9 Mart 1897, siyasetçi, düşünce adamı, gazeteci, aktivist Cemaleddin Afgani’nin ölüm tarihi. Vefatının yıldönümü münasebetiyle, üzeri yoğun bir sis perdesiyle kaplı Afgani’yi, çağdaş Müslüman düşünce ve İslami hareketler üzerine önemli çalışmaları olan M. Kürşat Atalar ile konuştuk. İçimizden biri, entelektüel sorumluluğun farkında bir Müslüman olan Atalar’ın söyledikleri ayrıca dikkate değer. Kendisine yoğun gündeminin içinde bize vakit ayırdığı için teşekkür ediyoruz. Sağolsun, varolsun.
Cemaleddin Afgani üzerine konuşmak, onunla ilgili cümle kurmak gerçekten zor. İslam modernizminin ilk temsilcisi, İslami uyanışın sembol ismi, masonluk, Fransız ajanlığı, aktivistlik gibi birçok kavram onun etrafında örülen duvarın tuğlalarını oluşturuyor. Kimdir Cemaleddin Afgani? Neden bu kadar çok birbirine zıt kavramlaştırma ile tanımlanıyor? Ya da bu kavramlardan herhangi biri gerçekten Afgani’yi yansıtıyor mu?
Kanımca, Cemaleddin Afgani’nin çok farklı şekillerde tanımlanması, ‘dönemin şartları’ ile doğrudan alakalıdır. Yani o dönemde, ümmet gerçekten büyük bir buhran içerisindedir ve birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içerisinde olan ideolojik ve siyasi taraflar, kendi pozisyonlarını meşrulaştırmak için, genel olarak, muhaliflerine karşı ‘sert sözlerle’ cevap yetiştirme yaklaşımı içerisindedirler. Bunu, dönemin olağanüstü şartlarına bağlamak bana daha doğru geliyor. Böylesi dönemlerde ‘tarafgirlik’ çok olur ve tabiatıyla bunun neticesi de ‘haktan uzaklaşma’ şeklinde tezahür eder. Ama bilelim ki, ‘tek’ bir Afgani vardır ve hakkaniyetli bir araştırma yapıldığında, bu Afgani portresine ulaşmak mümkündür.
Naçizane kanaatime göre, Afgani’yi en iyi tanımlayacak ifade, onun bir ‘İslamcı’ olduğudur. Başka bir ifade ile o, İslami Hareket’in ‘ilk sembol şahsiyeti’dir. Yani o, ‘ıslah’ ve ‘ihya’ çabası içerisinde olan bir öncü kişiliktir. Hayatı ve yapıp-ettikleri bunun kanıtıdır. Dönemin hâkim gücü olan İngilizlerle arası bozuktur ve o yüzden, sürekli ülke değiştirmektedir! Muhammed Abduhile birlikte çıkardıkları Urvetu’l-Vüska adlı dergiye bakıldığında, onun ‘siyasi’ amacının ne olduğu çok net bir şekilde görülür. O, zulme ve sömürüye karşıdır ve bunun için de fiili bir mücadele vermektedir.
Aslında bu dergi, adını, onun Müslüman Dünyası’nı sömürgecilerin tahakkümünden kurtarmak için kurduğu gizli örgütten almıştır! O, bu amacına ulaşırken, Ümmet’in yaşadığı sorunların ‘sahici’ çözümü için de kafa yormuştur ve bu noktada “geleneğin eleştirilmesi gerektiği” neticesine varmıştır. Bu nedenle de, Müslüman Dünyası’nda hâkim olan gelenekçi anlayışla ve onun temsilcileriyle arası açılmıştır. Ona göre, “bir kavim kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez.” Dolayısıyla, Müslümanlar, tarihsel süreç içerisinde ilmi gelişmenin önüne set olan sufizm ve cebriyeci anlayışı terk etmeli ve hadis uyduruculuğunun neden olduğu uyuşukluk halinden kurtulmalıdırlar. Ayrıca tarihsel süreç içerisinde, yönetim ile ilim çevreleri arasında büyüyen uçurum da ortadan kaldırılmalıdır. Zira peygamberlerin varisleri âlimlerdir. O halde, Müslüman toplumlar, ilmi gelişmeye önem vermeli, yanlış ‘kader’ anlayışının neden olduğu uyuşukluktan kurtularak, sömürgecilere karşı elbirliği halinde mücadele vermelidirler. Bunu yaptıklarında, başarı onların olacaktır.
İşte bu temel anlayışı ve pratik mücadelesine bakıldığında, Afgani’yi tipik manada bir ‘İslamcı’ olarak tanımlamak mümkündür diye düşünüyorum.
Afgani’yi ortaya çıkaran coğrafya ve düşüncelerini etkileyen ortam hakkında neler söylersiniz? Nasıl bir coğrafyada şekillendi düşünce dünyası?
Afgani, Müslüman Dünyası’nın tam bir ‘izmihlal’ hali yaşadığı bir dönemde dünyaya gelmiştir. Müslüman idareciler, sömürgeciler karşısında sürekli mağlubiyet yaşamaktadırlar, Müslüman toplumların ekonomik durumu kötüdür, ilmi bakımdan büyük bir gerilik söz konusudur ve üstelik ulema da yetkin değildir. Tabiatıyla Afgani’nin düşüncelerini bu şartlar etkilemiştir. Ayrıca Batı düşüncesi, o dönemde güçlüdür ve Müslüman Dünyası’ndaki entelektüeller, yönetim kadroları ve hatta ulema bile bu düşünceden şu veya bu şekilde etkilenmektedir. O, önce İran’da dini bilimler, felsefe ve tarih alanlarında temel bir eğitim almış, ardından Hindistan’a gitmiş ve Batı düşüncesini de orada tanımıştır. Sonra siyasi bilince sahip bir Müslüman olarak hem Müslüman Dünyası’nın hem de Batı Dünyası’nın önemli merkezlerinde bulunmuş ve çağrısının yayılması için canhıraş bir mücadele vermiştir.
Zannımca onun düşünce dünyasını şekillendiren iki ana faktör vardır. İlki, Müslüman Dünyası’nın sömürgeci Batı’yla karşılaşması ve bunun doğurduğu problemler, ikincisi de, ‘dini düşüncenin ıslah edilmesi’ gerektiğine ilişkin inancıdır. İlkine yönelik olarak o dönemin ulema ve aydınlarının verdiği tepki, “Batı’nın tekniğinin alınıp kültürünün bırakılması” şeklindedir. Afgani’nin genel yaklaşımı da bu çerçevededir. Her ne kadar ‘taklitçiliği’ eleştirse ve ‘adaptasyon’ noktasında dikkatli olunması gerektiğini söylese de, onun bu noktadaki eleştirileri cılızdır. O da, dönemindeki diğer ulema ve aydınlar gibi, ‘savunmacı’ bir üsluba sahiptir ve tezini savunurken, “İslam, terakkiye mani değildir” tarzı bir ‘apolojetik’ üslup kullanmaktadır. Bunu, o dönemde Batı Düşüncesi’nin paradigmal hâkimiyetine bağlamak mümkündür. Dönemin uleması, İslam’ı savunurken, ellerindeki bütün ilmi alet ve edevatı kullanmaya çalışmakta, fakat bu teçhizat, görevi layıkıyla ifa etme noktasında ‘yetersiz’ kalmaktadır. Yani dönemin uleması ve aydınları, Batı Düşüncesi’ne karşı koymak noktasında ‘yetkin’ değildirler. Bunun doğal sonucu da, ‘apolojetik’ bir üslup benimsemek olmaktadır. Bu, saldırının ağırlığı karşısında, varolma mücadelesini ancak ‘savunma’ pozisyonunda kalarak sürdürme gayretinin bir göstergesidir. Yani bu pozisyon ile ‘zafer’ kazanılamaz.
İkinci faktör ise, aslında, ‘uzun vadeli’ bir hedefi öngörmektedir, zira gelenek eleştirisi, hemen netice alınabilecek bir şey değildir. Afgani, belki bunun farkındadır, ancak sömürgecilere karşı ‘birlik’ olma ihtiyacı aciliyet kesbettiği için, bu husustaki çağrısı, aktif mücadelesinin gerisinde kalmıştır. Her ne kadar ömrünün sonuna doğru İstanbul’a ikinci kez geldiğinde, acilci mücadele stratejisinden vazgeçip fikri mücadeleyi öncelemek gerektiği düşüncesine ulaştığına dair iddialar varsa da, genel hayat hikâyesi bunu pek doğrulamamaktadır. Afgani, esasta, ‘pratik’ adamıdır ve ‘acilci’dir. Temkinli ve uzun vadeli bir fikri mücadele verilmesi gerektiği fikri, daha çok onun talebesi Abduh’la özdeşleşmiş bir tez olarak görülmelidir.
Devamı için: http://www.dunyabizim.com/Manset/23398/kursat-atalar-ile-cemaleddin-afganiye-dair-konustuk.html































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.