahnede bir silah varsa onun patlaması gerekir.” Eğer bir tiyatro sahnesinde silah görünmüşse bir sebeple çıkmıştır ve yapması gereken işi yapmalıdır. Yoksa boş yere sahneye onu çıkarmanın anlamı yok. Yazarken de aynı şekilde. Eğer bir şeyden bahsediyorsanız onun metinle alakalı olması ve metni açıklaması lazım. Yani bu silah sırası geldiğinde varlığını gösterecek, rolünü oynayacak akışta yeri yoksa da zaten orada görünmeyecek. Bu canlı varlıklar için de öyle insan dışındaki bütün canlılar adeta programlandıkları şekilde hareket edebilir. Yani onlara bir şey eklemek, onlardan bir şey çıkarmak mümkün değildir. Daha fazlası nasıl olabilir, o canlının bir akla sahip olması lazım. Akıl devreye girdikten sonra ancak programlandığınızın dışında bir şeyler yapabilirsiniz. O yoksa daha fazlasını yapmak mümkün olmaz. Tabii akıl iradeyi de gerektirir. Akılınız varsa onu nasıl kullanacağınıza dair bir iradenizin de olması lazım, seçim yapabilmeniz lazım. Evet, insan dışındaki bütün canlı varlıklar için bu söylediğimiz doğru. Diğer canlıların akıl, hafıza, konuşma, düşünme melekelerinin olmadığını sanıyoruz, en azından şimdiki bilgilerimiz ışığında. Tabii hayvanlar taklit yoluyla bir takım sesler çıkarıyorlar. Papağan konuşuyorlar ama papağanların konuştukları ancak kendilerine öğretilen kadardır, ondan öteye gidemezler ve bizimle de konuşamazlar. Yani cümle kurmak, muhakeme etmek onların işi değil.”

D. Mehmet Doğa sözlerini şöyle sürdürdü:

“Gelelim insana. Akıl, düşünmeyi ve düşünerek hareket etmeyi gerektirir. Düşünmek hafıza yoksa söz konusu değildir. Yani öğrendiklerinizi, hissettiklerinizi eğer zihninizde saklayamıyorsanız sizin muhakeme yapmanız mümkün değil. Dolayısıyla o öğrendiklerinizden bir şeyler çıkarmanız söz konusu olamaz. Tabii hafıza bir kayıt cihazı. Bellek deniliyor ama bellemekten ötedir hafıza. Bellekte sadece bellemek, öğrenmek var. Hafıza ise saklamak, korumaktır. Hafıza bizim bütün geçmişimizi saklar. Şahsi geçmişimizi. Yani daha önce başımıza gelen şeyler. Öğrendiklerimiz, okuduklarımız, düşündüklerimiz… Tabii hafızanın da bir kapasitesi, gücü var. Kiminde bu kapasite yüksek kiminde fazla değil. O kapasiteye göre bütün bunları saklar ve biz eğer bir şey yapacaksak, bir şey söyleyeceksek hafızamızdaki bu bilgilere göre yaparız. Bir an hafızamızın silindiğini düşünelim. Sabahleyin evden çıktınız işte Yazarlar Birliğine geleceksiniz. Bütün yol bilginizi kaybetmiş durumdasınız. Yola çıktınız karşınızdan gelenler var. Tanıdığınız biri varsa selam vereceksiniz ama tanıdığınız, tanımadığınız diye bir şey kalmamış. Her şey bir. Bütün insanlar bir. Dolayısıyla hafıza esastır. Hafıza kayda geçirir. Dedik ki akıl iradeyi gerektirir. Düşünen insan seçme iradesine sahiptir. Akıl, hafıza, düşünme yanında insanın konuşabilme yeteneği vardır. Bunlar birbirinin tamamlayıcısıdır. Eğer konuşamasa idik akla da ihtiyacımız olmayabilirdi. Daha doğrusu konuşamasaydık bunların bir anlamı kalmazdı. Aklımız, düşünmemiz, hafızamız; konuşma olmadan bizde kapalı kalır. Düşündük, bizde kaldı. Öğrendik, bizde kaldı. Onu dışarıya yansıtamadık. Yani sadece kendimiz için biliyoruz. Sadece kendimiz için öğreniyoruz, düşünüyoruz. Bu mümkün değildir. Yani başta söylediğimiz gibi bir silah sahneye çıkmışsa onun mutlaka yapması gerekeni yapması icap eder. Evet, insan konuşur. Konuşmak bütün bunların kullanılması, dışa vurulması anlamına gelir. Derdimizi, meramımızı konuşarak ifade ederiz. Tabii işaret dili var. Mimik var. Birtakım hareketlerle bir şeyler anlatma imkânımız var ama bunlar konuşmaya göre fazla kıymeti olmayan şeylerdir. Ancak konuşmaya yardımcı unsurlar olarak bunları görebiliriz. Ve insan dili olan bir varlıktır. İnsan yavrusu dil öğrenmeye kabiliyetli olarak doğar. Yani doğuştan çocuğun dil öğrenme kabiliyeti vardır. Çocuk hangi ortamda doğduysa o ortamın dilini iki üç yaşında öğrenmiş olur. Bizde öyle yani Türkçe kolay öğrenilen dillerdendir. Bazı diller daha ağır öğreniliyormuş yani dört-beş yaşında. Türkçe kolay öğrenilen dillerden ve çocuklarımız iki-üç yaşında konuşmayı öğreniyorlar. İnsan için konuşan hayvandır derler. Tabii hayvan kelimesi bugün bizde pek hoş karşılanmayan bir kelime ama hayvan canlı demektir. İnsan konuşan bir canlıdır, bunun Türkçesi. İşin özü konuşmaktır. Esas olan konuşabilmektir. Tabii konuşamayan insanlar da var. Onları hariç tutarak söylüyorum. Konuşmak için ne gerekiyor akıl gerekiyor, muhakeme gerekiyor. Muhakeme ne demek? Bildiklerimiz arasında kıyaslama yapmak ve oradan bir sonuca varmak. Yani insan zihni çok hızlı bir şekilde bütün bunları yapabiliyor ve ortaya bir fikir koyabiliyor. Ve bütün bunlar konuşmak için. İnsan konuşmasaydı, konuşarak kendini ifade etmeseydi bütün diğer unsurlara da ihtiyacı olmayacaktı. İnsan hayatını iki sıfatla özetleyebiliriz; İnsan anlayan ve anlatan bir varlıktır. Çocuk doğduğu andan itibaren hem –en başta annesi olmak üzere- çevresini tanımaya çalışır hem de ona kendini anlatmaya çalışır. Yani anlama ve anlatma faaliyeti daha doğar doğmaz başlar. Çocuk nasıl ifade eder. Tabii en başta ağlayarak ifade eder. Onun ağlamasının ne anlama geldiğini annesi veya yakınları iyi bilirler. Zamanla tabii bu ağlamaya diğer durumlar da eklenirler. Konuşmaya gelinceye kadar çocuk, ihtiyaçlarını bu şekilde anlatmış olur. Konuşan insan hafızasındakini diğer insanlara aktarmak için yazıyı icat etmiştir. Diyoruz ki o yüzden insan konuşur ve yazar. Konuşmak nasıl tabii bir şeyse yazmak da olağandır. Nasıl konuşabiliyorsak aynı biçimde yazabilmeliyiz de. Başlangıçta konuşmanın yazılı hâle getirilmişidir yazı. Tabii burada bir halka eksik kaldı. İnsan önce okur yani anlar, sonra da yazar yani anlatır. Tabii okumak deyince aklımıza hemen kâğıt üzerine yazılmış şeyler, kitaplar vs. geliyor. Çünkü şu anda okumak deyince bunu anlıyoruz. Okumak aslında sadece kâğıt üzerindekini, kitaplardakini okumak değildir. Aslında çevresindeki her şeyi okur. Mesela çok üşüyen birisiysek bir yere girdiğimizde en sıcak yere geçeriz. İnsan zihni çevresini okur ve hızla çözer. Evet, insan çevresindeki her şeyi okur, anlar ve anlamlandırır. Bu okuma herkesin yaptığı bir şey. Herkes okur ama Mevlana’nın dediği gibi herkes aklı miktarınca anlar. Bunun için bizim okula gidip tahsil öğrenmemize ihtiyaç yoktur. Hiçbir şey bilmesek bile bu okumayı yapabiliriz ama eğer biz bilgilerimizi arttırmışsak, kültürümüzü arttırmışsak okumamız da ona göre daha zengin olur. Hani Kuran’da “Oku!” diye bir ayet var ya. Biliyorsunuz bu Hira Mağarası’nda geçen bir vaka. Orada vahiy meleği Hz. Peygamber’e bir okunacak metin mi getirdi, hayır. Elde okunacak bir metin yok. Hz. Peygamber’in cevabı ben okuma bilmem, idi. Okunacak şey aslında o ilahi metindir. Onun ille de kâğıt üzerinde olması gerekmez. En büyük ilahi metin de kâinattır, yaratılmış olan şeylerdir. Bizim okuyacaklarımız da aslında bu okumaların bir cüzüdür. Belki tamamını okuyamayız, ona gücümüz yetmez ama çıplak gözle bu dünyada olup bitenleri anlayacak kavrayacak şekilde bir okuma yapabiliriz.        Evet, başlık olarak “Hem Okudum Hem Yazdım” ifadesini seçtik. Bu türkü çok ünlü 1930’larda olan bir hadise üzerine yakılmış. Coğrafi olarak da Çorum Osmancık’ta bir köye ait. Türkü yakılır veya havalandırılır. Türkü için bu tabirler kullanılır. Aslında bu türkü yazmak demektir. Bir az önce dediğimiz gibi yazmak ille de kâğıt üzerine kaydetmek demek değildir, zihne işleyecek şekilde ifade etmektir. Bu türkü sekiz heceli, kısa mısralı manilerden oluşuyor. Türküler genellikle manilerden oluşur. Eskiden mani söylemek veyahut atmak çok yaygın bir şeydi. İnsanlar toplu hâlde bulunduğu zaman, herkes belli bir kültür edindiği için yani sözlü geleneğe vâkıf oldukları için, mani atışmaları yaygın olarak yapılırdı. Türkülerin çoğu da böyle oluşurdu. Nitekim Azeriler buna “mahnı” diyorlar. Neden türkülerin çoğu manilerden oluşur. Çünkü kısa hecelidir, basit fakat kuvvetli ifadeler vardır, akılda kalması için de böyle olması gerekir. İki kere dinleseniz bu türküyü de ezberlemiş olursunuz. “Hem okudum hem de yazdım/ Yalan dünya senden bezdim” ifadeleri giriştir. Aslında bu türkü bir annenin ağzından yakılmış bir türkü. Bu bezginlik ifadesinin başta belirtilmesi hikâyenin yakıcılığından geliyor. “Dağlar koyağını gezdim/ Yiten yavru bulunur mu” ifadesinde de gördüğümüz gibi bir yavru hasreti mevcut. “Kurşun gelir sine sine/ Merhem koyun yaresine/ Öldürmüşler Mehemmed’i/ Haber verin annesine” şeklinde devam eder. Tabii bu ses sanatçıları bu türküleri okurken hepsini okumazlar. Biz burada okunmayan kısımları da okuyup geçeceğiz; “Seni vuran dağlı mıydı/ Kurşunları yağlı mıydı/ Düşman seni vurur iken/ Senin kolun bağlı mıydı”. Hikâye şöyleydi galiba; köyünden bir sebeple dışarı çıkmış ve eşkıyaların saldırısına uğramış bir delikanlıyı öldürmüşler. Bu olay üzerine de bu türkü yakılmış. “El yazıya el yazıya/ Duman çökmüş göl yazıya”. Tabii yazı sözcüğünün bir diğer anlamı ova. “Kurban olam kurban olam/ Beşikte yatan kuzuya”. Tabii genç ölmüş ama onun belki de yeni doğmuş bir çocuğu var. Beşikte yatan kuzu da o. “El veriyor el veriyor/ Orta direk bel veriyor/ Döndüm baktım sol yanıma/ Mehemmed’im can veriyor”. Tabii ne olmuş evin orta direği yıkılmış. Buradan evde başka bir erkeğin olmadığını çıkarabiliriz. “Atalardan aldım öğüt/ Derelere diktim söğüt/ Hep kırılsın Avşar eli/ Mehmet gitti baba yiğit”. Bu belki bir Avşar türküsüdür. Yani o kadar üzüntü içindeki anne bütün Avşar elinin üzüntü içinde olmasını istiyor. Son kıta ise farklı bir noktaya temas ediyor; “Karalı bayrak kaldırdım/ Çifte davullar dövdürdüm” yani büyük bir düğün yapılmış. “Kınamayın komşular/ Kademsiz gelin getirdim”. Burada geline uğursuzluk atfediyor. Bu da herhalde annenin canının çok yanmasından kaynaklanıyor diye düşünüyorum.        Evet, bu bir ağıt. Bir ananın ağzından söylenmiş. Ne diyor başta “Hem okudum hem de yazdım”. Bu ananın 1930’lu yıllarda, o zamanın köy hayatında okul yazarlığının olması mümkün değil. Devletin eli o zamanlar o kadar uzun değil ve o kadar yetişmiş öğretici yok. Ama buna rağmen hem okudum hem yazdım, diyor. Nedir peki okuduğu? Olan bitenleri okumuş zaten. Yani anlatılanlardan bir okuma, anlamlandırma yapabiliyor. Dolayısıyla okuduğundan hiç şüphemiz yok.”

e59dd36b-eacd-4f80-a296-79a5ac5e192c.jpgfcfc937f-9115-4c2f-ac5c-84799c3f9a26.jpgce5776ac-0497-413e-823c-86aa9d33fcfc.jpg42ede8ee-f937-48fd-9a4e-2f97e11cc74d.jpg

cb0d2855-b768-40be-ab8c-8f66caf25a3c.jpg8371c637-7184-47d4-a9e6-2a9a4714ebce.jpgf9f317a2-6344-493a-a2f3-1f29994d03ac.jpg

Bu haber toplam 1814 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim