Elbette kimi yazıların başlığı, insana yazının gidişatına dair kimi ipuçları verir. Biz, Şehir Tarihi Araştırmaları başlığı altında yazdığımız için, kimi siyasî argumanları çağrıştıran bu başlık altında konumuzun dışına çıkmayacağımızı, peşinen ifade edelim.
Bu şehrin ismiyle ünlenen, meşhur olan, nam salan kalemşörlerinden olmaktan ziyade geleceğe dair şehrin mimarî, edebî, tarihî, içtimaî kimi konularında kendimizce yol gösterici sıfatına yakın olmasak bile uzak durmamaya çalışan biri olarak, şehirlerin insanlar gibi canlı olduğu, bu sebeple korunması yoluyla yaşatılması gerektiği yönünde fikir sahibiyiz, fikir sahibi olanlardan bunu böyle öğrendik, miras bildiğimiz bilgileri de aktarma görevinde sorumlu olduğumuzu belirtelim…
İlgili Bakanlığın Diyarbakır İç Kale Projesi, beklentileri boşa çıkartmış olacak ki Bakanlığın üst yetkilisi dahi, bu projenin hayatından birçok şey aldığını ifade etmiştir. Nihayetinde çok geniş olmayan bir alanın restitüsyonu, restorasyonu bu kadar uzun sürmemeliydi. Mekânın rehabilitesinin bu denli gecikmesi, atılan adımların yanlışlığına mı yorumlanmalı? Sayın Bakan, işin halledilmemesinden oldukça hoşnut değil. Vaktiyle Diyarbakır Kalesi’ne dair birçok makale kaleme almış ve konuya dair yayınlanmamış tek kitabı hazırlama bahtiyarlığına(!) ermiş biri olarak, İç Kale’yi merkez alıp, burasını turizme kazandırma hedefine kitlenen anlayış, geç de olsa Hazreti Süleyman Camiî onarımına, tadilatına başladı. Esas turizm gelirini artırma merkezi olan bu yapı, elbette İç Kale’nin yanında yeni bir yapıdır. İç Kale’de yapılması düşünülen çalışmaların onca zaman tamamlanmaması, GAP gibi büyük projeleri hatırlatır oldu.
Her adımın ihale usulüyle parayla atıldığı ortamda İÇ KALE, gelinen noktada görülmektedir ki bir on sene daha eski görünümüne kavuşmaz. Dicle’ye hâkim yükseltinin üzerinde, yığma tepesi ve eskiyle yeni yapıların olduğu düz alanda halen yürürken ayakları rahatsız eden taşlar ayıklanmıyorsa, geçici düzenlemeler yapılmıyorsa bu görüntü kirliliği başları daha da rahatsız edeceğe benziyor.
Hayalimde ne müze kaldı ne sinema ne de dinlenme alanları… Elimdeki yayınlanmamış kitabın sayfalarını çevirirken tarihte hüküm sürmüş egemenlikleri ve bu egemenliklere yön veren isimleri canlandırmaya çalışıyorum, gecenin geç saatlerinde. Onlara danışmak istiyorum, gördüklerimin şaşırtan dengesizliğini ortadan kaldırma adına.
Dünyanın ilk robotlarının yapıldığı mekân, burasıydı.
Binlerce senelik bir kale ve hükümet merkezi alan.
Burada bir yapının halen kilise mi saray mı olduğuna dair bir sonuca varılmadı. İsmi sık sık değiştirilen ve hakkında saray hükmü verdiğimiz yapıya “Nasturî Kilisesi” diyen oldu, “Saint George Kilisesi” diyen oldu. Burada bir sarayın varlığı biliniyorken ve saraya işaret olan yapılar varken ve sarayın “Roma Dönemi” inşa edildiği bilinirken, birbirini tamamlayan geçişli yapının sonradan ortaya çıkan devamı, sarayın varlığına işaret ederken, halen buranın kilise olduğunu söyleyenler, sarayın yerini göstermekten bu denli aciz mi?
Biz, bu sarayın kazılar devam edilirse devamının çıkacağını uzun zaman önce yazmıştık, birkaç kez de bunu dillendirmeye çalışmıştık. Gerçekten bir konuda kişinin sözünü kabul ettirmesi için isminin önünde akademik bir unvan mı olmalı, yoksa kendisini ifade ederken kimilerinin desteğini mi almalı? Geleneğimizde söz sahibinin sadece zenginler olduğu kanaati garipsenmeyen bir durum. Bu demektir ki fakirler yaşasa da yaşamasa da önemli değil. Aynı durum şehir araştırmalarında bulunanlar için geçerlidir. Doğruyu ifade edenin belirttiği önemli iken, bizde doğruyu söyleyen değil konu hakkında konuşanın bulunduğu konum kayda değer. Bu böyle olunca, doğrunun ne ehemmiyeti kalır, yanlışlıkların, hataların yanında?
Çok bilmiş adamın önüne bir tabak pekmez ve bir tabak susam getirilir. Yanında yufka ekmeği. Kişi, kaşık arar, boşunadır. Pekmezi nasıl yemesi lazım? Susamı parmaklarıyla nasıl alacak? Etrafına göz gezdirir. Ev Sahibinin küçük oğlu içeri girince çağırır.
Çocuk mini sofraya oturur, yufkayı kopartır. Önce pekmez tabağına batırır sonra susam tabağına. Yapışkan pekmez, beraberinde susamı toplar. İşin uzmanı çocuk, bir iki lokmadan sonra kapının açılmasıyla kenara çekilir.
Misafir, susam ve pekmez tadının birleştiği noktada, lezzetten memnundur.
Bizim kimi pekmezle susamı birleştirmekten uzak eli kalem tutanları uyarmamız boşunadır. Onlar, susamla pekmezin yufka ekmeği ile nasıl yenmesi gerektiğini bilmemeleri ayıp değil. İnsanı üzen, verilmiş vaadlerin zamanında yerine getirilmemesidir. Zamanında yerine getirilmeyen söz, gücünü yitirir.
İç Kale’de olana ve bitene baktığımız zaman, önceki yazılanları tekrar etmek istemedik. Fakat, şehrin merkezi olan İç Kale’nin dramına da yabancı kalmayı arzulamadık. Susamla pekmezi birleştirmeyenler, ellerindeki yufka ekmeği ile karın doyurur mu? Ev sahibini kaşık getirmemekle suçlama, çaresizliğin ifadesidir. Düşündükçe insan, içinde bulunulan çıkmazdan kurtulma yolarını bulur.
Bu yaşta susamla pekmezin buluşmasını bilmeyenler, yufka ekmeği yesin de şehir görmüş olanların itirazları şu yönde olursa ne yapmalı?
-Nerede bunun peçetesi?
-Cam sürahi isterim…
-Bunun yanında garnitör yok!..
-Ben, masada oturmadıkça yemek yemem abi!..
-Nerede salatası?
-Yahu önce çorba gelmez mi?
-Peçete yok mu?
-Hijyenin olmadığı yerde yemek yemem!...
Evet, iş mizaha kaçınca durum daha aydınlanıyor. İç Kale’yi onlarca kez dolaştım ve yerleri tarih sırasına göre bilmekteyim. Yapılanlara bakınca susamla pekmezi buluşturanların varlığı eksik kanaatindeyim. Koca koca adamların yapamadıklarını gençler yapabilir.
Ah bizdeki o her şeyi ben bilirim mantığı, hortlayan bir ölü misali canlılığını korudukça, susam için kaşık bekleyenler, sofranın ne zaman kalktığının farkında olamayacaklar.
06.10.2011
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.