Dün Yaşanan Fecaat: Üniversite Sınavı

Namık AÇIKGÖZ

“Ay çocukların psikolojisi mahvoluyor sınavlarda” diyeceğimi zannediyorsanız; yanılıyorsunuz. Benim derdim başka üniversite sınavıyla.

Modernitenin dayattığı ama iflas ettiğini henüz göremediği bir sistemdir Türkiye’deki üniversiteye giriş sınavları.  Yıllardan beri söylene söylene hükmü kalmayan “Çoktan seçmeli sistem kötü; cümle kuramıyor çocuklar.” Basitliğinden söz etmiyorum; sistemi kuranlar, bilmeyi değil, sorulduğunda doğru söylemeyi; ondan sonra da unutmayı hedefliyorlar. Yani bilgiye sahip olmanın amacı, hayatı anlamlandırmak, anlaşılır hale getirmek ve zenginleştirmek değil, sorulursa söylenecek ve ondan başka hiçbir işe yaramayacak bilgilerle, zihni ve beyni geçici bir süre meşgul etmek şeklinde algılanıyor. 

“Eeee… Üniversite az, talep çok.” şeklinde verilen cevaplar, konuyu sadece “kontenjan” derekesine düşüren bir ilkelliğin tezahürüdür. Mesele üniversiteye girmek değil, üniversite öncesi ve üniversitede, bilgi ile ilişkiyi insanî bir şekilde kurmaktadır. Üniversitelerin kontenjanı ve kapasitesi mesele olurken, insan beyninin bilgi alma kapasitesi ve kontenjanı konuşulmuyorsa, orada ciddi bir problem vardır. Nitekim o problemi yıllardan beri yaşayan bir ülkeyiz. Gençleri, şahsiyet haline gelen bilgiyle donatmak yerine, sınavda sorulan ve sınav bittiğinde de unutulan bilgilerle donatıyoruz. İlkokuldan itibaren bu şekilde formatlanan çocuk ve genç, bilgilenme sürecini özümseyerek yaşamadan, sınav odaklı bir zihniyetle, epistemolojik bilginin farkına varmadan üniversiteyi bitiriyor.

Şunu demek istiyorum: Çocuklar ve gençler, bilginin ne olduğunun farkına varmadan ve o süreci bilinçli olarak yaşamadan, sonuç odaklı bir formatla yetiştiriliyorlar ve üniversiteye geldiklerinde de kendilerinin bir parçası olacak olan bilimsel bilgi yerine, sınav sorusunun cevabını öğrenmeye bakıyorlar. Ne yazık ki, üniversitedeki derslerde, meselenin farkında olmayan ve tek derdin sınavda sorulacak soruya doğru cevap verme olduğunu zanneden akademisyenler de var. Ve bunlar kahir ekseriyeti teşkil ediyorlar maalesef.

Misal bizim alan… Yani klasik Türk edebiyatı alanı… Birkaç akademisyen dışında, kahir ekseriyet, o gazellerin, o kasidelerin sınavlarda  sorulmak ve öğrenciyi çaktırmak için yazıldığı gözüyle bakar ve “Hadi bakalım şunun veznini bulun... Üstüne bir de kafiyesini gösterin… Yanında da edebi sanatlar olsun...”  basitliğine indirgenmiş bir klasik şiir inceleme anlayışı hâkimdir. İnsan ve duygu beytin neresinde? Şair o duyguyu hangi retorik ve hangi imgelemeyle harekete geçiriyor? 

Yeni Türk edebiyatı ve halk edebiyatı alanlarında da basitleştirilmiş bakış açılarının egemen olduğunu biliyoruz.

İlkokuldan itibaren, sınavda başarma odaklı sisteme entegre edilen zihinler, üniversitede de aynı formatla hareket ediyorlar ve üniversitenin amacının sınavlarda başarmak olduğunu zannediyorlar. O yüzden ben de öğrencilerime diyorum ki: “Size bilgi aktarmıyorum; bilgi üretme bilgisi öğretiyorum ve ben sizi sınava değil, hayata hazırlıyorum.” 

Dediğimin etkisi ne kadar oluyor? Dün sınava giren 2.200.000 civarında gençten kaçı istediğimiz ölçüde bir akademik hayat için geliyor üniversiteye ve biz bunlardan kaçına ulaşacağız? Okyanusta damlaya ulaşabileceğiz belki…

Sistemi köklü bir şekilde değiştirmedikçe, bu fasit daire olumsuzluğu böyle gider. 

Bundan kurtuluşun çaresi yok mu? Var!.. Var da, soran yok… Yazsak da etkisi yok. 

Bu yazı toplam 758 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim