Yazabilme uğraşısında karşılaşılan sıkıntılar, kişinin kendisini muhatabına anlatamamasından öte okuyandan kaynaklanır, çoğunlukla. Yazan, çalışmalarını kaleme alırken, kendi iç dünyasını okuyanına açar. İç dünyasını anlamayan, bundan uzak duranın yazılanla arasına mesafe koyması, anlaşılmanın merkezinde kangren haline gelmiş bir hastalıktır.
Eleştiri hastalığına gönül vermiş ve bir türlü tedaviyi kabule yanaşmayan anlayışların, kendilerinden başkasını kabule yanaşmamasının verdiği endişe, her yazılana kuşkuyla bakma geleneği, yazma eylemine hayatını adayanları daima karalayıcı, yazılanları gölgede bırakma yanlışlığını ortaya çıkartmaktadır.
Eleştiride haksızlığın kırılmayan kanatlarında yolculuk, insanı doğruluktan saptırmada biricik yol haline gelirken, haksızlık girdabında, kendisinden başka doğru insan olmadığında ısrar edenlerin tavrı, dengeleri sarsmak ve kalplerde yer alan doğrulardan uzaklaşmaya zemin hazırlamak için en kolay yol olarak bilinir.
Hayatın açmazında yazanın bir çıkış yolu açmak için, kaleme aldığı yazılar, insanın yıllarca geçmişten bugüne gelen tecrübesinin özüdür. Beşerî düşünüşlerin insanı merkeze aldığı söylenilen yapısında kendilerince ortaya konan kurallar toplamında uyulması gereken noktalara uygunluğun zamana göre değişimi, daha önce doğru bilinenlerin ya eksik ya da yanlış olduğu üzerinde karara bağlanan ve çoğunlukça kabul edilen yapısındaki olumsuzlukların kimi zaman “olumluluk” olarak kabulü, insanın kendi yaptığına karşı bir isyan olarak değerlendirilse bile kimi zaman bu tarz yaklaşımlar, herkesin çoğunluğun aldığı karara göre genellik kazanır.
Düşünce dünyasında kişinin kendi tercihinden yana taraf olması kadar doğal karşılanabilecek bir yol olmamasına rağmen, bunun edebiyat alanına sirayet etmesi ve katı kurallara bağlanan anlayışlar, var olanı yok etmeye, yok olması gerekeni var gösterme aşamasında, sanatın inkârına ve düşüncenin hormonlu ürünlerle herkesime zorla kabul ettirilmesinin önünü açmada anahtar olarak görülmektedir.
Genelde edebiyat-sanat- kültür dergileri, hiçbir zaman düşünceden bağımsız yayınlanmamaktadır. Bunu kendi ülkemizde geçer kaide olarak bilmekteyiz. Çünkü yıl sonu yapılan soruşturmalarda, değerlendirmelerde, çıkan yıllıklarda herkes kendisini ön plânda göstermekte ve kendisinden başkasını yok bilme, yok gösterme yarışına soyunmakta, ipi göğüslediklerini insana kabul ettirme adına, yalana ve iftiraya bürünmüş çehreleriyle “Taraf olmayan bertaraf olur” mantığının tecessümü içindedir.
Kültür, sanat ve edebiyat dünyasında hakîm olan anlayış, son otuz senede değişimler içindedir. Bankaların, Holdinglerin güdümünde çıkan süreli yayınlar, gazete çıkaranların anlayışları ile buluşunca ortaya çıkan manzarada vicdan sahiplerini üzecek, kahredecek denli sayfalarda sadece mensubu oldukları düşüncenin emrinde, ebabilden başka kuş tanımayan çerçevede tespitler içinde manzaraları seyre dalarken kaleme yüklenen sorumluluk anlayışından, demokratik tavırdan, evrensel-cihanşümûl değerlerden oldukça arî olmayı, çağdaş kriterlerinin esaretinde farklı çizgileri mahkûm etme zevkinden dört köşe olmaktadır.
Gerek sol gerekse sağ anlayışın içinde olduğu bu ifrâda ve tefrîde dokunanın ateşle oynadığını bilmeyenimiz yoktur. İnançtan gelen her ürünü, kendi anlayışları içinde kabullenemez bilme düşüncesi, bazen birbirine zıt iki düşünceyi de aynı potada eritebilmektedir. Biri diğerini, diğeri öbürünü yok sayarken, ortaya üçüncü bir çizginin çıkışına olmayan tahammülsüzlük, bu âlemde tutunamayanların varlığını kabul ettirmede bir ölçüdür.
Kendi dünyalarının usta kalemlerinden başka ödül verecek kimseyi bulamayanlar, komisyonlarını da kendi kendilerine oluşturarak, galibi belli bir oyunda sadece figüranlık rolüne soyunup, kendi kendilerine ödülcükler verme sevdası uğruna kayıtlara düşmektedir.
Kimse alınmasın ve gocunmasın ki inanç cephesinde de durumun aynı olması, herkesin şapkasını önüne bırakıp epeyce düşünmesini zorunlu hale getirmiştir. İnanç cephesinde takım tutar gibi davranışlar, edebiyat ve sanat alanında yetkin, güçlü kalemlerin zaman içinde körelmesine zemin hazırlamakta ve destek görmeyen edebî anlayışlar, vakti gelmeden gonca halindeki güllerin kurumasına sebebiyet teşkil etmektedir.
Etme-bulma dünyası şeklinde gelişen ve bu anlayışların ortak noktalarda uzlaştığı hâkim olduğu iktidar dönemlerinde hangi düşünceye yakın oluşumlar varsa onlardan ön plâna çıkartılanlar-âb-ı hayat ile serhoş olmuş gibi kendinden geçer, devir dönünce mağdur olduklarını söyleyenler- bunun hıncını, olanca güçleriyle çıkartır. Bu kısır döngü içinde olanlar bitenler cereyan ederken sanatın ve edebiyatın dahi kültürün tarafsız yanında olanlar, bağımsız kalmanın cezasını çekmeye devam etmekte, sırtı sıvazlanmayanın acıları dinme bilmemektedir.
Edebiyatı, sanatı ve kültürü sadece İstanbul-Ankara- kısmen İzmir ile sınırlandıranlar, taşrada olanları bu alanın klas oyuncuları olarak kabullenmemektedir. Kendilerinden başkasını tanımayanların taşrada pek taraftarı olmamasına dergi-gazete ve televizyon mecrasında sürekli kendi anlayışlarına uyumlu program yapımcıları ile dirsek temasları, “Körler sağırlar birbirini ağırlar” komedyasına dönüşürken, magazin dünyasına malzeme de olmaktan kaçınmazlar. Sinema ve tiyatro alanında bile destek üstüne destek alanların, sadece kendilerini “Aydın”(!) bilme hastalığına dûçar oluşları, her şeyin kendilerinden sorulmadan yapılmamasını adeta fermanlarla ilan etmeleri ve kendilerinden başkasını söz sahibi tanımama kaprisleri siyasette alışkın olunan vesayetçi anlayışın birer tezahürü değil de nedir?
Üzülerek belirtelim ki arenada kendilerini görmekten bıkmayan bazı yüzler, kendilerini la-yüsel olarak kabul ettirmek için en olmadık manevralarla aydın-münevver girdabında başkasını boğdurtabilmenin zevkini tatmak isterken, inanmadıkları halde başka bir düşünceyi kendilerine destek göstererek, “Urun ha!..” emrini verip, aba altından sopa göstermede oldukça tecrübe sahibidir ve kendilerinde mevcut olan bu marifeti miras olarak bırakacak kimseleri de tayin etmek için arayışlar içinde olduğunu saklama mecburiyetinde sıkıntılar çekmektedir.
Globalleşen-sözüm ona- anlayışları hem çağdaşlık için alkışlayan hem de mensubu oldukları beyaz millet anlayışından geri adım atmayanlar, belden aşağı vurmanın artık para etmemesi üzerine kısıtlı imkânlarla hazırlanan hamasî duyguları kabartan, köpürdeten sıradan Yeşilçam eserlerindeki düşman anlayışından vazgeçmemiş hem de uğruna kılınç salladıkları inançlarını hor görmeye devam etmektedir. Perhiz ve turşu, malûmunuz bir arada bulunmazken, bunlarda zamana ve mekâna göre değişkenlik gösteren kimlikler, bulunduğu yere göre renk alan bukalemunları hatırlatır. Aslında bu maharet biraz da bizim tarz-ı siyasetimizden kaynaklanmıyor değil.
Kimin ne olduğunu zaman göstermekteyse de olanlarla bitenlerin neden ve nasıl cereyan ettiğini bilmeme aczine düşenlerin içinde oldukları durumlar, kimi zaman edebiyat dünyasında besleme tabir edilen kalemlerin önünü açmamış da değil. Besleme kalemlerin her işaret edileni yerden yere vurma mahareti, onu doğduğuna pişman ettirmesi, gazetelerden televizyon programlarına da tevarüs edince, kıymeti kendilerinden menkul olanların, ödüllerle beraber bir çırpıda gayr-ı menkul sahibi olmalarına yetmektedir.
Bir dönem cezaevini görmemiş olanın, hapse düşmeyenin, fikir çilesi çekmeyenin olgunlaşmadığı, işsiz bırakılmaktan ve aç kalmadan nasibini almadıkça ıslah edilmediği ve bu imtihandan geçtikten sonra olgunlaştığı varsayılırken tıfıl olanların meydanlarda fink atmaları, hayra alamet değil, mevcut anlayışların alamet-i farîkası kabul edilmelidir.
Biz sual edilecek olursak, kendi dünyası içinde taraf, insanlık için haktan yana, yaşadığımız ülkede herkesin yasalar karşısında eşit, yazmada ve çizmede “Önce insan önce erdem” ilkesine bağlı, dünyadaki nimetlerin paylaşımının adilce yapılmasını savunanlarız. Tarihine, inancına, örfüne bağlı, milliyet taassubu içinde olmaksızın, yaratılan her canlının yaşama hakkının olduğunu kabul edenleriz. İnanmayanın inançsızlığına saygı duyulmasını isteyen, azınlığın çoğunluğa tahakkümünü alkışlamayan, çoğunluğun azınlığı ezmesine müsaade etmeyenleriz. Adam gibi adam olma için var olmanın sıkıntısına gönlüyle katılıp, bunu ruhuyla destekleyenleriz.
Biz, insana saygının olmadan meselelerin çözümsüz kalacağını biliyoruz. Erdeme saygı duyulmadan dünyaya huzurun geri getirileceğine kanaat etmiyoruz. Hiçbir ülkede kan ve gözyaşı istemiyoruz. Şimdiki şartlarda haklı savaşların olduğunu kabul etmekten uzağız. Bir yanda zevk u sefa sürenler varken öbür tarafta cevr u cefa içinde olanların inkârına karşıyız. Açlıkla hiçbir insanın imtihan edilmesine gönlümüz razı değil. Yeryüzünde her insan mutlu oluncaya kadar, huzurlu olmadıkça yaşadığımız hayattan bizim de memnuniyet duymadığımızı belirtiriz. Dünyada insana ve erdeme saygı duyulmadıkça tabiata ve diğer canlılara da saygının gösterilmediğini savunmaktayız. Mevcut uygulamaların hiçbirini tasvib etmiyoruz, etmemiz mümkün görünmemektedir.
Bizi kim nasıl düşünürse düşünsün, mevcut toplum içinde olan düşüncelerden insanlığa ve erdeme saygıyı bekliyoruz. Renk, din, dil, ırk ayrımı yapılmaksızın yaşadığımız dünyada herkese hayat hakkının olduğunu savunuyoruz.
Biz, kendi dünyamızda inandığımız gibi yaşamak istiyoruz. Kimsenin kimseyi zorlamadığı, inkâra kalkışmadığı, hüznün, acının, kederle karıldığı bir manzara istemiyoruz.
Bizim bu düşüncelerimiz sebebiyle toplumu ifsada kalkışma suçuyla itham edileceğimizi ismimiz gibi biliyoruz. İnanmamıza rağmen bazılarının bizi komun yaşamını istemekle suçlayacağından eminiz.
İnandığımızı bilmelerine rağmen kimisi, bizim anlayışımızın istenmeyen bir oluş olduğunu savunabilir. Böylelikle bizi yasalar karşında mûcrim kılma yarışına da gidebileceğini bilmekteyiz.
Bazısı da bu tür düşüncelerin tehlikeli olduğunu, yerimizde susup, kendi kendimize yaşamamız gerektiğini tavsiye edebilir. Onlar, mevcut statüko içinde sindirilmemiz gerektiğinde hemfikir olabilir.
………..
Ertesi gün yapacağı konuşma metnini hazırlamakla meşgul olan Yazar, edebî ve fikrî platformda düşüncelerini, anlayışını oldukça netleştirdiğine emindi.
O, kürsüde etkili ve yetkili olanlara bu konuşmasını yaparak, kendilerine dünyanın ve içinde yaşadığı ülkenin huzur bulma arayışına kapıların nasıl aralanacağını anlatacaktı.
O, hazırladığı metni onlarca kez düzelterek, ideal olandan yana, güzel, mükemmel ve herkesin kabul edebileceği bir konuşma yapmanın heyecanı içindeydi.
Seçildiği komisyonda ilk kez, çıkışını yapacak, savunduğu dünya anlayışının hayata geçirildiğinde dünyadaki insanlığa kurtuluş reçetesini sunmanın hazzı içinde olacaktı.
Bunları düşünürken oldukça heyecanlıydı.
Sabahleyin erkenden kalkacak, traş olacak ve aldığı yeni elbisesiyle evden çıkacak, geç kalmama adına ömründe ilk defa ticarî taksiye binecekti.
Olmadı, metni son kez metni okurken karşısına çıkacak engelleri düşündü. Konuşmasını tamamlamasına tamamlayacaktı, sonrasında çekeceği sıkıntıları, ötekileştirmeyi hayal etti:
-Zaten nereli olduğun belli. Mutlaka sen içinden geldiğin bölge adına konuşmaktasın ve kamuflaj ettiğin düşüncelerinle bu güzel toplantıyı sabote etmek istedin.
-Anlamıştım, zaten.. İşte size konuşma hakkı verilince böyle sapıtırsınız. Doğru değil mi? Adam yerine konulunca meydanda sadece kendinizi sahip bilirsiniz.
-Oğlum, sen edebiyat sempozyumunda siyasete, ülke ve dünya işlerine neden bulaştın. Dediklerini hepimiz bilmekteyiz de tek akıllı sen misin? Ne doçentlik ne profesörlük… Ömrün boyunca bir lisede öğretmen olarak kalmaya devam!...
-Yahu sen aptal kesilmişsin evladım… Etin ne budun ne? Seni dinleyenler, arkanda sanki binlerce kişi var bilir. Sen aydan aya zor geçinen birisin. Anladık söylediklerin doğru, bir cümlen bile yanlış değil, olamaz… Sen kendine hem düşman oluşturdun hem dostlarını kaybettin. Keşke geleceğini karatmasaydın, kariyerini tehlikeye atmasaydın…
Yazdığı iki sayfalık metni, usulca katladı, klasöre bıraktı. Çağrıldığı sempozyuma dair daha önceden kaleme aldığı metne göz atmaya başladı.
Metin şöyle başlıyordu:”Ülkemizin saygı değer edebiyatçılarının önünde benim gibi işin başında olanlara söz hakkı verilmişse, bunu ustalarıma borçluyum. Öncelikle konuşmama başlarken hepinizi saygıyla selamlıyorum.”
Yorgundu, bitkindi. Açık olan lambayı kapattı. Boş bir çuvala dönen bedenini yatıp kalktığı kanepeye attı. Annesinin kendisine yolladığı işlemeli yastığa başını bırakırken, gözyaşına hâkim olmadı. Sessizce, içinden geldiği gibi ağlamaya başladı:
-Ben böyle yaşamak istemiyorum, Rabbim. Ne olur beni bağışla!..
18.02.2012
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.