Kavramlar üzerinde düşünüp tahlil ve yargıda bulunulması istendiğinde, genel olarak, tarihi olgu ve bağlamlarını dikkate almamak, düşüncenin gerekli gördüğü yöntem sorununu asgari şart olarak hesaba katmama eksikliğine düşülmektedir. Mesela toplum ve devlet kavramları üzerinde bir akıl yürütme işleminde bulunulabilir. Genel olarak toplum ve devlet kavramlarının ifade ve işaret ettiği anlamların, bizim kavrayışımızdaki niteliklerinin karşımızdaki tarafından da aynıyla kavrandığını, bilindiğini varsaymaktayız. Belki biz ya da karşımızdaki, toplum dediğimiz olguyu, tek tek bireylerin matematik toplamı olarak kavramaktayız. Ama tek tek bireyden anladığımız acaba aynı şey midir? Mesela, kabaca nitelenirse, bakkallık işi yapana göre birey müşteriyken, öğretmen bunu öğrenci, siyasetçi kendisine oy vermesini umduğu seçmen, işveren fabrikasında çalıştıracağı işçi şeklinde öncelikle algılayacaktır.
Oysa bir sosyal bilimci, özellikle bir sosyolog, birey ile toplumu, daha ilk adımda birbirinden ayrı olgu olarak tanımlamaktadır. Ama olgu demek de meseleyi tam olarak açıklığa kavuşturamayacağı için toplumu, mesela “ilişkiler sistemi” tarzında nitelendirecektir.
Aynı akıl yürütmeyi devlet kavramı açısından da yapmak mümkündür. Toplumun siyasi örgütlenmesi diyene karşı, kurguya (fiction) dayanan bir kurum olduğunu ileri süren çıkacaktır. Daha kısa ifadeyle “otorite” ya da yetke, iktidar veya üstün güç veya bir kutsal iradenin yeryüzünde tezahürü olarak tanımlara da rastlamaktayız.
Elbette bu ve benzer tanımlara, nitelendirmelere ve anlatımlara bakarak kavramların, özellikle insan, birey, toplum ve devlet kavramlarının belirsiz, muğlak, keyfi oldukları sonuç ve yargısına varmak söz konusu edilemez. Bunların temellenmesini sağlayan inanç ve düşünceleri esas alarak, doğru bir yönteme dayalı açıklamaları yapılmak durumundadır. Böyle yapılmaya başlandığında, örnek alınan toplum ve devlet kavrayışının ilkesi mahiyetinde olan inanç ve düşünceyle, bunların gerçekleşme şart ve imkanı arasında anlamlı, doğru bir bağ kurulamadığını söylemek abartılı sayılmamalıdır. Burada on yedinci yüzyılda görüşleriyle, özellikle Amerika İhtilali sürecinde etkili olmuş İngiliz düşünürü J. Locke’un toplum ve devlet ayrımına getirdiği yorumu hatırlatmak yerinde olur. Hak ve özgürlükler temelinde, “direnme”yi de bir hak olarak kabul ettiği için, devletin bu hak ve özgürlükleri ihlal etmesi halinde meşruluğunu yitireceğini ve “direnme”, dolayısıyla ihtilal benzeri bir hareketle yıkılabileceğini belirtir. Ancak devletin, aynı zamanda iktidarın devrilmesi, yok olması şeklinde anlaşılsa bile, toplum bakımından bunun söz konusu olamayacağını ileri sürer.
Şöyle bir sonuç çıkarılabilir bunda: Devlet, iktidar, üstün otorite, her neyse, toplum, temelde, bireyin varlığını, bu varlığın korunmasını, hak ve özgürlüklerinin tanınmasını, kendi varlığı ve bekası için dikkate almak zorundadır.
28.05.2014 Milli Gazete































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.