Devleti yaşatmak mı, rejimi yaşatmak mı?

D. Mehmet DOĞAN

Bursa’dayız, akşam geç vakit Çekirge’de bir otel götürülüyoruz.

Gece vakti mevki tayini zor.

Sabah kalkınca Hüdevendigâr’ı ziyaret etme niyetimizi fiile çıkarmak istiyoruz. “Allah adın zikredelim evvela!” Şah-ı şehid’i, hz. Murad Hüdavendigâr’ı ziyaretten önce Mevlit nazımının türbesine uğramasak olmaz. Otel kapısındaki görevliye sordum: “Süleyman Çelebi nerede?”

Adamcağız, belki de yaşayan birinden bahsettiğimi sanarak bir tereddüt geçirdi. Bilmiyordu…

Otelin sağına veya soluna doğru devam edecektik.

Soluna doğru yürüdüm…

Süleyman Çelebi diyebilirim ki, otelin komşusu idi…

Biraz yürüdükten sonra muntazam tarihî taş bir duvar Süleyman Çelebi türbesinin habercisi idi. Merdivenleri ağır ağır çıktım: karşımda 1952’de konulmuş bir kitabe var. Mevlid’in başlangıç mısraları, “Hak Taala çün yarattı Âdemi/Kıldı Âdem müzeyyen âlemi…

b1.jpg

Birkaç mısra daha ve asıl kitabe:

“Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu’nun delaletiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bursa il, belediye meclisleri ve halkı ile bütün Türkiye’nin hayırsever evlatları Mevlid yazan Süleyman Çelebiye bu türbeyi 1952 yılında hediye etmekle bahtiyardır…”

b2.jpg

Süleyman Çelebi’nin kabri/türbesi, bu mezarlıkta imiş…Son olarak 19. yüzyılın sonunda yenilenmiş. Öyle anlaşılıyor ki, 1940’lı yıllarda harab olmuş.

Bu durumda iki tavır vardır. Birincisi: “Bırak unutulsun! Rejimimiz bunları unutturmazsa, ayakta kalamaz, bunca inkılâbı neden yaptık?” İkincisi: “Mevlid, milletimizin varlık değerlerindendir. Onun meydana getirdiği derin mukavemet, bizi ve devletimizi yaşatır, güçlü kılar…”

Türkiye bu ikilemle ancak 1940’ların ortalarında karşı karşıya kaldı. İkinci Dünya savaşı sonrası Türkiye’nin rejimini tashih etmek mecburiyeti ortaya çıktı. Bunun dış baskılarla ilişkisi var elbette, yoksa Türkiye’yi yönetenler inkılâplar üzerinden tek parti rejimini tahkim etmekten memnundu.

İşte böyle bir zamanda kadim Osmanlı payitahtı Bursa’da 1946’da bazı öğretmenler, müzeciler, bürokratlar, iş adamları bir araya gelip “Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu”nu kurmuşlar. Bu o günlerde kurulan derneklerden biri olmaktan öte bir şey. Bursa’nın eski eserlerine sahip çıkmak, her an harab olması beklenen yüzlerce binlerce mimarî varlığı sahiplenmek demekti. Kâzım Baykal’ın başkan olduğu Kurum, Süleyman Çelebi’nin kaybolmakta olan kabrini ihya için harekete geçer. Bu rastgele bir onarım değildir. Bunun nasıl bir tepki ile karşılaştığını bugünün nesilleri tahmin edemez.

Türbeler kapatılmıştır! Türbe ziyareti dahi yasaktır!

Kapatmak, onları yok olmaya terk etmek demektir. Oysa birileri onları ihya etmeye kalkışmaktadır. Bu inkılâp kanunlarına açıkça karşı gelmektir!

O zaman Süleyman Çelebi’nin türbesinin ihyası sembolik olarak büyük değer taşıyordu. Esas olarak bir hafıza iadesi. İnkılapçı baskılar işi zorlaştırdı, uzattı, fakat sonucu değiştiremedi. Bazı tepkileri tesirsizleştirmek için olmalı, mimarî proje yarışması açıldı, mevzu kamuoyuna mal edildi. İbrahim Süzen ve Nurettin Özsalam’ın ortak projesi yarışmayı kazandı. Süleyman Çelebi türbesi 31 Ağustos 1952’de tamamlandı. Kitabe için de yarışma açıldı, jürisinde Ahmet Hamdi Tanpınar ve Reşat Nuri Güntekin gibi meşhur edebiyatçılar da vardı. Çevre düzenlenmesi 1 Kasım 1952’de tamamlandı ve türbe 14 Aralık 1952 günü Mevlit ve dualarla açıldı…

Bu arada, kapatılan türbelerin bazılarının açılması 1950’de TBMM tarafından kabul edildi. Yine bu yıllarda türbeleri kapatan tek parti rejimi, tarihimizin en büyük kabrini yapmak için harekete geçmişti. Gerçi türbe değil, “mozole” yapılıyordu!

Çekirge yolunda Lâmi Çelebi’ye yakın bir mevkide, Osmanlı sadeliğinde bir taş duvara rastlarsınız. Üst kısmında mermer şebekeler vardır, ortasında bir çıkma ve biraz geride açık türbe, serin serviler… Duvarın devamında çeşme…Osmanlı kabristanlarının ruhaniyetini yakalayan bir mimari çözümleme…

Cumhuriyet mimarisinin ölüm ötesi için bir çözümlemesi yoktur. Hatta bir cumhuriyet mimarisi yoktur! Fakat rejime değil de devlete bakarsak, işte Türklerin ölüm mimarisi budur.
b3.jpg
 

Bursa’da bu defa, Necip Fazıl’ın vefatının 40. yılı dolayısıyla düzenlenen bir sempozyum vesilesiyle bulunuyoruz. Türkiye Yazarlar Birliği Bursa Şubesi işin içinde, fakat asıl önemlisi Osmangazi Belediyesi ve daha da mühimmi Uludağ Üniversitesi’nin paydaşlar arasında yer alması. Programın açılışı Üniversite’de yapılıyor. Orada, 1970’li yıllarda Ankara’da DTCF’de Necip Fazıl’ın konuşmasının rejim muhafızlarınca nasıl mesele haline getirildiğini hatırlatıyor ve “Necip Fazıl sağlığında Üniversite’nin kapısından içeri giremezdi” diyorum.

Cumhuriyet’ten sonra millî hafızamızı silmek için neler yapılmadı ki?

Geçmiş devirleri karalamak! Bize muazzam bir vatan ve tarihî miras bırakmış olan Osmanlıları kötülemek.

Harf inkılâbı. Dil devrimi. Musıkî inkılâbı…

Bütün bunlara rağmen hamiyetli birçok büyük şahsiyet, devleti yaşatmak için kendi gücü yettiğince çalıştı çabaladı.

          “Köprü şahsiyetler”

Bursa’da Mustafa Kara ile her karşılaşmamız, aynı zamanda onun yeni bir veya birkaç eseriyle karşılaşmaktır.

Bu defa nasibimiz “Osmanlı Kültürünü Cumhuriyete Taşıyan Köprü Şahsiyetler (1923-2023)” kitabı.

Cumhuriyetin 100. yılında yayınlanan kitaplar arasında mahiyet ve mâna itibarıyla en mühimi bu olmalıdır.

Rejim adına yıkıcılıkla uğraşanlara karşı milletin tarihini, kültürünü, değerlerini yaşatanların hatırlatıldığı, tanıtıldığı bir kitap. 60 civarında şahsiyet. Her meslekten, her meşrepten isimler var. Abdülkadir Belhî ile başlıyor ve Kâzım Baykal’la bitiyor. Kâzım Baykal Süleyman Çelebi’nin türbesini ihya eden Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu’nun başkanı.

Elbette devletin devamlılığı için emek sarfedenler bunlardan ibaret değil.

Mustafa Kara kitabı şöyle tanıtıyor:

“Bu kitapta cevabı aranan soru şudur: Özellikle harf değişimi sebebiyle birbirinden hıza uzaklaşan iki dünyayı, Osmanlıyı ve cumhuriyeti birbirine kim nasıl yaklaştırdı? Dün yaşayan âlim, ârif ve sanatkârlarımızı, yöneticilerimizi, bunların yaptıklarını, yazdıklarını, tartıştıklarını bize kim hangi üslupla tanıttı? Arşivlerin tozlu belgelerini, kütüphanelerin yaşlı kitaplarını yeni nesle kim nasıl aktardı? İşte bu zor dönemde sözkonusu mühim görevi yerine getirenler elinizdeki kitapta ‘köprü şahsiyetler’ olarak isimlendirilmiştir. Bunlar kaleme aldıkları çok farklı alanlardaki eserlerle ürettikleri fikirlerle ‘iki dünya’yı birbirine bağlamaya çalışmış, Osmanlı birikimini yeni nesle aktarmış, imkânlar ölçüsünde ‘kökü mazide olan atiyim’ gerçeğine omuz vermişlerdir.”

Mustafa Kara’nın bu hafıza tazelemesi gerçekten zamanlama itibarıyla da dikkat çekici. Cumhuriyetin 100. yılındayız ve geçen yüzyılı anlamak için bu şahsiyetlerin yaptıklarına çok şey borçluyuz.

Bursa’da güzellik tükenmez! TYB Bursa şubesi başkanımız Mustafa Efe, bir kitapçık hediye etti. Zihnimizde cumhuriyetten sonra doğanlardan bu listeye eklemeler yapılması meselesi dolaşırken, Büşra Kartal tarafından hazırlanan bu kitap güzel bir cevap oldu. Bursa’nın sekiz güzel adamını tanıtıyor: Ali Ulvi Saykal, M. Safiyüddin Erhan, Süleyman Uludağ, Mustafa Kara, Metin Önal Mengüşoğlu, İhsan Deniz, Mahmut Kanık ve Halil Çay.

Tarih devam ediyor, devlet devam ediyor!

 

b4-001.jpg

Bursa Şairleri Şiir Kütüphanesi açılışı: Mustafa Bâki Efe, Mustafa Dündar (Osmangazi Belediye Başkanı), D. Mehmet Doğan, Emin Pazarcı (Akşam Gazetesi Köşe Yazarı), Prof. Dr. Mustafa Kara, Prof. Dr. Ferudun Yılmaz (BUÜ Rektörü), Dr. Ahmet Ali Reisoğlu (Bursa İl MEB Müdürü), Metin Önal Mengüşoğlu

 

 

Bu yazı toplam 311 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim