• İstanbul 17 °C
  • Ankara 23 °C
  • İzmir 22 °C
  • Konya 21 °C
  • Sakarya 17 °C
  • Şanlıurfa 26 °C
  • Trabzon 19 °C
  • Gaziantep 24 °C
  • Bolu 12 °C
  • Bursa 19 °C

Çin’in Kuşak-Yol İnisiyatifinin Psiko-Ekopolitik Analizi ve Kuşak-Yol’un Türkiye’nin Orta Koridoru ile Entegrasyonu

Çin’in Kuşak-Yol İnisiyatifinin Psiko-Ekopolitik Analizi ve Kuşak-Yol’un Türkiye’nin Orta Koridoru ile Entegrasyonu
Ercan Demirci yazdı.

Çin’i İçinden Anlamak

Sonuncusu geçtiğimiz hafta olmak üzere, bu yıl içinde farklı vesilelerle üç kez Çin’i ziyaret ettim. Bu ziyaretler, uzun süredir masa başında yaptığım okumalarla kurduğum “Çin bilgisi”ni sahadaki gerçeklikle karşılaştırmam açısından önemli bir imkân sundu. Ancak bu süreçte fark ettiğim temel bir husus vardı. Bizzat müşahede ettiklerim, doğrudan Çin kaynaklarından edindiğim bilgiler ve sahada gördüklerimle; Türkiye’de ve dünyada üretilen Çin anlatısı arasında ciddi bir uçurum olduğuydu. Çünkü bugün Çin üzerine dünyada ve Türkiye’de üretilen bilgilerin büyük bir kısmı, Çin’in kendisine değil; Batı’nın Çin’e dair kurguladığı tahayyül ve tespitlere aittir. Akademik metinlerden medya söylemlerine kadar uzanan geniş bir literatür, görünürde Çin’i anlamaya çalışmakta ise de gerçekte Çin’i değil, Batı’nın kendi anlam dünyasını yeniden üretmektedir.

Batı’nın kavramlarıyla kaleme alınan her Çin analizi, ister istemez Batı düşüncesinin ölçü ve ön kabullerini taşımaktadır. Oysa Çin, bu ölçülerin hiçbirine tam olarak sığmaz. Çünkü Çin’in tarihsel birikimi, toplumsal düzeni ve siyasal aklı, Batı’nın bilgi sistemlerinden farklı bir zeminde şekillenmiştir. Batı için devlet, bireyin özgürlüğünü sınırlandıran bir otoritedir. Çin içinse devlet, düzenin ve sürekliliğin taşıyıcısıdır. Batı düşüncesinde değişim, ilerlemenin şartı sayılırken; Çin düşüncesinde süreklilik, bilgelik ve istikrarın kaynağıdır. Bu temel fark, Çin’in dışarıdan okunmasını zorlaştıran temel saiklerdir.

Ancak bu zorluk yalnız Batı’nın kavramsal yetersizliğinden değil, Çin’in kendi tutumundan da kaynaklanmaktadır kanaatindeyim. Zira modern dönemlerde Çin, küresel sistemle ilişki kurabilmek için Batı’nın dilini ve kavramlarını ödünç almış, fakat bunu yaparken kendi anlam evrenini ve tarihten getirdiği kültürel derinliği kısmen yitirmiştir. Çin, kendini anlatmak isterken, çoğu zaman başkalarının onu anlaması için değil; onların istediği biçimde anlaşılmak için konuşmaktadır. Bu durum, Çin’in zihinsel özgünlüğünü gölgede bırakmakta ve dış dünyada onu edilgen, hatta bazen çelişkili bir aktör gibi göstermektedir. Bugün Çin’in önündeki en büyük entelektüel sorun tam da burada husule gelmektedir. Çin kendi tarihsel sürekliliğini koruyarak dünyaya açılmakla, küresel dilin kalıplarına uyarak görünür olma arasında sıkışmıştır. Bu ikilem, Çin’i bir yandan kendi tarihinin ağırlığıyla, diğer yandan modern dünyanın hızına yetişme baskısıyla baş başa bırakmaktadır.

Pekin’de, Şanghay’da ve Şian’da farklı çevrelerle gerçekleşen görüşmelerde dikkatimi çeken en temel şey, Çin’in kendisini anlatmaktan çok davranışını sürdürmeyi tercih etmesiydi. Çin’in, dünyaya kendini nasıl anlatacağına dair tutarlı bir stratejiye sahip olduğundan emin değilim; ancak kesin olan şu ki Çin, muhataplarınca anlaşılmak için sözden çok eylemi tercih etmekte. Bu ülke, konuşarak değil yaparak; açıklayarak değil, uygulayarak var olmayı seçiyor zannımca. İşte bu nedenle Çin’i anlamaya çalışan herkes, onun söylemlerine değil, eylemlerine ve eylemlerinin ardındaki süreklilik ilkesine odaklanmalıdır. Çünkü Çin’in esas dili, kelimelerde değil; davranışlarında gizlidir. Çin tarihin farklı dönemlerinde farklı ideolojik biçimlere bürünmüş olsa da özünde aynı aklın, aynı refleksin ve aynı devlet hafızasının devamıdır. İmparatorluktan cumhuriyete, Mao’dan Xi Jinping’e uzanan çizgide değişen biçimlerin ardında, değişmeyen bir stratejik derin ve gizil sabır ve düzen fikri vardır. Çin, varlığını bu süreklilik duygusu üzerinden kurar, dünyaya da bu sessiz, fakat ısrarlı ritimle cevap vermektedir. Bu anlama ve anlamlandırma çabamda Çin’in modern davranış biçimini, yalnızca ekonomi veya jeostrateji üzerinden değil, daha bütüncül bir düzlemde ele alma arayışındayım.

Analizim, özellikle Çin’in Kuşak-Yol İnisiyatifini psiko-ekopolitik bir perspektifle değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Henüz yaygınlık kazanmamış bu kavramsallaştırma ile kastettiğim, bir devletin ekonomik eylemlerini, onun psikolojik sürekliliği ve kültürel refleksleriyle birlikte anlamaya imkân veren bir analiz çerçevesidir. Bu bağlamda, Kuşak-Yol stratejisinin yalnızca yatırım ya da altyapı projeleri olarak değil, Çin Devleti’nin ve dolayısıyla Çin milletinin zihinsel ve davranışsal sürekliliğinin güncel bir tezahürü olarak okunması gerektiği kanaatindeyim.

Bu bağlamda, Çin’in tarihsel Konfüçyüs ahlakçılığını aşarak geliştirdiği bağlantısallık (Connectivity) kavramı özel bir önem taşımaktadır. Konfüçyüs’ün toplumsal ahenk anlayışına dayanan etik düzen arayışı, günümüzde yalnızca ahlaki değil; haddizatında siyasal, ekonomik ve toplumsal bir örgüye dönüşmüştür. Çin artık ihtiyaç ve iddiasında olduğu düzeni bireyler arasındaki ilişkilerde değil, sistemler arasındaki ağlarda inşa etmektedir. Lojistik hatlar, enerji koridorları, dijital veri ağları, birbirini gören gümrük sistemleri ve finansal dolaşım kanalları; Konfüçyüsçü ahengin çağdaş izdüşümüne dönüşmüştür. Böylece bağlantısallık, klasik ahlâk düzeninin sınırlarını aşarak modern bir devlet davranışı biçimi ve yeni bir küresel düzen kurma aracına evrilmiştir.

Bu dönüşüm, yalnızca fikir düzleminde değil; üretim ve pazar yapısında da somut biçimde görülmektedir. Çin, bağlantısallığı bugünün dünyasında bir kültürel söylemden ziyade, stratejik bir altyapı doktrini olarak kurgulamaktadır. Üretim zincirlerini klasik pazar denklemlerinden bağımsızlaştırarak lojistik süreklilik temelinde yeniden tanımlamakta; finansal, dijital ve endüstriyel ağları tek bir ekonomik organizma hâline getirmeyi hedeflemektedir. Bu nedenle connectivity, yalnızca ahlaki, sosyolojik veya teknolojik bir kavram değil, modern Çin siyasetinin epistemolojik zeminidir. 1949 Devrimi’nin köylü– işçi kurucu ruhunu taşıyan ardıl üç jenerasyon, Konfüçyüsçü ahlaki düzen fikrinden çıkarak, siyasal ve ekonomik bütünlüğün yeni aracını ilginç bir şekilde bu bağlantısal doktrin üzerinden inşa etmeyi başarmıştır.

Bu noktada hem bize hem de Çin’e dair ilginç bir simetriyi, eleştirel bir bakışla teslim etmek gerekmektedir. Çinliler de Türkiye’yi, bizim Çin’i bildiğimiz sığlıkta bilmekteler. Onların Türkiye algısı da büyük ölçüde Batı kaynaklıdır. Türkiye onlar için jeopolitik olarak önemli, ekonomik açıdan dinamik fakat stratejik olarak öngörülemez bir ülkedir. Batı ittifakının bir parçası, NATO üyesi ve ABD ile AB’ye angaje bir aktör olarak görülmektedir. Bu tablo, her iki ülkenin de benzer bir bilişsel tuzağa düştüğünü göstermektedir. Ne yazık ki hem Çin hem Türkiye, birbirini doğrudan değil; üçüncü bir merceğin gölgesinden okumakta hala ısrarlılar. Oysa iki ülke arasındaki tarihsel ve kültürel bağ, bu kadar yüzeysel bir okumanın ötesinde olmayı fazlasıyla hak ediyor. Çinliler ve Türkler, tarih boyunca sınırdaş olmadıklarında dahi komşu olmuş kadar benzer, coğrafi değil; daha derin bir düzlemde, stratejik bir yakınlık paylaşmıştır. Yine bu yakınlık, yalnızca ticaret yollarında değil, devlet aklının biçiminde, süreklilik anlayışında ve düzen arayışında da kendini göstermiştir. Her iki medeniyet de tarih boyunca geniş kara coğrafyalarını yönetme zorunluluğunun doğurduğu benzer bir merkezîlik, denge ve süreklilik refleksi geliştirmiştir. Çin’de bu refleks, Konfüçyüsçü ahenk fikrinden beslenen düzen anlayışıyla, Türk siyasal geleneğinde ise nizam-ı âlem ilkeleriyle biçimlenmiştir.

Dolayısıyla Çin ve Türkiye’yi birbirine yaklaştıran şey, coğrafi komşuluk değil, devletin sürekliliğini ve düzen fikrini merkeze alan tarihsel zihin biçimidir. Bu ortak yön, iki ülkenin bugünkü jeopolitik konumlarında ve küresel sistemle kurdukları temkinli, dengeli ilişkilerde hâlâ hissedilmektedir.

Bu metnin amacı, Çin’i yüceltmek veya eleştirmek değildir. Amaç, Çin’in bugünkü davranış biçimini tarihsel refleksleriyle birlikte okumaktır. Çünkü Çin’i anlamak, yalnız Asya’nın değil, günümüz dünya sisteminin de anatomisini çözmek anlamında çok değerli ve mümbit olacaktır. Çin, son yirmi senedir çok belirgin bir şekilde küresel ölçekte yeni bir sistem kurmaktan ziyade, mevcut sistemi kendi ritmine uydurmak istemektedir. Bu farkın doğru okunması, yalnız Çin’i değil, Türkiye’nin de önümüzdeki on yıllarda çok kutuplu olacağı kesin olan dünyadaki yönelimini doğru biçimde tanımlamak açısından mühimdir.

Çin’in Güncel Gerçekliği; Jeostratejik, Jeopolitik ve Ekopolitik Katmanları

Çin’in dış politika davranışı, aslında ekonomik genişlemeden çok, tarihsel bir itibar restorasyonunun yansımasıdır.  “Aşağılanma yüzyılı” addedilen 19. yüzyıl Çin’in kolektif hafızasında derin bir iz bırakmış ve bu iz, modern Çin’in hem iç yapılanmasını hem de dış açılımını şekillendirmiştir. Çinliler nezdinde Kuşak-Yol İnisiyatifi bu açıdan yalnız bir kalkınma projesi değil, Çin’in kaybettiği merkezî konumu yeniden tesis etme çabasıdır. Çin için anlaşılan o ki ekonomi araçtır ve hedef, saygınlığın ve onurun yeniden inşasıdır. Çin bugün büyümek için değil, saygı duyulmak için büyümektedir dense abartılmış olmayacaktır. Bugün Çin’in ekonomi-politiği, üretim gücünü yalnız iç pazara dayandıran değil, dış dünyayı kendi iç dengesine dahil eden bir yapıya dönüşmüştür. Devletin piyasa üzerindeki yönlendirici rolü, Batı’daki anlamıyla salt müdahaleci değil, ritim kurucu bir karakter taşır. Bu ritim, sanayi politikalarından enerji güvenliğine, dijital altyapıdan lojistiğe kadar uzanan bir süreklilik üretir. Çin ekonomisinin en ayırt edici özelliği, bir yandan kapitalist mekanizmaları kullanırken, öte yandan sosyalist planlama disiplinini terk etmeme kabiliyetidir. Bu, psiko-ekopolitik bir davranış biçimidir. Çin yaklaşık 40 senedir komünizmin yerine ikame etmek sureti ile kapitalizmi sosyalizm ile mahirane senkronize edebilmiştir.

Jeostratejik düzlemde Çin, klasik imparatorluk refleksini modern araçlarla sürdürmektedir. Tarih boyunca kara ve deniz eksenleri arasında sıkışan bu ülke, artık çoklu koridor mantığıyla hareket etmektedir. Çin denizlerde ABD ve Batı ülkelerinin çevreleme politikalarına karşılık, karada Orta Asya, Afrika ve Avrupa’ya uzanan hatları güçlendirmekte ve hatta Amerika kıtalarına dair tasarruflarda bulunmaktadır. Fakat bu genişleme, Batı’nın anladığı ve hatta batılı anlamda salt bir yayılmacılık değildir. Çin için 300 yıllık sömürge ve aşağılanma hafızasının da tesiri ile her koridor, riskten kaçışın da coğrafi biçimidir. Bu, Mao döneminin “halk savaşı” stratejisinin ekonomik izdüşümüdür. Çin ironik olmaya gayet müsait bir formda “çevreyi kuşatarak merkeze ulaşmak çabasındadır.”

Jeopolitik açıdan, en azından mevcut konjonktürde, Çin’in hedefi küresel bir üstünlük kurmak değil, sistemin merkezinde kalıcı bir yer edinmektir. Çin, bir şark kurnazlığı maharetiyle, ABD öncülüğünde inşa edilmiş küresel düzenin tüm araçlarını hem kullanmakta hem de bu araçları kendi değerler sistemine göre yeniden biçimlendirmektedir.

Kırk yıl önce, Batı dünyasında günlük işgücü maliyeti 100 dolar civarındayken Çin’de aynı emek 2–3 dolar karşılığında sağlanabiliyordu. ABD ve Avrupa, bu devasa maliyet farkının cazibesine kapılarak Çin’i küresel üretim zincirinin ucuz işgücü deposu olarak kullandı. Ancak Çin, bu “kullanılma” hâlini stratejik bir fırsata çevirdi. Batı, ucuz üretimle kar elde ettiğini sanırken Çin, üretim süreçleriyle birlikte on milyonlarca dolarlık üretim reçetesini, teknolojik bilgi birikimini ve patent portföyünü ülkesine çekti. Bu süreçte Çin, yalnızca ucuz işgücü değil, öğrenen, özümseyen ve dönüştüren bir üretim aklı geliştirdi. Zamanla Apple’ın yanında Huawei, Mercedes’in yanında BYD ve Geely gibi markalar yükseldi. Böylece Çin, Batı’nın endüstriyel ağlarında taşeron olarak başladığı yolculuğu, üretim ve Ar-Ge üslerinden biri hâline gelerek sürdürdü. Üstelik bunu yaparken yalnızca teknolojik yetkinlik kazanmadı; aynı zamanda nadir elementlerin, bataryaların ve yarı iletkenlerin stratejik değerini erken fark ederek bu alanlarda küresel tedarik zincirlerini kontrol edecek bir ekosistem kurdu.

Dünya Ticaret Örgütü’nden Asya Altyapı Yatırım Bankası’na, Şanghay İş birliği Örgütü’nden Kuşak–Yol İnisiyatifi’ne kadar her platform, Çin’in “sistem içinden sistem kurma” stratejisinin bir parçasıdır. Bu yönüyle Çin, psiko–ekopolitik düzlemde “içte kenetlenip, yine içe kapanarak genişleyen” bir devlettir. Onun için genişleme, Batı anlamında dışa taşmakla değil; dış dünyayı, kendi iç disiplinine ve kültürel sürekliliğine dahil etmekle mümkündür.

Çin Devletinin Hafızası ve Modern Dönüşümünün Motivleri

Çin’i anlamak, geçmişi hatırlamaktan çok, bugünün davranış biçimini belirleyen zihinsel sürekliliği okumakla mümkündür. Çin tarihinden hiçbir dönem bütünüyle kopmamış, hiçbir yenilik tamamen sıfırdan inşa edilmemiştir. Bu durum yalnız tarihsel istikrarın değil, aynı zamanda psikopolitik bir refleksin göstergesidir. Devletin varlık sebebi, halkın refahını sağlamak kadar, incelikli bir senkron içinde kendi devamlılığını da güvence altına almaktır. Dolayısıyla Çin tarihi, çoğu zaman iktidarların değil, devlet aklının sürekliliğini taşıyan bir bilincin tarihidir. 1949 Devrimi sonrasındaki Çin Halk Cumhuriyeti dönemi de bu gerçeklikten istisna değildir. Ve bu sürekliliğin kökeninde Konfüçyüs’ün sistemleştirdiği ahlaki düzen fikri yer almaktadır. Konfüçyüsçü düşünce, devleti bireyin iradesinden değil, toplumsal uyumun zorunluluğundan türetir. Bu anlayışta yönetici, halkın temsilcisi değil, düzenin taşıyıcısı ve garantörüdür. Batı’nın birey merkezli siyaset geleneğiyle kıyaslandığında Çin’in tarihsel pratiği, bireyi devlete değil, devleti bireyler arası uyuma tabi kılmaktadır. Böylece “adalet”, bir hak değil, bir denge hâli olarak algılanır. Bu dengenin bozulması, yalnızca toplumsal bir kriz değil, kozmik bir düzensizlik sayılır.

Çin imparatorluk geleneği, bu ahlaki çerçeveyi yüzyıllar içinde siyasal yapıya dönüştürmüştür. Han Hanedanı’ndan Qing dönemine kadar devam eden merkeziyetçi yapı, meşruiyetini Tanrı’dan değil, uyumun sürekliliğinden almıştır. İmparator, ahlaki değil, kozmik bir merkezdir ve toplumu düzen içinde tutmak, varlığının en başat gerekçesidir. Bu anlayış, modern dönemde ideolojilerin üzerinde kalmaya devam edebilmiştir. Mao’nun devrimci söylemi de Deng’in reformcu pragmatizmi de, Xi’nin merkezi yeniden tahkim eden devlet stratejisi de aslında aynı sürekliliğin farklı dilsel biçimleridir.

Tarihsel olarak Çin devleti, krizleri bastırarak değil, krizleri absorbe ederek ayakta kalmıştır. Batı tarihinde kriz, değişimin meşruiyetini sağlarken Çin tarihinde ise krizin varlığı, değişimin gerekliliğini hatırlatır ama düzenin çerçevesini değiştirmez. Bu yüzden Çin modernleşmesi, ne tamamen Batı tipi bir sanayileşme ne de Sovyet tipi bir kolektivizm olmuştur. Çin, iki modelin de özünü almış, ama ikisini de kendi tarihsel hafızasının sınırlarına tabi kılmıştır. Bu durum, psiko-ekopolitik açıdan bir davranış sabitine işaret eder. Değişim, tehdit değil, düzenin yeniden üretim aracıdır.

Çin için modern çağın en kritik kırılması, 19. yüzyılın ortasında yaşanmıştır. Afyon Savaşları ve sonrasında gelen “Yüzyıllık Aşağılanma Dönemi”, Çin’in devlet hafızasına derin bir travma olarak kazınmıştır. Bu dönem yalnızca askerî yenilgiler zinciri değil, aynı zamanda binlerce yıllık uygarlık özgüveninin sarsıldığı bir zihinsel kopuştur. Yabancı güçlerin liman şehirlerinde kurduğu sömürge yerleşimleri, Çin’in kendi topraklarında bile egemenliğini yitirdiği bir dönemi simgeler.

Batı’nın sanayi devrimiyle doğan yeni dünya ekonomisinde Çin, ilk kez küresel güç hiyerarşisinin merkezinden itildi. Yüzyıllar boyunca Doğu Asya’nın kültürel, ekonomik ve teknolojik eksenini belirleyen “merkez uygarlık” konumundan, Batı’nın periferisine indirgenmiş bir ülkeye dönüştü. İşte bu tarihsel kayma, Çin’in modern dönem dış politikasını biçimlendiren en güçlü kolektif bilinçtir.

Bu bilinç, sadece geçmişin hatırası değil, bugünün stratejik itkisidir. Çin artık bir daha çevre olmayı reddetmektedir. Ekonomik kalkınma hamleleri, enerji arz güvenliği politikaları ve Kuşak–Yol İnisiyatifi gibi projeler, aslında bu reddedişin kurumsallaşmış biçimleridir. Çin, küresel sisteme entegre olurken aynı zamanda bu sistemin içinde kendi merkezini yeniden inşa etmeye çalışmaktadır.

Yüzyılın başında imparatorluğun çöküşü ve Cumhuriyet dönemine geçiş, tarihsel bir kopuştan çok meşruiyetin yeniden tarifidir. Mao dönemi, Batı’yla hesaplaşmanın ideolojik formunu oluştururken, asıl amaç tarihsel sürekliliği devrimle yeniden meşrulaştırmaktı. Bu açıdan 1949 Devrimi, yalnız siyasal bir iktidar değişimi değil, tarihsel aşağılanma hafızasının telafi hamlesidir. Mao’nun “Yeni Çin” dediği şey, aslında “eski Çin’in yeniden doğuşudur.”

Bu süreklilik, bugün de Çin devlet davranışının temel belirleyicisidir. Çin, her krizde geçmişini yeniden hatırlayan bir devlettir. Psiko–ekopolitik açıdan bu, geçmişin zinciri değil, bilakis geleceğin düzenleyici ilkesidir. Batı, geçmişini geride bırakmaya çalışırken; Çin, geçmişini kurumsallaştırmaktadır. Bu sadette Çin sokaklarımda dikkatimi çeken en önemli hususlardan biri geleneksel kıyafetler ile gezen kızlı erkekli çiftler ve gruplardı. Bugün Çin sokaklarında özellikle genç kuşaklar arasında giderek yaygınlaşan “Hanfu ()” hareketi (Han Hanedanlığı dönemine ait geleneksel kıyafetlerin yeniden giyilmesi) bu zihinsel sürekliliğin sembolik bir ifadesidir. Hanfu, yalnızca folklorik bir tercih değil, modernleşme çağında kökleriyle yeniden bağ kurma arzusunun dışavurumudur. Gençler, Batı tarzı modernliği reddetmeden ama ona teslim de olmadan, kendi uygarlık kodlarını günlük yaşama taşıyarak “Çin olma hâlini” yeniden tanımlamaktadır. Bu hareket, devlet tarafından doğrudan örgütlenmemiş olsa da toplumsal bilinç düzeyinde kültürel egemenliğin yeniden tesisi anlamına gelir. Sosyal medyada Hanfu giyen gençlerin antik şiirler okuması, Konfüçyüs tapınaklarında yürüyüşler yapması ya da tarihî temalı buluşmalar düzenlemesi, Çin’in modernleşme sürecinde geleneği dışlamak yerine içselleştirme tercihinin göstergesidir.

1949 Devrimi ve Devletin Yeniden Kuruluşu ve Modern Zihnin Şekillenmesi

1949 Devrimi, Çin’in modern tarihinde yalnızca bir iktidar değişimini değil, devlet aklının yeniden yapılanmasını ifade eder. Çin, yüzyıllık dağınıklığın, dış müdahalelerin ve iç savaşların ardından, Mao Zedong önderliğinde yeni bir düzen inşa ederken aslında geçmişine dönüyordu. Devrim, ideolojik olarak Marksist bir çerçeveye oturmuş görünse de özünde Konfüçyüs’ün düzen anlayışının devrimci yorumu olarak okunmalıdır. Bu anlamda 1949, Batı’nın anladığı biçimiyle bir kırılma değil, devletin hafızasını yeniden kurumsallaştırma sürecidir.

Bu kapsamda Çin Komünist Partisi’nin “Yeni Çin” söylemi, bu açıdan bir ideolojik slogan değil, bir psikopolitik rehabilitasyon programıdır. Yüzyıllık Aşağılanma Dönemi’nin bıraktığı travma, Çin’in zihinsel dünyasında iki temel duygu üretmişti. Bunlar güvenlik kaygısı ve bütünlük ihtiyacıydı. Mao döneminin radikal uygulamaları zorunlu kolektivizasyon, kültür devrimi, dışa kapalı kalkınma stratejisi bu iki duygunun farklı biçimlerde dışavurumuydu. Mao için kalkınma bir ekonomik büyüme değil, bağımsızlık psikolojisinin yeniden tesisi anlamına geliyordu.

Bu dönemde devlet, ekonominin de ideolojinin de toplumun da merkezinde yer aldı. “Parti devleti” biçimi, Batı’daki anlamıyla bir totalitarizmden ziyade, Çin’in tarihsel “merkezi denge” anlayışının modern biçimiydi. Devlet, bireyleri kontrol eden değil, toplumu hizalayan bir aktör olarak konumlandı. Mao’nun dili sertti ama amacı, dağınık bilinci yeniden tek bir akla dönüştürmekti. Bu akıl, bir ideoloji değil, bir süreklilik arzusuydu. Psiko-ekopolitik düzlemde Mao dönemi, adeta toplumsal bilincin yeniden kalibre edildiği bir laboratuvardır.

1949 sonrası dönemde ekonomi, ideolojik mücadelenin değil, devletin meşruiyet inşasının aracına dönüştü. Devlet, üretimi bir meta değil, bir kimlik meselesi olarak gördü. Tarımsal kolektivizasyon, sanayi üretimi, kırsal kalkınma projeleri… tümü, Çin’in kendi kendine yeterliliğini tesis etmek kadar, “dışa bağımlılıktan doğan aşağılanmayı” telafi etme çabasıydı. Böylece ekonomi, psiko-ekopolitik bir işlev kazandı ve toplumun hafızasını disipline eden bir araç işlevselliği için konumlandırıldı.

Devrimin psikolojik mimarisi, tıpkı Konfüçyüs’ün “orta yol” öğretisinde olduğu gibi, birey ile devlet arasındaki mesafeyi kaldırmak üzerine kurulmuştu. Bu nedenle Mao dönemi hem modernleşme hem geleneksel süreklilik açısından bir dönüm noktasıdır. Çin, bu dönemde devletini yeniden tanımlarken, toplumu da “devletin uzantısı” hâline getirdi. Bu, psiko-ekopolitik açıdan bir bilinç birleştirme projesiydi. Zira Çin’de bireyin özgürlüğü, devletten bağımsız değil, devletle uyumlu olmakla anlam kazanır.

1949 Devrimi aynı zamanda, Çin’in gelecekteki tüm dış politika davranışlarını belirleyen stratejik hafızanın başlangıç noktasıdır. Mao, Çin’in bir daha çevreye düşmemesi için kendi merkezini inşa etti ve bu merkez, yalnız toprak değil, zihinsel bir koordinat tayiniydi. Bu yüzden Çin, 20. yüzyılın ikinci yarısında büyük güçlerin hiçbirine tam olarak eklemlenmedi. Ne Sovyet sistemine ait oldu ne de Batı’ya entegre oldu. Kendi yolunu çizdi ve bu yol, bugün hâlâ Çin’in jeopolitik reflekslerinde yaşamaktadır. Mao dönemi sonunda Çin yorgun düşmüştü evet velakin devletin süreklilik kodları sağlamlaştırılmıştı. Toplum, Çin devletini ayağa kaldırmaya muvaffak olurken büyük travmalar da yaşamış ama devletin kutsallığına olan inanç sarsılmamıştı. Bu da Çin modernleşmesinin temel özelliğini oluşturdu. Devlet çökerse toplum da çöker, bu yüzden her dönüşüm devletin etrafında dönmelidir. Bu psikolojik sabite, sonraki dönemlerde özellikle 970’lerin reform döneminde hem ekonomik hem politik yönelimlerin belirleyicisiydi.

1970’li Yıllar ve Kapitalist–Sosyalist Çin’in Doğuşu ve Kissinger Etkisi

Mao dönemi, Çin’i dışa kapalı bir ideolojik disiplin içinde tutmuş, devleti ayakta tutan refleks, toplumun enerjisini içe yönlendiren bir seferberlik biçimiyle çalışmıştı. Ancak bu sistem 1970’lerin başına gelindiğinde kendi içinde doygunluğa ulaşmış, ekonomik olarak sürdürülemez, psikolojik olarak ise yorgun bir ülke bırakmıştı. Çin’in dış dünyayla yeniden temas kurması, yalnız ekonomik bir zorunluluk değil, psikolojik bir yenilenme ihtiyacı hâline gelmişti. Çünkü devrim, kendi çocuklarını yemeye başlamıştı velakin devletin refleksi hâlâ aynıydı ve bu refleks sürekliliği sağlamaktı.

İşte bu kırılma noktasında, dünya siyasetinin aklına Henry Kissinger girdi. O’nun 1971’deki gizli Pekin ziyareti, yalnız ABD–Çin ilişkilerinin değil, Soğuk Savaş sisteminin mimarisinin dönüm noktalarından birisiydi. Bu ziyaret, Mao’nun ideolojik katılığı ile zamanın ABD başkanı Nixon’ un yönetiminin realizmi arasında kurulan bir jeopolitik mutabakatın temeliydi. ABD’nin o dönemki çıkarı, Sovyetler Birliği’ni çevrelemekteydi. Çin’in çıkarı ise, izolasyonu kırmaktı. Ancak bu temasın derininde, ikili çıkarların ötesinde bir sistemsel zaruret de vardı.

1970’lere gelindiğinde Batı ekonomileri, sanayi üretiminin doyum noktasına ulaşması ve enerji krizlerinin artmasıyla yeni bir üretim coğrafyasına ihtiyaç duyuyordu. Sermaye, düşük maliyetli ama politik olarak kontrol edilebilir bir üretim alanı arıyordu. Çin, bu boşluğu doldurabilecek tek adaydı. Devasa ucuz iş gücü, güçlü devlet disiplini, politik istikrar ve düşük toplumsal maliyet bahsinde Çin müthiş bir imkân idi. Kissinger bu potansiyeli çok erken okudu. Çin’in ideolojik dönüşümünü hızlandırmadı, ama zamanı geldiğinde dönüşümü yönetilebilir kıldı.

Kissinger’ın “realpolitik” anlayışı, burada ilk kez global mühendislik ölçeğinde çalıştı. O, ideolojileri araçsallaştırarak sistemin devamını sağlayan bir stratejik akıl yürüttü. Çin’in sisteme katılması, Batı düzenini tehdit etmeyecek aksine onun ömrünü uzattı. Böylece Mao’nun kapattığı kapı, Nixon ve Kissinger tarafından aralandı. Uzun erimde görülen ve bugünün şartlarının teyit ettiği o ki bu kapıdan giren Batı değil, Batı’nın üretim mantığı olmuştu.

Bu dönemde İngiltere’nin rolü, ABD’ninkinden daha sessiz ama bir o kadar belirleyiciydi. Londra, finansal aklın merkezini elinde tutan güç olarak, Çin’in dönüşümünde hukuki ve finansal çerçeveyi şekillendirdi; Hong Kong bu yeni dönemin laboratuvarı hâline geldi. 1980’lerde geliştirilen “Bir ülke, iki sistem” yaklaşımı, aslında Çin’in kapitalizme geçişinin güvenlik supabıydı. İngiltere bu modelle, Çin’i küresel pazara bağlarken finansal aracılık rolünü korudu.

Yukarıda da ifade edildiği üzere, bu süreç Çin açısından yalnız ekonomik bir fırsat değil, stratejik bir cazibe alanıydı. Görünürde kendi işçisini birkaç dolara istihdam ediyor olsa da bu düşük maliyetli emek düzeni sayesinde milyonlarca dolarlık patentlerin ve teknolojik reçetelerin ülkesine akışını sağlıyordu. Başka bir ifadeyle Çin, birkaç dolar karşılığında binlerce patente sirayet edebiliyor ve reçete satın alıyor, kapitalizmin bilgi mimarisine emeği üzerinden sessizce dâhil oluyordu.

ABD ve İngiltere’nin Çin’e yaklaşımında temel motivasyon, jeoekonomik sürdürülebilirlikti. Soğuk Savaş, ideolojik olduğu kadar ekonomik bir savaştı. Batı’nın sistemi yalnız askeri güçle değil, sürekli büyümeyle ayakta kalabiliyordu. Bu büyümenin devamı için üretimin maliyetini düşürmek, riskini yaymak gerekiyordu. Çin, bu denklemin sessiz çözümüydü. Sosyalist kalıp içinde kapitalist üretim yapmak mahareti takdire şayan bir durumdu. Bu hibrit yapı, Batı’nın sermayesini tehdit etmeden emeğini kullanma fırsatı sundu. Böylece 1970’lerin sonunda kurulan bu yeni ilişki biçimi, “kapitalist–sosyalist Çin”in doğuşunu hazırladı.

Kissinger bu dönüşümü hiçbir zaman “Batı’nın zaferi” olarak okumadı. Tam tersine, Çin’in sisteme dâhil olmasının küresel dengeyi yeniden tanımlayacağını öngördü. 1990’ların başında Sovyetler Birliği çöktüğünde, Çin hâlâ ayaktaydı. Çünkü ideolojisini değil, devlet refleksini reforme etmişti. Bu fark, Kissinger’ın öngördüğü uzun vadeli stratejik dengeyi doğruladı. Batı sisteminin sürekliliği, Doğu’nun istikrarına bağlıydı. Ve bugün geriye dönüp bakıldığında, 1970’lerdeki bu dönüşüm, yalnız ekonomik bir açılım değil, küresel düzenin psikolojik yeniden kurgulanmasıdır.

Çin artık düşman değil, gerekli olandır. ABD için Çin; üretim, İngiltere için Çin; finans, Çin için ise Batı; meşruiyetin dış referansıdır. Her biri diğerini kendi sistemine dâhil etti. Bu karşılıklı bağımlılık, psiko-ekopolitik düzeyde bir denge bağımlılığı üretti. 1970’lerde açılan bu kapıdan sonra Çin, kendi devlet refleksini koruyarak dünya ekonomisinin yeni ritim kurucusu hâline gelecekti. Fakat bu yeni dönemin en çarpıcı özelliği şu anlama gelmektedir. Çin artık yalnız üretim yapmıyor, dünyanın üretim biçimini de belirliyordu. Bu, kapitalist–sosyalist Çin’in doğuşunun gerçek anlamıdır.

Anglo-Amerikan Sistem ile Hukuk, Sermaye ve Stratejik İşbirliğinin Gelişimi

1970’lerde kapı aralandıktan sonra Çin’in dönüşümünü mümkün kılan asıl zemin, Washington–Londra ekseninde şekillenen finansal ve hukuki mimaridir. Kissinger’ın başlattığı jeopolitik temas, Thatcher-Reagan döneminde kurumsal bir iş birliği biçimine evrildi. Bu süreçte ABD güvenlik aklını, İngiltere ise hukuk ve sermaye disiplinini devreye soktu. Çin böylece yalnız üretim zincirine değil, küresel sermaye dolaşımının normlarına da eklemlendi.

İngiltere’nin kuluçkasında rüştünü bulan Hong Kong, bu evrimin laboratuvarıydı. “Bir ülke, iki sistem” formülü, Çin’in Batı hukuku ile sosyalist kontrol arasındaki ara rejimiydi. İngiliz ortak hukuk sistemi, uluslararası yatırımcıya güven sağlarken, Çin, egemenlik denetimini kaybetmeden piyasa davranışını öğrenme olanağı buldu. 1980’lerin sonunda Shenzhen, Guangzhou ve Şanghay’da kurulan özel ekonomik bölgeler, bu hibrit yapının somutlaşmış biçimleriydi. Batı finansı için yeni bir pazar, Çin devleti için ise kontrollü kapitalizm arenasıydı bu bölgeler.

ABD açısından bu dönem, üretimi ucuzlatmanın ötesinde küresel liderliğin finansmanını sürdürebilme stratejisiydi. Sermaye, Çin’in emeğiyle çoğaldı. Çin, Batı’nın talebiyle büyüdü. Böylece iki ekonomi birbirine bağlandı, fakat bu bağlantı asimetrikti. Teknolojik üstünlük Batı’da, üretim kapasitesi Doğu’da toplandı. Bu, psiko-ekopolitik düzlemde karşılıklı bağımlılık ile karşılıklı denetim arasında kurulan yeni bir dengeydi.

Bu iş birliği, 1990’ların sonunda iki yönlü bir bağımlılığa dönüştü. Çin’in büyümesi ABD dolarına, ABD’nin fiyat istikrarı Çin’in üretimine bağlandı. İronik bir şekilde “Chimerica” olarak adlandırılan bu simbiyotik ilişki, aslında psiko-ekopolitik bir uzlaşmaydı. Batı, üretim gücünü Doğu’nun disipliniyle telafi etti. Çin, meşruiyetini Batı’nın finansal onayıyla tahkim etti. Her iki taraf da kendi zaafını diğerinin varlığıyla dengeledi. Bu dönemde Çin devleti, kapitalist mekanizmaları içselleştirirken sosyalist denetim refleksinden vazgeçmedi. Piyasa, devletin elindeki stratejik bir araçtı ve özel mülkiyet, devlet mülkiyetinin türevi olarak tanımlandı. Özellikle Hong Kong’un 1997’de Çin’e devri, bu dönüşümün sembolik tamamlanışıydı. İngiltere sahneden çekildi ama kurduğu hukuk ve finans dili ve özellikle dönüştürdüğü insan tipi Çin’in küresel sistemle konuşma biçim ve imkânı olarak kaldı. Bugün Şanghay Borsası’ndan Asya Altyapı Yatırım Bankası’na kadar uzanan kurumlar zinciri, o mirasın kurumsallaşmış izleridir.

Sistem İçinden Sistem Kurarak 2000’lerde Kendi Bağımsız Cesaretini Tesis Eden Çin

Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte dünya, liberal zaferin coşkusuna kapılmışken Çin farklı bir hesap yapıyordu. 1990’ların sonunda Batı, tarihin sonunu ilan ederken, Çin, tarihin ritmini sessizce yeniden ölçümlüyordu. 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne katılması, çoğu gözlemci tarafından küresel piyasalara entegre olma adımı olarak görülse de aslında Çin’in sistemin içinden sistemi yeniden inşa etme stratejisinin ilk büyük eşiğiydi.

Bu dönemde Çin’in temel stratejik sezgisi şuydu; Küreselleşme, Batı’nın değil, zamanı doğru okuyan devletlerin lehinedir. ABD’nin 11 Eylül sonrası güvenlik refleksleriyle içine kapandığı, Irak ve Afganistan savaşlarıyla politik enerjisini tükettiği yıllarda, Çin dikkatini sessizce ekonominin altyapısına yöneltti. Washington dünyayı askerî üslerle çevrelerken, Pekin onu üretim, enerji ve iletişim ağlarıyla sarmanın makuliyetini keşfetti ve hatta buna dair fırsat buldu.

Bu stratejik sessizlik dönemi, Çin’in psiko–ekopolitik olgunluğunun göstergesiydi. Çünkü devlet, gücün gösterilerek değil, biriktirilerek tesis edileceğini biliyordu. 2000’ler boyunca Çin, küresel sistemdeki açık alanları tespit edip, onları aşamalı biçimde doldurdu. Enerjide Afrika’ya, lojistikte Orta Asya’ya, Rusya üzerinden Avrupa’ya, finansmanda Asya kıtasına odaklandı. Bu süreçte ortaya çıkan tablo, Batı’nın “serbest piyasa küreselleşmesi”ne karşılık, Çin’in “devlet-merkezli küreselleşmesi”ydi.

Deng dönemi reformlarıyla kazanılan üretim disiplini, artık kendi sermaye birikimini yaratabilecek ölçeğe ulaştı. Çin, Batı sermayesinin finansmanına bağımlı olmadan kendi yatırım ekosistemini oluşturdu. Çin Eximbank, Asya Altyapı Yatırım Bankası, Silk Road Fund gibi kurumlar, yalnız ekonomik değil stratejik işlevler taşıyordu. Bu kurumlarla Çin, sermayeyi dışarıya yönlendirirken, o sermayenin gideceği yolları da kendi elleriyle inşa etmeye başladı.

Bu dönemin bir özelliği de teknolojik atılımlardır. Huawei, ZTE, Alibaba gibi devlerin yükselişi, yalnız piyasa başarısı değil, bilginin egemenliğini ele geçirme stratejisidir. Çin, Batı’nın “dijital liberalizm”ine karşı kendi “dijital devletçiliğini” geliştirdi. İnternet denetimi yalnız sansür değil, bir veri egemenliği anlayışının sonucudur. Çin, dijital altyapıyı ulusal güvenlik unsuru olarak tanımlayarak, bilgi çağında devletin varlık sınırlarını yeniden çizdi.

Jeostratejik düzlemde Çin, artık denge unsuru değil, denge kurucu aktör olma iradesini gösterdi. 2008 küresel finans krizinde Batı ekonomileri sarsılırken, Çin hem krizi atlatan hem de kurtarıcı rolü üstlenen tek büyük ekonomiydi. Bu durum, Çin’in Batı sisteminin içinde ama ona alternatif bir denge merkezi hâline gelmesini sağladı. Çin artık, Batı’nın belirlediği kurallara uymak yerine, o kuralları “farklı bir bağlamda” uyguluyordu. Bu fark, psiko–ekopolitik anlamda özgüvenin kurumsallaşmasıdır.

2000’lerin sonunda Çin artık kendi ekonomik ağına sahipti. 2010’lara gelindiğinde bu ağ, jeopolitik bir yapıya dönüşmeye başladı. Çin’in üretim zincirleri, enerji hatları ve deniz yolları birleştikçe, ortaya yeni bir kavram çıktı; Bağlantısal egemenlik. Bu kavram, klasik jeopolitiğin tersine, toprak kontrolünden değil, akış kontrolünden güç üretiyordu. Çin’in yeni cesareti işte bu farktan doğdu. Batı harita üzerinde hükmederken, Çin veri, enerji ve lojistik hatları üzerinde hükmetmeyi öğrendi.

Xi Jinping Dönemi: Kuşak-Yol İnisiyatifinin Hikmeti ve Devletin Yeni Dışa Açılma Biçimi

2012’de Xi Jinping’in iktidara gelişi, Çin’in yalnız bir yönetim değişikliği değil, kendi çağını ilan etmesiydi. Mao dönemi devrimin, Deng dönemi reformun, Jiang ve Hu dönemleri ise entegrasyon çağlarıdır. Xi dönemi bunların toplamının, yani devletin olgunluk evresinin adıdır. Çin artık dünya sistemine dâhil olmayı değil, kendi düzenini dünya sistemine dâhil etmeyi hedeflemektedir. Bu yeni dönemin ideolojik değil ama zihinsel sembolü “Bir Kuşak, Bir Yol İnisiyatifi”dir. Batı tarafından uzun zaman altyapı ihracı ya da borç diplomasisi olarak okunsa da Çin açısından Kuşak-Yol, bir yatırım projesi değil, medeniyetin akışını yeniden tanımlama çabasıdır. İpek Yolu’nun tarihsel hafızasını çağıran bu proje, coğrafyaları birleştirmekten önce, zamanı yeniden örgütlemeyi amaçlar. Çünkü Çin’in siyasetinde asıl mesele, mesafe değil, ritimdir. Çin için güç, haritanın değil, sürekliliğin ürünüdür. Ve bu istikamette Xi döneminde devlet aklı, Konfüçyüs’ün uyum fikrini küresel ölçekte yeniden kurguladı.

Kuşak-Yol İnisiyatifi, Çin’in dışa açılma refleksinin nihai olgunluk biçimidir. Mao döneminin iç disiplininden, Deng döneminin ekonomik pragmatizminden, 2000’lerin bağlantısal ağ kuruculuğundan sonra Xi dönemi, devletin kendine güvenen dışa dönüklüğünü temsil eder. Çin artık dış tehditleri bertaraf etmeye çalışmaktansa dış dünyayı kendi istikrarının parçası hâline getirmeyi tercih etmiştir. Bu klasik anlamda genişleme değil, psikolojik kuşatma yerine sistemsel kapsama stratejisidir. Jeostratejik olarak bu inisiyatif, ABD’nin askeri üstünlüğüne karşı altyapısal üstünlük inşa etmeyi hedeflemektedir. Deniz üslerine karşı limanlar, askeri ittifaklara karşı lojistik ağlar vs… Bu, Kissinger’ın 1970’lerde açtığı kapının artık düzen kurucu eşiğe dönüşmesidir. Çin, Batı’nın küreselleşme mirasını kendi diliyle yeniden yazarken, Anglo-Amerikan sistemin finansal kodlarını da dönüştürür. Bu yaklaşım, Türkiye açısından özel bir anlam taşır. Çünkü Kuşak-Yol’un batıya açılan en rasyonel güzergâhı, Çin’den Avrupa’ya akışı ifade eden Türkiye’nin 1990’lı yıllardan itibaren dillendirdiği Orta Koridordur. Türkiye’nin Asya ile Avrupa arasındaki jeostratejik konumu, Çin’in connectivity vizyonu için yalnız coğrafi değil, sistemik bir zorunluluktur. Pekin, Orta Koridor’u yalnız bir transit hat olarak değil, Kuşak-Yol’un siyasal meşruiyetini güçlendirecek bir ortaklık alanı olarak görür. Ankara açısından ise mesele, bu hattı taşımacılıktan çok stratejik arayüz hâline getirebilmektir. Çünkü Çin’in yükselişi, Türkiye’ye bir tercih değil, yeni bir denge imkânı sunmaktadır.

21. Yüzyılın Görünmez Coğrafyası ve Çin’in Bağlantısal Egemenliği

21. yüzyılın coğrafyası artık yalnız kara ve denizlerden ibaret değildir. Haritalar değişmemiştir ama güç, haritanın altına ve üzerine taşınmıştır. Bugün dünyanın gerçek sınırlarını enerji boru hatları, denizaltı kabloları, fiber optik ağlar, demiryolu koridorları ve veri merkezleri çizmektedir. Klasik jeopolitik çağ, toprakla, yeni jeopolitik çağ ise akışlarla yönetilmektedir. Çin, bu farkı herkesten önce fark eden devlettir. Artık savaşlar, orduların değil, ağların kesiştiği noktalarda yaşanır ve üstünlük, toprak kontrolüyle değil, bağlantı yönetimiyle sağlanmaktadır.

Kuşak-Yol İnisiyatifi, bu çağın stratejik haritasıdır. Çin, 20. yüzyılın askeri blok mantığını, 21. yüzyılın bağlantısallık (connectivity) mimarisiyle değiştirmiştir. Bu yapı, klasik sömürgeciliğin tersine, ağ kurarak egemenlik tesis etme biçimidir. Fiber hatlar yeni deniz yolları, lojistik koridorlar yeni kara orduları, enerji geçişleri ise yeni diplomasi araçlarıdır. Böylelikle Çin, küresel egemenliğin ağırlık merkezini güç kullanımından altyapı sürekliliğine taşımıştır.

Bu dönüşümün arka planı psiko–ekopolitiktir. Çin devleti, tarih boyunca düzenin sürmesi için alanı değil, akıntıyı kontrol etme refleksine sahip olmuştur. İmparatorluk döneminde bu, nehirlerin taşmasını önleyen su yönetimiyle sembolleşmişti. Bugün ise küresel sistemde veri, enerji ve mal akışının kesintisizliğini güvence altına almakla eşdeğer hale gelmiştir. Yani Çin için bağlantısallık, teknik bir mühendislik değil, devlet aklının güncellenmiş formudur.

Dünyanın 1,3 milyon kilometreyi aşan fiber optik altyapısında Çin’in payı %35’e ulaşmıştır. “Digital Silk Road” olarak adlandırılan dijital ipek yolu, Kuşak-Yol’un en görünmez ama en stratejik hattıdır. Çin’in 160’tan fazla ülkede inşa ettiği dijital omurga, yalnız bilgi aktarımı değil, düzen aktarımı işlevi görmektedir. Klasik diplomasi elçilerle, yeni diplomasi sinyallerle yürümektedir. Çin, bu yeni diplomasinin saygıya layık mimarıdır.

Benzer bir paradigma enerji koridorlarında da görülmektedir. Orta Asya’dan Pakistan’a, Rusya sınırından Myanmar kıyılarına kadar uzanan hatlar, yalnız enerji taşımakla kalmaz, bağımlılık da taşır ve bağımlılık haritasını yeniden çizer. Batı’nın enerji politikası arzı kontrol etmek üzerine kurulu iken, Çin’in stratejisi akış sürekliliğini korumaktır. Bu fark, Çin’in dış politikasını agresif değil, sabırlı ve lakin sonuçta geri döndürülemez biçimde kalıcı kılar.

 

Lojistik ağlarda Çin, demiryolu hatlarını kara diplomasisinin enstrümanına dönüştürmüştür. 2013’te yalnızca 80 olan Çin–Avrupa yük treni sayısı, 2024’te 20.000’in üzerine çıkmıştır; ancak bu trafiğin büyük kısmı hâlâ Rusya üzerinden geçen Kuzey Koridorunda yoğunlaşmaktadır. Orta Koridor, hâlihazırda kapasite bakımından zayıf görünse de Rusya–AB–ABD hattındaki gerilimler nedeniyle stratejik olarak giderek daha avantajlı bir konuma yükselmektedir.

Kuzey Koridoru altyapı bakımından olgun, taşıma süresi açısından hızlı ve operasyonel olarak oturmuş bir güzergâhtır; fakat jeopolitik risk katsayısı hızla yükselmektedir. Yaptırımlar, politik güvensizlikler ve finansal kısıtlar, uzun vadede bu hattı hem Çin hem Avrupa açısından sürdürülebilir olmaktan uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, Çin’in Avrupa’ya erişim stratejisinde Orta Koridor artık yalnızca bir alternatif değil, jeopolitik sigorta hattı işlevi görmektedir.

Türkiye üzerinden geçen Orta Koridor, coğrafi olarak en kısa, politik olarak çok kutuplu dengeye en uygun, ekonomik olarak ise çeşitlendirilmiş tedarik zincirleriyle en dirençli güzergâh konumundadır. Ancak “en rasyonel güzergâh” ifadesi, potansiyeli değil mevcut fiili durumu tanımladığında eksik kalır. Bugün Orta Koridor’un rasyonalitesi, hâlâ koordinasyon, yatırım ve siyasi kararlılık üzerinden şekillenmektedir. Çin açısından bu hat, Rusya’ya bağımlılığı azaltan bir çeşitlendirme aracıyken; Türkiye açısından, Avrasya ticaretinin yönünü yeniden tanımlama fırsatıdır.

Sonuçta Orta Koridor, bugün için rakamsal olarak zayıf ama stratejik olarak büyüyen bir arterdir. Gücünü kapasitesinden değil, geleceğin jeopolitik risk haritasına uygunluğundan almaktadır. Bu nedenle Çin için bu hat, Avrupa’ya ulaşmanın mevcut formu değil, gelecekte sürdürülebilir tek formu olmaya adaydır.

Türkiye açısından mesele, bu hattı bir transit güzergâhtan çıkarıp stratejik bir omurga hâline getirebilmektir. Çünkü Çin’in bağlantısallık projesi, yalnız taşımacılığı değil, ekonomik davranış biçimini dönüştürmektedir. Koridorlar, artık malların değil, iktidar biçimlerinin geçtiği hatlardır. Türkiye, bu geçişi doğru yönettiği ölçüde yalnız coğrafi değil, sistemsel bir merkez hâline gelebilir. Çin için ise Türkiye, Orta Asya ile Akdeniz arasında bir jeoekonomik kilittir; Türkiye’nin istikrarı, Kuşak-Yol’un batı ayağının istikrarıdır. Kablolar ve koridorlar, aslında birer metafordur. Çünkü bu çağda egemenlik, görünenle değil, aktarılanla ölçülür. Veri akışını yöneten, insan aklını; enerji akışını yöneten, ulusların kaderini belirler. Çin bu gerçeği, Batı’dan önce anladı. Dolayısıyla Kuşak-Yol, yalnız bir altyapı projesi değil, modern çağın görünmez coğrafyasının yeniden haritalanmasıdır.

Bu görünmez coğrafyanın içinde Türkiye hem doğuya hem batıya açılan tek sabit köprüdür. Çin açısından bu köprü, jeopolitik bir tercih değil, jeoekonomik bir zorunluluktur. Türkiye’nin bu zorunluluğu stratejiye dönüştürmesi, kendi devlet aklını Çin’in psiko–ekopolitik sürekliliğiyle senkronize edebilmesine bağlıdır. Çünkü 21. yüzyıl, artık kim daha güçlü sorusunun değil, kim daha bağlı sorusunun vasatıdır.

Çin’in Bağlantısal Düzeni İçinde Yeni Bir Merkez Arayışı ve Türkiye’nin Orta Koridor Projesi

Küresel sistemin güç merkezleri, yirmi birinci yüzyılda artık askerî ittifaklarla değil, bağlantı ağlarıyla tanımlanmaktadır. Devletler, haritayı silahlarla değil, lojistik koridorlarla yeniden çizerken; egemenlik, sınırların değil, akışların yönetimiyle ölçülür hâle gelmiştir. Bu bağlamda Türkiye, Çin’in kurduğu yeni bağlantısal düzenin batı ucunda, yalnız bir transit ülke değil, sistemin tamamlayıcısı ve dengeleyici ekseni olarak yer almaktadır. Orta Koridor, bu yeni çağda Türkiye’nin yalnız coğrafi değil, stratejik kaderidir.

Çin’in Kuşak–Yol İnisiyatifi, Batı’nın küreselleşme modelinden farklı olarak, sermaye ve ideoloji değil, süreklilik ve altyapı üzerine kurulmuştur. Çin, dünyayı fethetmek yerine, ona bağlanmayı tercih etmiş, egemenliği askerî değil, lojistik bir mantıkla yeniden tanımlamıştır. Bu sistemin batıya açılan hattı ise Türkiye üzerinden geçmektedir. Dolayısıyla Türkiye ile Çin’in kesişimi, bir taşımacılık anlaşması değil, iki farklı medeniyetin zamanla kurduğu ittifakın yeniden doğuşudur.

Türkiye’nin Çin ile ilişkisi yalnız ekonomiyle açıklanamaz. İki ülkenin benzerliği, yakarıda da işaret edildiği üzere üretim biçimlerinden çok, devlet aklının sürekliliğinde yatar. Çin devleti beş bin yıllık bir sabırla ritim üretme kapasitesindedir. Türkiye bin yıllık bir refleksle yön tayin edebilme rüştünü ispat etmiştir. Bu iki zihinsel disiplin, biri doğunun ritmi, diğeri batının geometrisi olarak birbirini tamamlar. Çin, zamanı yönetir Türkiye, mekânı anlamlandırır. İşte bu nedenle Orta Koridor, jeopolitik bir köprü değil, jeoekonomik bir sentez alanı olma potansiyelindedir.

Çin’in connectivity mantığında Türkiye, sistemin batı ucundaki sabit nokta olarak belirir. Hazar geçişinden Avrupa’ya uzanan güzergâhta Türkiye’nin istikrarı, Kuşak–Yol’un güvenilirliğiyle eş anlamlıdır. Çünkü Çin için altyapı yalnız beton değildir. Aynı zamanda güvenli bir zihin iklimidir. Türkiye’nin politik istikrarı, bu hattın enerji, lojistik ve finansal sürekliliği açısından psikolojik güven unsuru oluşturur. Dolayısıyla Çin’in Türkiye’ye bakışı, yatırımcı–ev sahibi ilişkisi değil, düzen ortağı niteliğindedir.

Türkiye’nin bu ortaklığı derinleştirebilmesi için üç düzeyde stratejik eylem gereklidir. Birincisi, Orta Koridor’u klasik taşımacılığın ötesine taşıyacak çok katmanlı bir altyapı vizyonu geliştirmek, yani demiryollarıyla birlikte dijital ağları, enerji hatlarını ve finansal sistemleri de içeren bütünleşik bir koridor stratejisi oluşturmak. İkincisi, bu hattı sadece Asya–Avrupa ekseninde değil, Orta Doğu, Afrika ve Doğu Akdeniz’e açılan bir jeoekonomik omurga hâline getirmek. Üçüncüsü, Türk Devletleri Teşkilatı üzerinden Orta Asya ülkeleriyle altyapı ve finansman düzeyinde kurumsal yönetişim mekanizmaları kurmak. Bu üç adım atılmadıkça, Türkiye’nin Orta Koridor vizyonu transit bir güzergâh olmaktan öteye geçemez.

Çin açısından Türkiye, Kuşak–Yol’un “son durağı” değil, batıya açılan yeni bir eksendir. Çünkü Çin, Avrupa ile entegrasyonunu doğrudan Brüksel üzerinden değil, Ankara üzerinden kurmanın jeopolitik olarak daha güvenli ve ekonomik olarak daha verimli olduğunu görmek zorundadır. Türkiye’nin Gümrük Birliği üyeliği, Avrupa finans sistemine entegrasyonu ve NATO üyesi kimliği, Çin için benzersiz bir köprü fonksiyonu yaratır. Bu, Çin’in Batı sistemine dolaylı entegrasyonunun stratejik kestirme hattıdır.

Türkiye’nin bu denklemdeki en önemli avantajı, esnek meşruiyet kabiliyetidir. Türkiye, Doğu’yla konuşurken tarihsel derinliğini, Batı’yla konuşurken kurumsal rasyonelliğini kullanabilir. Çin’in uzun vadeli sabrıyla Türkiye’nin çevik diplomatik refleksi birleştiğinde, ortaya istikrarlı ama dinamik bir merkez doğar. Bu merkez, yalnız mal ve enerji akışını değil, zihinsel akışı da yönetebilir. Orta Koridor’un geleceği, Türkiye’nin bu anlamı kurumsallaştırabilme yeteneğine bağlıdır. Bu koridor, yalnız Doğu–Batı ekseninde değil, Kuzey–Güney hattında da yeni entegrasyon imkânları sunar. Zengezur geçişinden Basra Körfezi’ne, Doğu Akdeniz’den Afrika limanlarına kadar uzanan hat, Türkiye’yi Orta Koridor’un ötesine taşır. Bu genişleme, yalnız ekonomik değil, psikopolitik bir özgüven üretir. Türkiye, bu özgüveni kurumsallaştırdığı ölçüde, artık güzergâh değil, yön olur.

Sonuçta Türkiye ile Çin arasındaki bu yeni ilişki, klasik müttefiklik ya da rekabet kategorilerine sığmaz. Bu, zaman ve mekân arasında kurulan bir ortaklıktır. Çin düzen üretir, Türkiye o düzeni anlamlandırır. Çin altyapı inşa eder, Türkiye o altyapıya tarih kazandırır. Bu yüzden Orta Koridor, bir yol değil, bir zihin hattıdır.

Sonuç: Devletin Sürekliliği, Zamanın Siyaseti ve Türkiye’nin Yeni Coğrafi Hafızası

Çin’in yirmi birinci yüzyıldaki yükselişi, modern devlet tarihinin en sarsıcı “geri dönüş” hikâyelerinden biridir. Sanayi Devrimi’ni mümkün kılan bütün dinamiklerin —nüfus, emek, kaynak, disiplin ve tarihsel birikim— sahibi olmasına rağmen, bu devrimin ritmini ıskalayan Çin, tıpkı Osmanlı ve İslam dünyası gibi, gecikmenin bedelini ağır ödemiştir. Fakat fark, bu bedeli ödedikten sonra yeniden ayağa kalkabilmesindedir. Beş bin yıllık bir devlet aklı, üç asırlık tarihî travmanın ardından, yalnız ekonomisini değil, zihinsel özgüvenini de yeniden inşa etmiştir. Bu yeniden doğuş, bir kalkınma değil, bir “zihinsel restorasyon” hadisesidir.

Ne var ki bu başarı, kendi içinde derin bir paradoksu da taşır. Çin bugün küresel sistemin en sabırlı, en disiplinli, en uzun vadeli aktörüdür; ancak aynı sabır, onun için bir güç kadar bir kapanma riskidir. Çünkü devlet, sürekliliğini koruma içgüdüsüyle çevresini tek bir ritme, tek bir merkeze, tek bir bilince tabi kıldığında; o çevreyi yönetmekten ziyade, o çevrenin rehinesi olmaya başlar. Çin’in stratejik zekâsını var eden bu yoğun merkezilik, aynı zamanda kendi çevresini boğabilecek ölçüde sıkı bir sistemdir. Kendi disiplininin kurbanı olma riski, Çin’in modern tarihindeki en büyük sınav olarak önünde durmaktadır.

Kuşak–Yol İnisiyatifi, Çin’in tarihsel sabrının somutlaşmış biçimidir. Ancak bu proje yalnızca altyapı kurmakla kalmamış, uluslararası sistemde yeni bir düzen iddiası da üretmiştir. Bu iddia, Batı’nın hegemonik mantığına alternatif gibi görünse de özü itibarıyla benzer bir merkezîlik problemi taşır. Çin düzen kurarken çevreye alan değil, yön vermektedir. Bu durum, psiko–ekopolitik açıdan Çin’in en temel açmazını oluşturur. Tarih boyunca kendi sürekliliğini dış dünyayı içeri alarak koruyan Çin, şimdi o dış dünyayı kendi ritmine uydurarak genişlemeye çalışmaktadır. Bu, Çin için yeni ve sınanmamış bir pratiktir ve dolayısıyla ki riskler de barındırmaktadır. Çin’in güçlü yanı sabrıdır, zayıf yanı ise bu sabrı evrensel bir ölçüye dönüştürme çabasıdır.

Bu eleştirinin merkezinde, Çin’in devlet felsefesinin doğasında yatan aşırı planlama refleksi bulunur. Çin, insanı, doğayı ve ekonomiyi aynı hiyerarşik denge içinde tutmaya çalışırken, bu dengenin spontane enerjisini çoğu zaman bastırır. Sistem mükemmelliğe yaklaşırken, toplumsal dinamizm azalır. Devletin aşırı rasyonelliği, bireysel sezgiyi, kültürel yaratıcılığı ve toplumsal spontaneizmi sınırlayabilir. Bu durum, Çin’in yumuşak gücünün neden hâlâ sınırlı kaldığını da açıklar. Çin, üretir ama anlatamaz, düzen kurar ama hikâye yazamaz. Çünkü hikâyeler, yalnız planla değil, rastlantıyla da büyür.

Bu noktada Türkiye’nin rolü belirginleşir. Türkiye, tarih boyunca devlet aklını spontane toplum enerjisiyle dengeleyebilmiş nadir ülkelerden biridir. Bu nedenle Orta Koridor, Çin için yalnız bir ticaret hattı değil, dengeyle dinamizmin birleştiği stratejik laboratuvar anlamına gelir. Türkiye, Çin’in planlama disiplinine karşı coğrafyanın sezgisini, Çin’in sabrına karşı hareket kabiliyetini temsil eder. Bu iki nitelik birleştiğinde, dünyanın en istikrarlı ama en esnek jeoekonomik ekseni oluşur.

Kuşak–Yol İnisiyatifi’nin geleceği, Çin’in bu psikolojik eşiği aşabilme kapasitesine bağlıdır. Eğer Çin, bağlantısallığı kontrol etmenin değil, paylaşmanın sanatı olarak yeniden yorumlayabilirse, dünya yeni bir düzenin eşiğine gelecektir. Aksi takdirde, bağlantı hatları birer bağımlılık zincirine dönüşür. Türkiye açısından bu fark yaşamsaldır. Türkiye, Çin’in ritmini paylaşabilir ama onun merkeziliğine tabi olamaz. Çünkü Türkiye’nin tarihsel gücü, ABD, AB, NATO ve hatta SSCB ve şimdiki Rusya ile olduğu üzere sistemlere dahil olarak değil, sistemlerin sınırında denge üretme yeteneğinden gelir.

Türkiye’nin Orta Koridor vizyonu, bu nedenle yalnız ekonomik değil, psikopolitik bir tercihtir. Ankara, bu vizyonla yalnız yeni ticaret yolları açmamakta; aynı zamanda kendi devlet aklını, Çin’in sürekliliğiyle Batı’nın dinamizmi arasında yeniden konumlandırmaktadır. Bu yeni konum, Türkiye’ye jeopolitik bir merkez değil, jeoekonomik bir yön kazandırır. Artık mesele, hangi blokta yer alınacağı değil; hangi ağın merkezinde olunacağıdır. Türkiye bu ağı kurabildiği ölçüde, yalnız bölgesel değil, küresel ölçekte “bağlantısal egemenlik” sahibi olabilir.

Sonuçta Çin’in hikâyesi, devleti merkeze alarak sistem kurmanın mümkün olduğunu göstermiştir. Fakat Türkiye’nin hikâyesi, o sistemlerin içinde insanı ve coğrafyayı merkeze alarak denge kurmanın zorunluluğunu gerektirir. Çin’in sabrı Türkiye’nin sezgisiyle, Çin’in planı Türkiye’nin hareket kabiliyetiyle birleştiğinde, ortaya yalnız bir koridor değil, medeniyetin yeni bir ritmi çıkar.

Kuşak–Yol İnisiyatifi, Çin’in disiplinle ördüğü küresel bir ritimdir. Orta Koridor ise Türkiye’nin bu ritmi yalnızca anlamakla yetinmeyip yönlendirebilecek tek jeopolitik sezgisidir. Çin, dünyayı sabırla bir merkeze çağırırken; Türkiye, o merkezin etrafında yeni bir denge kurma iradesini, en üst düzeyde, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın diliyle son Şanghay İş birliği Örgütü Zirvesi’nde tüm dünyanın gözü önünde dile getirmiştir. Bu denge, yalnızca taşımacılığın değil, devlet aklının yeniden yapılanması anlamına gelmektedir. Çünkü Türkiye, Orta Koridor üzerinden sadece yük değil, akıl taşımaktadır. Onun görevi, Çin’in kurduğu ağı takip etmek değil; bu ağı kendi gerçekliğinden istifade ile zamana hükmeden bir geometriye dönüştürmektir.

Bu nedenle Orta Koridor, Türkiye için bir uyum politikası değil; küresel sistemde ölçü koyma iradesinin adıdır. Çin beklemiştir; Türkiye ise zamanı yönetmeye taliptir. Şimdi tarihin ritmi değişmektedir. Çünkü Orta Koridor artık bir güzergâh değil, Türk devlet aklının çağın hızını tayin etme biçimlerinden biridir.

 

Bu haber toplam 324 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim