Giriş: Amacımız Edebiyat’ı ayrıntılarıyla incelemek değildir. Bir makale çerçevesinde Nuri Pakdil ve Edebiyat çerçevesinde geçmişte kalan kimi kalem münakaşalarına değinmektir. Edebiyat Dergisi ve Nuri Pakdil için son dönemde yayınlanan Yedi İklim Dergisi ile Hece Dergisi Özel Sayısı, okur başvuru kaynaklarından ikisidir. Ayrıca halen yayını devam eden Edebiyat Dergisi Yayınları sitesiyle Nuri Pakdil’i sanal ortamda tanımak mümkündür. Memleketi olan Kahramanmaraş’ta kendisi adına etkinliklerin düzenlenmesi ve ismine belgesel hazırlanması, ayrıca kayda değer bir vefa borcudur.
İslamî söylemin çağımızdaki farklı sesi Nuri Pakdil, Edebiyat Dergisi ile kendi ekolünü kurmuş, birçok isme dergisinde yer vermiş, eserleri beraberinde diğer kalemlerin de çalışmalarını kitaplaştırmıştır.
Dili kullanış biçimi, olaylara farklı açılardan bakışı tarzı, felsefî tavrı ve kapitalist-anamalcı dünya anlayışına karşı çıkışı ile insanlığın huzur bulacağına dair anlayış yönü, Büyük Doğu ideali ile Necip Fazıl’la Diriliş Motifiyle Sezai Karakoç ile at başı gider.
Basında kalan ve unutulan polemikleri her zaman bulmak, kolay iş olmasa gerek. Biz, dergilerde ve gazetelerde kalan yazılarla Nuri Pakdil’e ve dolayısıyla Edebiyat Dergisi’nin misyonuna dair tespitlerde bulunacağız.
Kendi dünyasında ömrünü dervişçe geçiren PAKDİL, dünya görüşüne muhalif olanların kullandığı dili adeta kıskanmaları neticesinde kendi yayınlarına konu edilir. O, cevabını dergisi Edebiyat’ta verir. Kimseyle kavga etmeyen, çizdiği yoldan şaşmayan, dünyasında inançtan kalemini soyutlamamış, asrımızın edebiyattaki dervişlerinden biridir.
Çevresinde toplanan gençlere farklı isimler verir, onların yeme-içme biçimlerini bile belirler, oldukça sınırlı edebiyat çevresini daima çekirdek yapı olarak görür ve farklı söylemleri ile inancının dışına çıkmaz, bir yazdığını bıkmadan usanmadan yüzlerce kez değiştirir, bazen Edebiyat Dergisi’nde kendi çalışması dışında başka bir imzaya rastlanmayabilir.
Postmodern şiiriyle, oyunlarıyla farklıdır. Düzyazı alanında bazen matematiksel işaretleri bile kullanır. Bir Yazarın Notları’na bakıldığında hem kendisini hem çevresini hem dünyayı nasıl yokladığını, eleştirdiğini açık ve net görmek mümkündür. Yüzyılın Kapitalist ve Marksist anlayışlarına Edebiyat ile karşı koyar, kendi düşüncesiyle dik duruş sergiler ve inancından hiçbir zaman taviz vermez.
İlk kez Cumhuriyet Gazetesi’ne konu olan dil tercihiyle gündeme gelen Pakdil ve Edebiyat, beraberinde diğer yayın organlarının katılımı ile dışa açılmış ve tanınmaya başlanmıştır.
Tartışmayı, Cumhuriyet Gazetesi’nden yazarlar başlatır, Bir Dergi Üstüne Tartışma ismiyle. Pakdil’in ülkenin ve dolayısıyla ezilen milletlerin, halkların yanında oluşunu daima vurguladığı çalışmaları, sosyalist olduğunu belirten yazarları, “Bunlar sağcıdır. Hak ve emekle alakası olmayan bu adamlar ne amaçlıyor, bunlar ne yapmak istiyor?” demeye getirir, adeta. Olan da budur, açıkçası. Nuri Pakdil ve arkadaşlarının, öğrencilerinin çıkardığı yarım gazete ebadını aşan Edebiyat, kabullenmeseler de kendi gündemlerine girmektedir.
Melih Cevdet Anday, Edebiyat’ı sağ kefeye koyan bir anlayıştadır. Anday, Edebiyat ve çevresini sağ tandanslı ilan etmiş ve yazısını adeta bu gençlerin yayınladığı dergideki dile hayranlığını saklamayarak, işin fikrî boyutuyla uğraşmaya başlamıştır:
“Bizim sağcı yazınımıza bir göz atmak istiyorum da, iyi niyetli ve nesnel davranacağımı anlatmak için büyük bir çağdaş ozanı örnek getirdim. Ancak bizde sağ yazın ile sol yazın arasında, beğeni açısından bile kapanmaz bir uçurum olduğu kanısının yaygınlığını bilmez değilim. Zaman zaman düşünmüşümdür, niçin böyle oluyor diye; yazın gibi, sanat gibi yüce uğraşların büyüsü, toplumsal görüşlerdeki ayrılıkların üstüne çıkılmasını sağlayamaz mı? Bir gözleme girişeyim dedim... A, bir de ne göreyim, uçurum muçurum şöyle dursun, inanılmaz benzerliklerle karşılaşmayayım mı?
Sağcı gençlerin çıkardığı, yedinci sayısı Şubat ayında yayımlanmış olan aylık “Edebiyat” dergisinin yedi nüshasını ve yine bu derginin yayımladığı kitaplardan ikisini edindim, iyice okudum. Önce şunu söyleyeyim ki, durumun sevindirici yanı bu genç sağcıların, şiirde olsun, düz yazıda olsun Türkçe sözcük kullanmaya çok önem vermeleridir. Gerçi kimi yazılarda dilimizin solcular elinde bozulduğu üstüne bir takım sözler edilmiş ama, ideolojik ayrımın kesinliğinden ötürü o kadarcık zorlamayı bağışlayabiliriz. Ama şu son yıllarda sanırım özellikle sol yazarların pek düşkün oldukları “ve de” sözüne onlar da bayılıyorlar. Neredeyse tanımayacak gibi oluyorsunuz. Sonra bu gençler, “yabancılaşma” terimini de sık sık kullanıyorlar, yanlış kullanıyorlar ama olsun, solda da çoğu kez yanlış kullanılmıştı o sözcük. Sağcı gençler “Batılılaşma” anlamını vermişler o sözcüğe. Dirençle üzerinde durdukları bir savdır bu, bizim toplumumuz Tanzimat’la bozulmaya, yozlaşmaya başlamış, Batı’ya öykünme, “yabancılaşma” bizi çökertmiş, zayıf düşürmüş, kendi uygarlığımızdan yoksun bırakmış. Batılıların oyununa gelmişiz. Sayın Nuri Pakdil, “Batı Notları” adlı gezi kitabında, “Okullarımız, Batı övgüsünü ödev bilmiş öğretmenlerle doluydu, kafalarımız artık duymayacak değin şişerdi, Türk yazarlarını değil, Batı yazarlarını salık verirlerdi bize” diye yakındıktan sonra şunu ekliyor: ‘1923 devriminden beri boynumuz ağrıdı Batı’ya bakmaktan.’ “(Melih Cevdet Anday Bir Karşılaştırma Cumhuriyet Gazetesi, Tartışma, 5 Nisan 1974)
Anday, Pakdil’in Edebiyat’ını beğenir ve övgüyle ortak noktalardan bahseder:
Peki, kimi solcularımızın “Kültür emperyalizmi”, “Batı öykünmeciliği” diye yakındıkları da bu değil midir? Dahası, Kemal Tahir’le birlikte, Tanzimat’tan bu yana bütün yenileşme akımlarını yerenler, açıkça Osmanlı’yı övenler bu düşüncede değiller midir? Sürdürelim Sayın Pakdil’in dediklerini: “İkinci Abdülhamit’in 1876-1909 arasında uyguladığı dış politikanın dünya barışı için önemi, yıllar geçtikçe iyice anlaşılıyor... Ne var ki, devletin İkinci Abdülhamit’ten sonra, sonsuz bir hızla parçalanışındaki etkenler ve bu etkenlerde payı olan kişiliklerin, adları neye çıkmış olursa olsun, birer yurt düşmanı ve talancı oldukları gerçeği sürekli gizli tutulamamaktadır.”
Kimi solcuların Atatürk’e yakıştırdıkları suçlar da bu biçimde dile getirilmiyor muydu? Onlara uymayan aydınlar kandırılmış, koşullandırılmış sayılmıyor muydu? İşte Sayın Pakdil de şöyle diyor: “Yabancılaşmış Türk aydınları, yurt düşmanları ile birlik olup tuzak üstüne tuzak kursalar da uygarlığımıza dönüş eylemi durdurulamayacaktır.” Ya da şu sözler : “Uygarlığımızın özündeki ülkü -ki buna yerli düşünce diyoruz - Türk halkının gönlünde canlı, yeni ve hiç bozulmamış biçimde duruyor... Cumhuriyet yönetimi batılılaşmayı amaç edinmişti, ne var ki bu yöneliş Türk ulusunun uygarlık değerleriyle çelişiyordu.”
Anday, işin renginin İslamî Dünya Görüşü’ne atıfta bulunur ve Pakdil’i adeta mahkûm etmek ister:” Buraya değin benzerlik iyi ya, Bay Pakdil kendi yöntemlerini salık verince işin rengi biraz değişiyor : “Peygamberin hayatı, bu ülkünün hangi yöntemlerle gerçekleştirilebildiğinin somut örneğidir.” Öncüller, gözlemler arasındaki benzerlik neden benzer sonucu doğurmaz, üzerinde durulmaya değer bir konudur.”
Yazar, Edebiyat Çevresi’nin fikirlerine ısrarla sağ demekte ve kendilerinin kotarmayı başardıkları yeni edebiyat ekolüne dil ve öz açısından hayran olsa da Mehmet Akif İNAN’a atıflarda bulunur. İnan’ın Medeniyet anlayışından yola çıkarak, işin gazeteye uygun şablonunu verir:
“Acaba sol mu sağı, yoksa sağ mı solu etkiledi de bu buluşma gerçekleşti diye soruyorum kendi kendime. Yoksa bu benzerlikler aynı koşullar içinde bulunmanın olağan sonuçları mıdır? Peki, şunu da söyleyebilir miyiz : Bizde bir sağ-sol karşıtlığı yoktur gerçekte. Başka bir deyişle, çoğunun doğru olarak ortaya konduğu gibi, karşıtlık, dinci görüş ve sol arasında değil, burjuva - kapitalist görüş ile sol görüş arasındadır. İyi ama, bu gençler kendilerine niçin “sağ” diyorlar? Şu soru da çıkıyor ortaya : Dinci bir toplum kurmak eğilimi “sol” bir eğilim sayılabilir mi?”
Anday, bu yazının üzerinden aylar geçer ve yeniden konuyu ele alır. Anday, Emin Ziyaioğlu’nun karşı cevabını anlamazlıktan gelir. O’na göre dönemin koalisyonunu oluşturan CHP ve MSP ikilemi içinde ortaya çıkan İslamcılar, hükümeti etkilemeye çalışmak için dergi çıkarmaya ve taban oluşturmaya başlamıştır. Pakdil’in kastettiği sağ, Kur’anî terimdir ve batı solu temsil eder. Kendisi de “Sağ mı Sol mu?” başlıklı yazısını bildik ifadelerle tamamlar:”
Bana kalırsa sorunun pratik çözümünü, “Din ilerlemeye engeldir, değildir” biçiminde dinin özüne çevreli bir tartışmadan beklememeli, Sayın Ecevit’in parmak bastığı, dinin çıkarlara âlet edilmesi sorununu önlemenin çaresini bulmalıdır. Din duygusu, kullanılır bir duygu olmaktan çıkarılmalıdır. Yoksa yanılgıların arkası gelmez. Ama konu bununla da kapanmıyor: ülküleştirilmiş bir dinci anlayış, bir dünya görüşü, bir yaşama biçimi önerisi, bir devlet anlayışı olarak ortaya çıkarsa, buna karşı aynı gerekçe işe yarar mı? “(Cumhuriyet Gazetesi, Olaylar ve Görüşler, 7 Haziran 1974)
Yazarın bu tavrı, yıllar sonra aynı gazetede bir başka yazar tarafından sorgulanır gibidir. Erol Deniz, “Bir Dergi Üstüne Tartışma” başlıklı makalesinde şu tespitleri yapar:
“ Lenin, devrimci savaşımda ekinin, edebiyatın önemini ve gerekliliğini, okuyabildiğim bir çok yapıtlarında vurgulamıştır. Böyle olunca, tüm devrimcilerin ülke edebiyatıyla çok geniş boyutlu iletişim içinde olması, sürekli olarak ülke edebiyatını ve sanatını irdelemesi zorunluluğu kendiliğinden ortaya çıkar. Özellikle sanat dergileri ve düşün dergileri, içinde bulunduğumuz dönemde büyük önem belirtiyor.
Ben, burada bir dergiden söz edeceğim. Önce onu söyleyeyim: Bu dergi sosyalist bir sanat ve düşün dergisi değildir. Ancak sürdürdüğü savaşım gözlenmesi gereken çok ilginç bir savaşımdır. Öte yandan bu dergi üstüne birçok devrimci ve ilerici sanat dergilerinde ve gazetelerde çok çeşitli yazılar ve eleştiriler yayımlanmaktadır. O halde, biz niye konuşmayalım bunu?
Bu dergi, Nuri Pakdil’in yönettiği Edebiyat dergisidir.
Çok arı bir dille yayımlanıyor dergi. Varlık’tan da, Soyut’tan da, Birikim’den de hatta Türk Dili’nden de daha ileri, arı bir Türkçeyle karşılaşıyoruz Edebiyat’ta. İki ay kadar önce, Türk Dili’ndeki yazısında da Mustafa Şerif Onaran vurguladı, bu durumu. Edebiyat’ın bu dil tutumuna, özellikle Nuri Pakdil’in bir yapıtı üstüne Alpay Kabacalı da değinmişti buna Milliyet Sanat dergisinde.
Ama bence, Edebiyat’ın en önemli yanı, salt içeriğidir. Anamalcılığı, emperyalizmi karşısına almış sürekli vuruyor düşmanlarımıza. Faşizme alkış tutan bir tek satır çıkmadı, Edebiyat dergisinde. Tersine, tüm faşist görüntüler şiddetle yerilmektedir.
Edebiyat dergisi, yalnızca anamalcılığı, emperyalizmi, faşizmi eleştiren bir dergi görünümünde midir? Kuşkusuz, bunun çok ötesinde emekten yana, işçiden yana bir düzen önermektedir. Nuri Pakdil’in Edebiyat’ın son sayılarında çıkan kısa oyunları bunun çok açık kanıtlarıdır.”(Cumhuriyet 24 Eylül 1977)
Bu yazının yayınlanmasından sonra Nuri Pakdil’e ve Edebiyat’a ilgi biraz daha artmıştır, Cumhuriyet’te. Hüseyin Dağlı, “Yapıcı Tutum” isimli yazısında Erdal Deniz’in saptamalarını yerinde görür:
Cumhuriyet Gazetesinin 24 Eylül 1977 tarihli sayısında Erdal Deniz imzasıyla bir yazı yayınlandı. “Bir Dergi Üstüne Tartışma” başlıklı yazıyı ilgiyle okudum, düşündüm.
Önce şunu söyleyeyim, devrimci bir arkadaşımızın böylesi hoşgörülü, böylesi nesnel, önyargısız bir yaklaşımla, islâmcı olduğunu bildiğimiz bir dergiye bakabilmesi, tüm devrimciler adına gönendirici olsa gerek.
İlericilikle kesinlikle bağdaşmayan bir bağnazlık içine düşüldüğünü, birtakım toplumcu bildiğimiz yazarların, eleştiri adına yaptıkları kara çalmalarda izledik. İnsanların kırılması nerdeyse olanaksız soyut zırhlara bürünmüş olmaları, bu çağın ivedi savaşım isteyen sayrılığı olarak duruyor aydınlarımızın önünde. İnsanlar arası, dünya görüşleri arası iletişimi, Erdal Deniz’in sözünü ettiği “iletişim”i olanaksız kılan zırhların kırılması gerek önce. Bu yapılmadan, hiçbir yere varılamaz Türkiye’de.
Ekinsizlik bilinçsizliği, buna bağlı olarak kişilik yoksunluğunu doğuruyor. Odak kişilikler, daha kötüsü sloganlar çevresinde sürüler oluşturuluyor sürekli. İstenilen de sürünün büyümesi, çoğalması.
Kişilik yoksunluğu, insanlar arası dostlukların oluşumunu da olanak dışında bırakıyor. Bağlıları arasında dostluk olmayan bir görüş, bir dünya görüşü, bu bağlılarla nereye değin varabilir. Türk yazarları, Türk aydınları bunu hesaplamalı, çözümleme yoluna girmelidirler.
Şu da var, bir ülkede, ayrı dünya görüşü sahibi de olsalar, yazarlar arasında diyalog yoksa, kurulamıyorsa, izleyicileri arasında böyle bir diyalog olması düşünülebilir mi, istenebilir mi böylesi? Yaşadıkları toplumun sözcüleri durumunda olan yazarlar birbiriyle diyalog kurmadıkça, birbirini eleştirmedikçe, önerdikleri toplum düzenleri de karşı karşıya gelmeyecek demektir. Oysa görüşler, karşı görüşlerle hesaplaşa hesaplaşa amacına doğru yürüyebilir, başat duruma gelebilir. Sağlıklı bir yürüyüş için gerekli olan bu kanımca.
Yapıcı yönde eleştirişin, ilgilenişin, iletişimin gereğini vurgulayan, bu yolda çaba harcayan, yazık ki, Nuri Pakdil’den başka pek çıkmadı.
Erdal Deniz; Edebiyat dergisinin arı bir Türkçeyle yayımladığından söz ettikten sonra “Ama bence, Edebiyat’ın en önemli yanı, salt içeriğidir” diyor. Böylece yazar, günümüz Türk yazarının önemli bir eksikliğini de saptamış oluyor. Bugüne değin bizde, çıkan bir derginin dili olsun, biçimi olsun bol bol tartışıldı, övüldü, eleştirildi de, içeriğine önyargılarla yaklaşıldı, nesnellikten uzak duygusal eleştiriler yöneltildi. Ya da, görmezlikten gelindi içerik. Önemli olan (içerik) gözden kaçırılırken, asıl önem biçime verildi, eleştiriler biçim üstünde yoğunlaştırıldı. Biçiminin, içeriği sunmada zorunlu bir yol olduğu unutulmamalı.
Erdal Deniz, “Edebiyat” yazarlarının, savlarıyla önerileriyle, ülke gerekleri üstüne yoğunlaştırdıkları saptayımlarıyla, sosyalist olmadıkları halde sosyalist çizginin en ileri ucunda durabildiklerini söylüyor. Edebiyat’ın sosyalizmle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmadığı kuşku götürmez. Ne ki, Erdal Deniz’in bu savları da, üstünde durulduğunda bir takım sorular çağrıştırıyor. Böyle bir dergi yanında, toplumumuzu göz önünde bulundurarak, sosyalizm’i nasıl konumlayacağız? Ya da tersinden giderek, sosyalist görüş adına yapılan edimler yanında, işçiden, emekten yana bir toplum düzeni öneren, faşist görüntülere ödün vermeyen bir dergiyi nereye koyacağız? Üstünde düşünmek gerek.
Erdal Deniz, salt hoşgörülü, nesnel tutumundan ötürü kutlanmaya değer. Bu tutumu, ileriye dönük, yapıcı bir adım sayıyorum. Türk yazınına katkısı olan tüm yurtseverlerin, Edebiyat’ın nesnel, gerçekçi, yapıcı tavrına ulaşmaları, birbirimize dokunmamızı olanaksızlaştıran tüm zırhların kırılması dileğim.”( Cumhuriyet Gazetesi, Tartışma, 19 Ekim 1977)
Cumhuriyet’te bu tartışma uzar ve yeni bir yazı daha yer alır, Edebiyat ile Kurucusu için. Elâ Kılavuzlu, “Tartışma Sürdürülmeli” adıyla katkı sunmaya çalışır, bu tartışmaya:
Eylül 1977’de Erdal Deniz, 19 Ekim 1977’de de Hüseyin Dağlı “bir dergi” üzerine iki yazı yazdılar, Cumhuriyet Gazetesinin bu sütunlarında. İkisini de ilgiyle okudum. Gönendim. İlkin şunu belirtelim ki, yazınsever okuyuculara böyle bir karşılıklı konuşma, yapıcı yönde tartışma olanağı sağladığı için Cumhuriyet’e teşekkür ederiz. Demokratik tutumundan dolayı kutlanmaya değer Cumhuriyet Gazetesi...
Yazın dergilerinin, sanat dergilerinin, çoğunu izlerim. Edebiyat Dergisi de izlediklerim, beğendiklerim
arasında. Andığım derginin her yeni sayısında bir sıcaklık, bir canlılık , bir hoşgörürlülük bulurum. Katı olmayan ve inandıklarından da asla ödün vermeyen bir tutumu var Edebiyat’ın. İnsana, emeğe, barışa yönelik savlarıyla oldukça güçlü. Gerek Erdal Deniz, gerekse Hüseyin Dağlı, Edebiyat dergisini irdelerken, tartışmayı yoğunlaştırırken “biçimi, tutumu, içeriği” üzerinde durdular. Kuşkusuz her üç saptayım da yerindeydi. Ne ki yeterli değildi.
Bence daha da genişletmeli tartışmanın boyutlarını. Var mıdır günümüz koşullarından etkilenmeyen bir dergi daha Türkiye’de? Üzerinde durulmaya değmez mi bu yönü de? Çoğu kez çıkan her yeni dergi zamanla aşınmış, erimiş, tükenip gitmiştir. Ne ki Edebiyat her geçen gün biraz daha derinleştirmiştir köklerini. Bizlere denli ulaştırmıştır sesini. Öz’ünden geçerliliğinden hiç bir şey yitirmemiştir.
Nuri Pakdil’in kararlı, ve yapıcı çağrılarını yanıtsız bırakmıştır çoğu kez bizim yazarlarımız, sözcülerimiz. Rauf Mutluay’ın birkaç değinisinden, Edebiyat’a değgin sözünden başka anmaya değer bir ses duymadık bu konuda şimdiye değin.
Gereğine inanıyoruz tartışmanın. Yazarlarımız yükleniyorlar bu sorumluluğu. Ne ki canlılık göstermiyorlar bu konuda. Oysa, yazar bir düşüncenin insanı olarak kendini ileri attığı an başlar sorumluluğu. O düşüncenin yükü omuzlarımıza binmiştir gayri. Yurtsever, devrimci bir yazar sorumluluğunun bilincinde olur.
Hüseyin Dağlı, Erdal Deniz’in savlarına değinerek, dayanarak bir kaç soruyla çıkıyor karşımıza. “... Böyle bir dergi yanında, toplumumuzu gözönünde bulundurarak, sosyalizmi nasıl konumlayacağız? Ya da tersinden giderek, sosyalist görüş adına yapılan edimler yanında, işçiden emekten yana bir toplum düzeni öneren, faşist görüntülere ödün vermeyen bir dergiyi nereye koyacağız?
Tüm emekten yana, haktan yana yurtsever yazarları, okuyucuları Hüseyin Dağlı’nın bu savları üzerinde konuşmaya, tartışmaya “davet” ediyorum. Çevremde bir yığın devrimci geçinen arkadaşım var. Ne ki hiç biri hiçbir yapıt okumamıştır; devrimciliğe, yurtseverliğe ilişkin. Bu siyasa kargaşalığından ancak yazarlar sıyırabilir, ancak yazarlar düşünceye, kitaba yöneltebilirler insanımızı. Yazarlar kurtarabilir boşlukta dolaşan kitleleri. Tartışarak. (Cumhuriyet Gazetesi, Tartışma, 13 Aralık 1977)
Tartışmaya Cumhuriyet dışında kalan ve çizgisiyle Edebiyat’a yakın olan, İslamcı Görüşe mensup isimlerle ön plâna çıkan Yeni Devir Gazetesi de katılır. Bekir Berze, Tartışmanın Boyutları’nda Edebiyat’ın ve Nuri Pakdil’in hak ve emek mücadelesi’nde Batı’ya karşı duruşun diğer yönünü de ortaya koyar: İslam..
Bu tartışmanın merkezinde sorgulayıcı çalışma, Nuri Pakdil’in gerçek tavrını ve amacını ortaya koyması açısından ilgi çekicidir:
Cumhuriyet Gazetesinin 24 Eylül 1977 tarihli sayısında yayımlanan “BİR DERGİ ÜSTÜNE TARTIŞMA” başlıklı yazısında Edebiyat Dergisini gündeme getirdi Erdal Deniz.
Yazıyı söz konusu etmeden Nuri Pakdil’in bir savını ayrımsadı belleğim; “Tartışmalarda bir sonuca varılamasa bile, tartışılan konunun daha bir aydınlık kazanması, tartışmayı yapanların birbirlerini daha yakından anlama olanakları elde edecekleri olasılığı sevindirir beni. Tartışma, sanat sorunlarını, edebiyat sorunlarını aşıyorsa, tartışmanın daha da bir yararlı olacağı kanısı var bende. Bu, her şeyden önce kişilerin birbirlerini suçlamadan, tersine birbirlerine saygı duyarak, düşüncelerini açık açık söylemelerine, bunlar üzerinde karşılıklı tartışmalarına olanak verecektir. Ülkenin yazgısında payımız var. Yazarlar birbirlerini anlamaya çalıştıkça, tartışma bir suçlama olmaktan çıktıkça, yurdumuzun görüntüsüne, belki de iki damla aydınlık düşebilir.” (Biat II S. 135, 136).
Erdal Deniz, bu iki damla aydınlığın düşmesini isteyenlerden, kuşkusuz, yurdumuzun görüntüsüne. Kendisinin de vurguladığı gibi ilk kez gündeme getirilmiyordu Edebiyat, ancak bir başka içten, bir başka gerçekçiydi Erdal Deniz’inki.
Yazar, Edebiyat’ın dil üstünlüğünün çoğu dergilerde de söz konusu edildiğini vurgular. Bu dergilerin tümünün de önünde arı bir dil anlayışıyla eylemini sürdürdüğünü belirtir. Ve bizce de asıl olan konuya değinir; “Bence, Edebiyat’ın en önemli yanı, salt içeriğidir” savıyla. Doğrudur bu. Ancak, yazının bundan sonraki kısmı düşündürdü beni: Erdal Deniz’in dediği gibi; “Anamalcılığı, emperyalizmi karşısına almış vuruyor düşmanlarımıza” Edebiyat dergisi...
Yazar, yazısının daha sonraki kısmında, “kuşkusuz, bunun da ötesinde, emekten yana, işçiden yana bir düzen önermektedir” der ve Nuri Pakdil’in kısa oyunlarını gösterir kanıt olarak. Nuri Pakdil’in oyunlarında olsun, derginin öteki yazarların yazılarında olsun işçiden yana, emekten yana olunduğu kuşkusuzdur. Ancak nerden kaynaklanıyor bu eylem? Erdal Deniz, ilgiyle karşıladığım yazısını yazarken usa vurabildiği bir eylemin kökenini açıkta bırakmış. Nedir bu denli kendisini Edebiyat’ın yanında kılan, nedir Edebiyat’ın bu denli soylu bir sanat çizgisi sürdürmesinde etken olan? Saygıyla karşıladığım ilgisini bir adım daha yaklaştırsaydı; İslam; diyebilecekti yazısının sonunda. Edebiyat’ın, yazısının başından beri andığı, övdüğü özelliklerini doğuran, onu bu şekilde eyleme zorlayan İslâm Öğretisi oldu hep, diyebilecekti.
Anamalcılığa da, sömürücülüğe de karşıdır İslâm Öğretisi. Bunu bildirir inanmışlarına. Emeği de, işçiyi de, alınterini de İslâm Öğretisi kutsamıştır. Edebiyat’ da sekiz yıldır dirençle sürdürdüğü eylemini, emekten, işçiden yana olan içeriğini İslam Öğretisinden algılamıştır. “Alnının teri kurumadan, işçinin hakkını ödeyiniz", diyen tek öğreti, İslâm Öğretisi değil midir?
Yazarlar, her zaman “kalplerinin gereksinimlerini” karşılamaya bakmalı. Nuri Pakdil, Edebiyat’ın Ekim 1977 sayısındaki “Bir Yazarın Notları” başlıklı yazısında; “Kalbin gereksinimine boş verildiğinde emek de, alınteri de yitirir evrensel anlamını. Önce, emek için, önce alınteri için gerekli kalbin gereksinimini karşılamak, Emek, alınteri; yeryüzünün üstünde durduğu iki temel sütundur. Unuttuğumuzda kalbin gereksinimini çöker bu iki sütun” der. Dini duyumsayan kalb, gereksinim içerisindedir.
Yazar, “Nuri Pakdil olsun, öteki yazarlar olsun sosyalist olmadıkları halde, yapıtlarında ve tüm yazılarında, ileri sürdükleri savlarıyla, tüm önerileriyle sosyalist çizginin en ileri ucunda durabiliyorlar? Nerden varıyorlar o noktaya?” diye sorar. Yukarıdaki açıklamamda da olduğu gibi bu soruyu da yanıtlamak isterim. İslâmdan derim, İslâm öğretisinden varıyorlar o noktaya. O, “sosyalist çizginin en ileri ucu” denilen, adı söylenemeyen nokta İSLAMDIR. Ve “sosyalist çizginin en ileri ucu” savı yersizdir. Edebiyat, böyle bir noktaya sosyalist değil islâmî süreç içerisinde gelmiştir. Ülke gerçeklerinde olsun diğer yaklaşımlarda olsun en tutarlı saptayımlar İslâm Öğretisine yaslanılarak yapılanlar değil midir? Edebiyat’ın çizilmek istenen konumunu biz şöyle saptayabiliriz: İslâm Öğretisine dayanılarak, insancıllığın en ileri ucu, Edebiyat’ın konumu. Bu çizgide durabilmesini de Öğretisinden ödün vermemeye borçlu, Dergi.
“Bugün Türkiye’de, kurulu düzenle en ciddi bir düzeyde savaşan sanat dergilerinin edebiyat dergilerinin en başında Edebiyat yer alıyor.” savına da, yalnız Öğretim açısından evet diyebilirim.
Erdal Deniz’in doğru sözlülüğü, saygı gösterdiğim, kutladığım bir başka yönü. Yazımı, yine Nuri Pakdil’in bir savıyla bitirmek isterim; “Bir albastı altında bu çağ. Hepimizi etkiliyor bu. Şimdilerde önemli olan, ulusumuzun yararı için yapılması gereken, yazarların birbirlerine daha çok yaklaşmalarıdır, birbirlerini anlamaya çalışmalardır. Sürekli karşılıklı konuşmalıyız. Camus’ün dediği gibi, “karşılıklı konuşma olmayan yerde hayat da yoktur” (Biat II S. 134). ( Yeni Devir Gazetesi Eleştiri 4 Kasım 1977)
Nuri Pakdil’in ve Edebiyat’ın gündemde yerini almasıyla birlikte Mehmet Çınarlı, Hisar’da bir cevap yazısı yazar. Bu yazıda sağ kavramına değinerek, bir yönüyle Nuri Pakdil’i, sağ düşünceyi tek başına temsil ettiğini ifade etmesini yadırgar. “İnkâr Hastalığı” başlığı altında kendilerinin de dergicilik kulvarında yok sayılmasına, inkâr edilmesine karşı çıkar:
Politikacıların, birbirlerine karşı, uzlaşmaz bir tavır takınmalarından hepimiz şikâyet ederiz. ‘Keşke, durmadan birbirlerinin gözlerini oymaya çalışacaklarına, aralarında bir anlaşma zemini arasalar, bir diyalog kursalar ve memleketin ana davalarında bir araya gelseler’ deriz.
Edebiyatla uğraşanlar arasındaki düşmanlık ve çekememezlik politikacılar arasındakinden çok daha ileri, çok daha belirgin olduğu halde, bu garip durum kimseyi rahatsız etmiyor. Hem, edebiyatla ilgilenenler politikayla ilgilenenlerden çok daha az, hem de edebiyatçının tutumu -politikacının tutumu gibi- herkesin günlük ekmeğine, yaşama şartlarına tesir etmez. Onun için, ‘Bırak canım, ne halleri varsa görsünler’ denip geçiliyor.
Bu söylediklerime delil olarak, büyük ve ciddî bir gazetemizle onun çıkardığı sanat dergisinin tutumları arasındaki farklılığı göstereceğim. Milliyet Gazetesi’nin de, Milliyet Sanat Dergisi’nin de sahibi Ercüment Karacan, genel yayın müdürü Abdi İpekçi. Milliyet Gazetesi sol eğilimli, solcuları destekleyen bir gazete; fakat sağdaki politikacıların sözlerine ve davranışlarına da oldukça geniş bir yer verir. Sağdaki parti liderlerinin söylediklerini zaman zaman manşete çıkarır, onlarla uzun konuşmalar yapar, onların makalelerini yayınlar. İpekçi’nin, bir meselede, solcuları haksız, sağcıları haklı görüp bunu açıkca söylediği yazıları bile vardır.
Milliyet Sanat Dergisi’ne gelince: Pek nadir istisnalar dışında, marksist olmayan bütün şair ve yazarları yok saymakta kararlıdır. Onlardan ve eserlerinden bahsetmemeye, onların herhangi bir başarısını okuyucularına duyurmamaya dikkat eder.
Bu dergi, geçenlerde, 1976 yılının sanat olaylarını topluca gözden geçiren bir özel sayı yayınladı. Bu özel sayıda, üç-beş yüz basan, üç-beş sayı çıkıp batan edebiyat dergilerinin dahi üzerinde durulduğu halde, 27 yıldır Türk fikir ve sanat hayatına hizmet eden, geniş bir aydın kitlesinin severek okuduğu Hisar dergisinden hiç bahis yok. 1976 da yayınlanan dergi sayısı verilirken dahi, Hisar toplama dahil edilmemiş. Dergiler sayfasının yazarı, “Şecaat arz ederken” mısraını hatırlatan bir pervasızlıkla şöyle diyor: “Bir takım dergileri (Hisar, Kubbealtı Akademi, Edebiyat vb.) bu değerlendirmenin dışında bırakıyoruz.” Niçin? O dergiler bu memlekette çıkmıyor mu? O dergiler Türk diliyle, Türk edebiyatı ile ilgili değil mi? Bu soruları bizim sormamız faydasız. Genel yayın müdürü Abdi İpekçi, hattâ dergi sahibi Ercüment Karacan sormalıydı.
Onların sormadığı “Niçin?” sorusunun cevabını, yazar “Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı”na, aynı paralelde yazdığı bir yazının içinde verivermiş: “Sağcı bir açıdan sanat yapma savıyla yayımlanan Hisar, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Edebiyat vb. gibi dergiler üzerinde durmaya ise hiç gereklik yok.”
Aynı Edebiyat Yıllığı’nın sonunda ise şu iddianın yer aldığını öğreniyoruz: “Her konuda değerlendirme ve yorumlamada yan tutmaktayız, ancak edebiyat olaylarını yansıtmakta kesinlikle hiç yan tutmuyoruz.” Hem, edebiyat olaylarını yansıtmakta kesinlikle hiç yan tutmadığını ileri sür, hem de memlekette yayınlanan bir çok edebiyat dergisinin -sağcı bir açıdan edebiyat yaptıkları gerekçesiyle- üzerinde durmadığını açıkça itiraf etmekten çekinme! Eskiler bunun cevabını çok güzel vermişler: Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?
Yukarda ele aldığım konuyu geçen ay yazmayı düşünmüş, fakat “değmez” deyip vazgeçmiştim. Ankara’da yayınlanan Edebiyat dergisinin Şubat sayısında Nuri Pakdil’in aynı konuya temas ettiğini gördüm. Pakdil, yazısına şöyle başlıyor: “Var mıdır başka bir ülke, yazarları öbeklere ayrılmış olsun, bizdeki gibi, öbürleri için susmayı konuşmamayı yeğleyerek? Olası mıdır, bu durumlarda, edebiyatın, sanatın yeni alanlarda fışkırması, insanı daha yakından sarması, kuşatması, kucaklaması?” Yazının biraz aşağısında şunlar söyleniyor: “Tüm bunlar bir yana, özellikle, yıllık düzenleyenlerin, çok nesnel bir tutum içinde olmaları zorunlu değil midir? Çünkü, yıllık, bir yılın “sayım-dökümü” anlamına gelmiyor mu?”
Dilindeki kılçıklar, ifadesindeki çetrefillik bir yana, Pakdil’in yazısını bir yere kadar beğenerek, tasdik ederek okudum. Benim, düşünüp de -karşı tarafın kös dinlediğini bildiğim için- yazmağa değmez bulduğum birçok şeyleri Pakdil o yazısında söylemiş. Ama, yazısının sonlarına doğru, sıra kendisinin çıkardığı “Edebiyat” dergisinin savunmasına gelince, daha önce söylediği şeyleri adetâ inkâr edip, çelişkiye düşüyor.
Pakdil, sözü geçen Sanat Dergisi’nin özel sayısı ve Edebiyat Yıllığı’nda Hisar, Kubbealtı Akademi ve solcu olmayan diğer bütün edebiyat dergilerinin bir kenara itilmiş olmasını adeta yerinde gören bir tutum içinde. Bütün derdi, kendi dergisi “Edebiyat”ın da aynı şekilde işlem görmüş olması.
Peki, nerde kaldı yukarda sözünü ettiği “nesnellik”, “bir yılın sayım-dökümü” konusu? Nerde kaldı, edebiyatçıların birbirlerini inkârdan vazgeçip, aralarında konuşmaları, tartışmaları gerektiğini ifade eden o güzel sözler?
“Edebiyat’ın bu anılan dergilerle (yani Hisar, Kubbealtı Akademi vs.) olsun, bu anılan dergilerin benzerleri dergilerle olsun hiç bir ortak yanı yoktur... Yeniyiz biz, bizim dışımızdakilerin hepsi eskidir, tükenmiştir, bitmiştir.” diyor
Pakdil’in bu sözlerinde, öteden beri hayret ve ibretle görüp durduğum bir ruh halinin izlerini buldum: Marksist, materyalist dünya görüşünü aksettiren dergi ve yazarların gücü ve otoritesi -eskilerin “kaziye-i mahkeme” dedikleri- tartışılmaz bir gerçek olarak kabul ediliyor. Onların safına katılmak istemiyen (yahut da katılmak imkânı bulamayan) bazı dergi ve yazarlar, onlarla savaşmaktan çok, varlıklarını onlara kabul ettirmek, onlardan -küçük de olsa- bir aferin koparabilmek peşinde. Solculardan “icazet” almadan ve onların takdirini kazanmadan, edebiyat dünyasında yer etmenin, sanat gücünü ispatlamanın mümkün olamayacağına inanmışlar.
Bu icazetin alınması ve takdirin kazanılması için de, bazı solcu dergi ve yazarları övüp, solcu olmayan bir takım dergi ve yazarları kötülemeyi pratik bir hal çaresi olarak görüyorlar. Pakdil, sözü geçen Yıllık’ta kullanılan “sağcı bir açıdan” deyimine de karşı çıkarak, şöyle diyor: “Sanırım, Alpay Kabacalı, bu deyimi Batı’daki bölümlemeye uyarak yapıyor, bizi sağcı görüyor. Ekonomik yaklaşımla bölümlemeye sokuyor bizi. Oysa biz, o bölümlemedeki “sağcı” deyiminin algılattığı anlamda sağcı değiliz. Anamalcı dünya görüşünü savunmuyoruz ki biz.”
Acaba, kapitalist dünya görüşünü “sağcı” denilen hengi dergiler savunuyor? Bugün Türkiye’de “sağcı”, “solcu” deyimlerine verilen anlamların, Batı’daki iktisadî düzenlerle hiç bir ilgisi olmadığını Sayın Pakdil bilmiyor mu? Marksist, Materyalist dünya görüşünü benimsemeyen herkes Türkiye’de sağcılık (hattâ gericilik, faşistlik) payesi kazandı. İslâmî dünya görüşünü savunanlarsa sağcıların en koyusu sayılıyor.
“Bizim uygarlığımızın kaynaklandığı” İslamî dünya görüşünün, “ödünsüz savunucusu” olduğu ileri sürülen Edebiyat dergisi, acaba, marksistlere hoş görünüp, millî ve manevî değerlere bağlı şair ve yazarlarımızı insafsızca kötüleyerek mi amacına ulaşacak? Yoksa, bu dergi yazarlarını başarıya götürecek olan, eski kültürümüzle bütün bağlarımızı koparmak için, dilimizi durmadan değiştirip, halkın kullandığı kelimeler yerine kimsenin bilmediği uydurma kelimeleri zorla kabul ettirmek isteyenlerle aynı yolda yürümek midir?
Pakdil, sözü geçen yazısının başlarında: “Yazarak, konuşarak birbirimizi daha iyi anlama, yanlışlarımızı düzeltme olanağı bulamaz mıyız? Birbirimizin karşısında olduğumuzu sandığımız yerde bile, olasıdır ki, birbirimize çok yakın yerde bulunuyoruzdur” diyor. Bu sözleri yazısının sonlarındaki “... bizim dışımızdakileri hepsi eskidir, tükenmiştir, bitmiştir” sözleriyle nasıl bağdaştıracağız?
Yoksa, o güzel sözler sadece solculara -kendi deyimiyle- “ödün vermek” için kullanılmıştır da, solcu olmayanlar için geçerli sayılmaz mı?
İdeoloji bakımından yakın olan bazı siyasî partilerin, birbirlerini karşı ideolojideki partilerden daha tehlikeli gördükleri ve çökertmeye çalıştıkları yurdumuzun garip gerçeklerinden biridir. Onların bir oy hesabı var. Aynı seçmen kitlesine hitap ettiklerini düşünüyor, o seçmenleri birbirlerine kaptırmamak istiyorlar.
Peki, bazı yazarlarımızın ve edebiyat dergilerimizin derdi nedir? Düşünce ve inanç bakımından kendilerine yakın olan dergileri ve yazarları överlerse ne seçmenlerini kaybederler, ne de makam koltuklarını!
Kırk milyonluk Türkiye’de yüz bine bile ulaşmadığını sandığım edebiyat meraklılarının artması, edebiyatçının önem ve değer kazanması için, peşin hükümlerle karalayıp, çelmelemelerden vazgeçip, her sanatçıyı hak ettiği yere oturtmak gerekir. Bunu, solcular kadar, sağcı sayılanlara da anlatmakta güçlük çekiyoruz.( Hisar Dergisi, Mart 1977)
Milliyet Sanat Dergisi ile ortaya çıkan ve Aziz Nesin Vakfı Yıllığı’nda yer alan, sol kesimin dışındaki dergilere yer vermeme hastalığına değinen Mehmet Çınarlı’yı, Mithat Yıldırım “Uzlaşma Meselesi” adlı eleştiri yazısında haklı bulmaz ve Edebiyat ile ortaya çıkan Nuri Pakdil’i savunur:
Elbette, edebiyat alanında yeri olan dergilerin dünya görüşleri önemlidir. Asıl varoluş nedeni budur. İnsan bunun için yaşar, bunun için yazar. Her derginin, her yazarın bir inancı veya bir inanca işaret eden eğilimleri vardır. Bunu görürüz, edebiyat ürünlerinde. Ya da herhangi bir konumu.
“Aylık fikir ve sanat dergisi” olarak yayımlanan “Hisar” dergisinin Mart sayısında Mehmet Çınarlı’nın, “İnkar Hastalığı” başlıklı bir yazısı çıktı. Bu yazı üzerinde durarak, bazı konulara aydınlık getirmeyi, bazı esasların tekrar altını çizmeyi deneyeceğim.
Mehmet Çınarlı yazısına şöyle başlıyor: “Politikacıların, birbirine karşı, uzlaşmaz bir tavır takınmalarından hepimiz şikâyet ederiz. ‘Keşke, durmadan birbirlerinin gözlerini oymaya çalışacaklarına, aralarında bir anlaşma zemini aralasalar, bir diyalog kursalar ve memleketin ana davalarında bir araya gelseler’ deriz.”
“Memleketin ana davaları”nın, ayrı dünya görüşlerini temsil eden siyasi partilerce, politikacılarla farklı görüleceğinin şuurunda olması gerekir her aydın kişi. Dolayısıyla, mücerred bir “ana davalar manzumesi” ileri sürülemez. Diyeceğim, bu temenni boş, temelsiz, sıradan bir temenni. Fakat, Mehmet Çınarlı, asıl, başka bir plânda dertli. Güya, siyaset plânındaki durumun da, söz konusu edeceği plandaki durumdan farklı olmadığını, hattâ ilkindeki manzaranın daha az çirkin olduğunu belirtmek istiyor. Asıl meselesi, edebiyat alanında “düşmanlık ve çekememezlik politikacılar arasındakinden çok daha ileri, çok daha belirgin olduğu halde, bu garip uçurum kimseyi rahatsız etmiyor. Hem, edebiyatla ilgilenenler politikayla ilgilenenlerden daha az, hem de edebiyatçının tutumu -politikacının tutumu gibi- herkesin günlük ekmeğine, yaşama şartlarına tesir etmez. Onun için, “bırak canım, ne halleri varsa görsünler” denip geçiliyor.”
Mehmet Çınarlı’nın Yakınması
Bu sözler, “27 yıldır Türk fikir ve sanatına hizmet eden, geniş bir aydın kitlesinin severek okuduğu Hisar dergisi” nin bir yazarına, Mehmet Çınarlı’ya ait. Bu çetrefil ifadeyle ne anlatılmak isteniyor? “Bu garip durum” dediği, edebiyatla uğraşanlar arasındaki düşmanlık ve çekememezlik, kimleri rahatsız etmeli, acaba? Edebiyatla uğraşmayanları mı? İfadesinden bu anlaşılıyor. Oysa, edebiyatla uğraşmayanlar, edebiyat alanında olup bitenleri nasıl bilsinler? Şu sözüne dikkat. “... Bırak canım, ne halleri varsa görsünler, denip geçiliyor.” Kim böyle diyen? Edebiyat dışındakiler, edebiyatçılara, edebiyatla uğraşanlara diyormuş, yazara göre. Eğer söz konusu rahatsızlık edebiyatla uğraşanlar arasında duyuluyor ya da duyulmuyorsa, bu edebiyat içi bir meseledir, dergilerde, gazetelerde yazılır, tartışılır. Zaten öyle oluyor. Mehmet Çınarlı boşuna ve çok acemice dertlenmiş, üzüntüsünü dile getirmiş.
Mehmet Çınarlı daha politik demeçlerle, politik davranışlarla edebiyat ürünlerini, edebi tutumları, üslûpları bir birinden ayıramıyor. Zannediyor ki ,sağ-sol gazeteler, sağdaki ve soldaki politik demeçleri, davranışları nasıl yansıtıyorlarsa, sağ-sol edebiyat dergileri de edebiyat diye öne sürülen ne varsa hepsini yansıtmakla, vermekle yükümlüdürler, aksi takdirde haksızlık etmiş olurlar. Oysa, her sağduyu sahibi kişi bilir ki, edebiyat ürünü, belli ölçüleri tutturmuş olmalıdır. Her edebiyat yapıyorum diyenin yaptığı edebiyat değildir. Edebiyat dergileri, yıllıkları, hiç olmazsa bir ölçüde, ürünlerde bazı değerler, bazı şartlar ararlar, sadece edebiyat olanı yayımlarlar, gerisini yansıtmazlar. Öyle ya, edebiyat diye ortaya atılanlar başka, gerçek edebiyat ürünleri başka. Ve edebiyat ürünlerinin niteliğini, değerlerini ürünlerin sahipleri değil, edebiyat ortamları belirler. Kim kendine güveniyorsa koyar eserini ortaya, eser dayanıklı mı dayanıksız mı er geç belli olur. Edebiyat olayları da böyle. Her edebiyat etiketli olay edebiyat olayı sayılamaz. Edebiyat düzeyinde olup bitenler edebiyat olaylarını teşkil ederler.
Bu yazısını, Mehmet Çınarlı “Milliyet Sanat Dergisi” ile “Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı” nı eleştirerek sürdürüyor bir yere kadar ama, asıl derdi sonra anlaşılıyor. Yazar Nuri Pakdil’in Edebiyat Dergisi’ndeki bir yazısı üzmüş, asıl Mehmet Çınarlı’yı. Nuri Pakdil o yazısında, kendi dergisini savunurken, Hisar, Kubbealtı, Akademi ve benzeri dergileri bir tarafa itmiş, “Edebiyat” ın o dergilerden tamamen farklı olduğunu belirtmiş, öbürlerinin eskimiş, tükenmiş, bitmiş olduğunu vurgulamış. Buna alınmış üzülmüş Mehmet Çınarlı. Bunun için yazmış bu yazıyı. Diyor ki: “... Düşünce ve inanç bakımından kendilerine yakın olan dergileri ve yazarları överlerse ne seçmenlerini kaybederler, ne de makam koltuklarını!”
Yukarıda belirtmeye çalıştığım gibi, edebiyat alanında boy gösterebilmek edebiyat ustası olmak işidir. Bunu herkes böyle bilir. Edebiyatta ustalık önemlidir. Bu doğrultuda olan kişiler ve dergiler edebiyat ortamında tutunurlar, kendilerinden söz ettirirler. Bu, her zaman, her ülkede böyle olmasa bile, eninde sonunda usta edebiyatçılar kendilerini kabul ettirirler. Usta yazarlar, usta şairler, usta edebiyat dergileri dirençle, güvenle, bilinç faaliyetlerini sürdürürler. Asıl olan, edebiyatta yetkinliktir, ustalıktır, ya da o yolda bulunmaktadır.
Edebiyatın Kendine Has Tutumu Vardır
“Edebiyat” böyle bir tutum ve davranış içindedir. Edebiyat anlayışı böyledir. “Edebiyat”ın yaptığı, diyalog sağlama teşebbüsleri olarak nitelenebilecek türden faaliyet Mehmet Çınarlı’nınki gibi bir yakınma değil, meydan okumadır. “Yazılarımızı, şiirlerimizi, hikâyelerimizi, tercümelerimizi okuyun, eleştirin!” denmektedir. Evet, bu bir meydan okumadır. Dergiye ve yazarlarına güvenmektedir, Nuri Pakdil. Bu diyalog da sağlanmıştır. Edebiyat’ın hiç bir yazarının, şairinin yetkin olmadığı ileri sürülmemiştir, şimdiye kadar. Hep olumlu söz edilmiştir ”Edebiyat”ın ürünlerinden “Ehliyeti” inkâr olunamıyor “Edebiyat”ın.
“Edebiyat”, kendi dışındaki tüm dergilere, bir kere, sanat planında bakar. Ustalık, titizlik arar başta. Çünkü, bilir ki, edebiyat bir sanat alanıdır, bir eğitim alanıdır. Burada görünebilmek için zorlukları, sabrı, çileyi göze almak lâzım. Sanatçı olmak lâzım, sanata adanmak lâzım. Dergileri değerlendirirken, onun için, edebiyat alanının gereklerini göz önüne alır, bu hususta acımasızdır.
Elbette, edebiyat alanında yeri olan dergilerin dünya görüşleri önemlidir. Asıl varoluş nedeni budur. İnsan bunun için yaşar, bunun için yazar. Her derginin, her yazarın bir inancı veya bir inanca işaret eden eğilimleri vardır. Bunu görürüz, edebiyat ürünlerinde. Ya da herhangi bir konumu. Hisar’ın edebiyat alanında yeri olup olmadığını, Türk edebiyat ortamı belirliyor. Edebiyat tarihçileri de yazacaklar. Bu bir.
“İnanç” bakımından yakınlık-uzaklık diye bir şey söz konusu edilemez. İki. Ya bir dünya görüşüne, bir dine inanırsın, ya inanmazsın. “Edebiyat”, dünya görüşü olarak İslam’ı seçmiş, tâviz vermeksizin bu çizgide faaliyet gösteren bir dergidir. “Hisar”la arasında inanç ortaklığı yoktur. Zaten bu yazısında da, Mehmet Çınarlı, Hisar’ın İslâmcı bir dergi olduğunu belirtmiyor. Olsa olsa, özü müphem ve muğlak bir “milli ve manevî değerlere bağlılık” söz konusudur.
“Edebiyat”, ilan alma şartları arasında “içki ve banka ilânları alınmaz” kaydını bulundururken, “Hisar”ın içinde, meselâ, bu, Mart sayısında “Ankara viskisi”nden çeşitli bankaların ilanlarına, bol miktarda rastlanıyor.
Niye sitem ediyor ki, Mehmet Çınarlı?
Sanırım, meseleyi iki yönden de ele almış oldum. Sanat alanında eleştirilere, zevklere, değerlendirmelere açıktır her dergi, her yazar. İlgi görmüyoruz, beğenilmiyoruz, veya, bahsedilmediğimize göre doğru yoldayız, bahsederler mi, tabii bahsetmezler, gibi yakınmalara ya da iyimserlik duygularına yer yok. Önemli olan, ortaya konulan sanattır. İnanç yakınlığı, ortak değer yargıları olduğu sanılan dergilerden, yazarlardan övgü, destek beklemek te yersiz. İnancın özü, açıklığı, kesinliği, tekliği önemlidir.”( Milli Gazete, 19 Mart 1977)
Tartışmalar sürerken Yeni Devir’de “Fikret Göynük” imzalı, “ Edebiyatla Gönenmek” adlı tanıtım yazısı yayınlanır:
Edebiyat dergisinin Kasım sayısı geniş bir alanı doldurmuş, masamda. Zaten geniş oylumluydu ya daha da büyümüş bu ay. Sanki yürek coğrafyamızdaki kanamış bölgelerin çokluğunu bildi de o artırdı sayfalarını; o da büyüdü. Yaralarımızı çokça kapayabilmek için Edebiyat daha da büyüdü. Düşünülmeli ki nice savaşımlar, boğuşmalar, ezilmeler sürecinde çürüdü - insan kişiliği. O kan dökenlerin ardından, içimizin göz göz olmuşluğunu ne ile düzleyeceğiz? Ne ile onaracağız, örteceğiz? Nuri Pakdil, “İpi kopmuş deve gibi ortalıkta dolaşıyor çağ. Bu çağı tutmalı, bir yere, sağlam bir yere bağlamalı” demişti. Diyeceğim, sanat da edebiyat da o “bağ”ın ucundan tutabilmek için, kavrayabilmek için var olan eller olmalı. Sanat da edebiyat da o bağla insanı birbirine kavuşturabilmek için kullanacağımız ellerimiz olmalı.
Edebiyat’ı her okuyuşumda bir kımıltı duyarım yüreğimde. Bir kıpırtıyı kuşanırım, yaralarım onmuştur. İnsanların göğsüne Edebiyat takmaya kalkıyorum. Tanık olduğum tüm yaralara Edebiyat yapıştıracağım.
Yolda karşılaştığımız ilk kişiye şunu soramaz mıyız? “Kuşkusuz bugün de yeni bir çıban eklenmiş olmalı beyninize, değil mi bayım? Öyle ise Edebiyat okuyun, düşünürsünüz. Çıbanlar dökülür bir bir düşününce. Yakında doktorlar da bunu öğütleyecekler. Yazarlar ve sanatçılar ise çağımızın en saygın doktorlarıdır”.
Edebiyatın bu sayısı yoğun bir biçimde “gerilla” kokuyordu. İnsanların omuzlarında zulme uğratılmanın, bir ezince uğratılmanın kanı durdukça gerillalar da silinmeyecek gündemden. Gerilla da Filistin eyleminin, direncinin simgesi çağımızda. Nuri Pakdil, Edebiyat’ın bu sayısındaki “Karabasan” başlıklı yazısında gerillayı konuşturuyordu. Yazar, insanlığın bir şeyle sıkıştırıldığını vurguladıktan sonra, gerilla çıkışının nedenini şöyle anlatıyordu : “Batı toplumunun, Batı uygarlığının sayrılıklı halinden çıkmadı mı ortaya bunlar, gerilla ile korsan? Bir bakıma anamalcılığın, sömürünün, baskının, soykırımının bir sonucu olarak da bakılamaz mı bunlara?”
Batı’nın hışmında linç edilen insanın şaşkınlığından doğuyor gerilla. Ölümü durdurmak için onu üretenleri susturmak mı gerekiyor? Onu yapıyor gerilla. Ne ki ardı da gelmiyor işte ölümün. Bu nedenle yüreğinden tutmalı insanı. Onu “yüreğinden tutamadınız mı kayıp gidiyor elinizden, cehennemini büyütmeye”.
Önemli olan, karşı konulması gereken gerillanın öldürmesi ya da gerillanın öldürülmesi değil, genel durumda insanın öldürüldüğüdür. İnsan iç yaşamından sürgün edilmekle, ölümün ülkesinde değil mi zaten? İnsanı, dışından vuranlara karşı konulmadan önce, içimizin öldürmenleri soruşturulmalıdır. Bu durumu, yazının sonlarında şöyle betimliyor Nuri Pakdil: “Öyle ya da böyle, öldürülen ‘insan’ değil midir? Nasıl olursa olsun insanın öldürülmesi karşısında duyarsızlaşmak, insanın gide gide Tanrısızlaştığını da vurgulamıyor mu?”( Yeni Devir 2 Aralık 1977)
Enis Batur, “Nuri Pakdil'in Narin Bakışı” makalesinde hatırladığı Pakdil’i ve Edebiyat’ı konu edinir:
Yaşayan Türk yazarları arasında yazdıklarını en çok merak ettiğim insan Nuri Pakdil. İşin açığı, yalnızca merak değil burada söz konusu olan: Bir o kadar da özlem. Yaklaşık on yıldır tek satırına rastlamadığımız Pakdil, benim gözümde 1970’li yılların en özgün yazın adamlarından biriydi: Kurcalayıcı bakışı, soyadına uygun dili, ince ince yontulmuş üslubu, dünyayı göğüsleyişindeki acılı ama umutlu yoğunluğuyla özel bir yazar.
Açık ya da örtük, istenmiş ya da istenmemiş bir kılavuzluk konumu da vardı galiba, Nuri Pakdil’in. Edebiyat dergisinin ve yayınlarının farklılığında oynadığı rolü küçümsediğimden değil, beni asıl ilgilendiren, o yönünden çok yazarlığıydı. Denemeleri, oyunları günlüğü, çevirileriyle topyekün bir ustalık.
Eksikliğini duymamın belirgin nedenlerinin başında, gelip geçici bir yazarlık serüveni olmayışı geliyor sanıyorum: Nuri Pakdil’e, bu on yıllık susku döneminin şu noktasında dönüp baktığımda, bir kuyruklu yıldız değil gördüğüm: Bir atımlığına parlamış, söyleyeceğini söyleyerek çekilmiş, kalem kırmış bir yazar olarak göremeyiz Pakdil’i. Susmuşsa, söyleyeceği kalmadığından değil besbelli.
Yeniden söz almaya hazırlanıyor olabilir mi? Yoksa, yazı dünyasında yolunu sessizce sürdürüp, yayın dünyasının uzağında kalmayı mı yeğliyor? Tahmin yürütmenin uzun boylu bir anlamı yok gerçi, gene de, kirlenen, gitgide kirlenen bir ortamın dışında durarak paklığını koruma çabası verdiği inancı ağır basıyor bende. Nuri Pakdil’i, kültürel bağlamda erozyonun hızlandığı bir dönemde geri çekilmeyi tek doğru çözüm yolu saymış seyrek ermişlerden biri olarak değerlendiriyorum.
Onbeş yıl önce yazmış olduğu bir mektubundan aktarıyorum: “Her şeyden önce, ilişkilerin demokratlaştırılması zorunlu. İlişkiler demokratlaştırılmadan özlerin, içeriklerin, kapsamların konuşulabilirlik şansı kalmamıştır: Çünkü yoğun buzlarla kuşatılmışızdır + bir metrekarede belki on cadı büyü yapan. Tüm engeller, insanları birbirlerinden uzaklaştırmak için çalışıyor: Tüm yeryüzü için duyumsayabildiğim yoğun acı bu. Narin bir bakış gerekli insana yeniden. Yüzüne vurmadan karalarını + kabullerini + redlerini. İnsan aradan ‘çekildiği’ için karanlıktayız. Kendi birikimini insan yine kendisi değerlendirmek zorunda: Sabırla. Ülküler yorgun düştü mü, sanatın damarlarındaki basınç artıyor + şimdi gözlemlenen o hızlı kan dolaşımıdır. Bir an önce ulaşmak isteği. Oysa, hız bilgeliğe karşı.”
Nuri Pakdil’in 1976’da yazdığı bu satırların arasından, 1994’e, belki daha da ötesine uzanan suskunluğunun gerekçelerini toplayabilir dikkatli gözler.
Hep düşünmüşümdür: “Sis”i delme uğraşı, savı amacı içinde olan bizler ola ki “Sis”i kalınlaştıranlar olduk. Doğrusunu Nuri Pakdil yaptı, çekilerek, Emin değilim gene de: O narin bakışa en çok şimdi gereksinme duymuyor muyuz? ( Milliyet Gazetesi, 16 Ağustos 1994)
Yazarın bahsettiği Sis, Ankara’da Pakdil’in yaptığı bir soruşturmadır ve bu soruşturma aynı isimle Edebiyat’ta yer almıştır.
Hikmet Özdemir, adeta Ömer Öztürkmen’in dönemin Cumhurbaşkanı’na Sezai Karakoç’u hatırlatır gibi yazdığı makalesinde , “Nuri Pakdil ve Cumhurbaşkanı” başlığı altında hem Nuri Pakdil’i anlatır hem de Cumhurbaşkanı’na Balkanları hatırlatır:
Nuri Pakdil de kim? diye sormak isteyecekler olabilir. Özür dilerim ama Nuri Pakdil’i okumamışsanız, Nuri Pakdil’i anlatmam zordur. Nuri Pakdil, ancak okunur, anlatılamaz.
Ben, gece karanlığında yalnızlaşınca Nuri Pakdil okurum.
Nuri Pakdil, elimin ulaşabileceği bir yerlerde durur.
Rastgele açılan bir sayfasından okumaya başlarım.
Nuri Pakdil, gece karanlığından gelip yüreğimde kördüğüm olan çığlığa bir senfoni sedası verir.
Kendi çığlığımdan korkmamı önler. Sorular, beni incelemeye, bulmaya, bilmeye sürükler.
Paniğim biter.
Nuri Pakdil, hüsranın ve mağlubiyetin kahredici yalnızlığından kurtulmayı ve insanımızı, kültürümüzü, tarihimizi sımsıkı kucaklamayı öğütler.
***
Nuri Pakdil, 1972’de, Edebiyat Dergisi’nde ilk önce “Batı Günlüğü” başlığıyla yer alan, daha sonra “Batı Notları” diye basılan muhteşem klasiğinin ilk satırlarında, uçakla yurt dışına çıkarken, uçağın içinde hissettiği tuhaf bir çınlamadan söz eder:
“Kuşluğa doğru, uçak Ankara’dan kalktı. Hâlâ, alandaki arkadaşlarımın ellerini tutuyormuşum, sanıyorum.”
“Yolcuların çoğunluğu Türk.”
“Aşağısı Trakya ve Balkanlar. Buralar da bizim yurdumuzdu, Türkiye’nin toprakları içindeydi. Üç yüz yıldan artık bir süre bizim olan, uygarlığımızın bir parçası olan buraları kolay kolay bırakmamalıydık. Trakya, tarihi bir soru olarak yeni kuşaklara öğretilmeli, yeni kuşaklardan, bu sorunun mutlaka cevabını bulmaya çalışmaları istenmelidir. Trakya’yı nasıl yitirdik? sorusu uçağın içinde durmadan çınlıyor.”
***
1972’de, Nuri Pakdil’in Balkanlar üstünde uçağın içinde hissettiği tuhaf çınlamayı Sn. Cumhurbaşkanı ve maiyetindeki heyet, GAP uçağıyla Hırvatistan’ın Split şehrine inerken hissetti mi, bilemiyorum.
Sn. Cumhurbaşkanı, Nuri Pakdil’i tanır.
Muhtemeldir, “Batı Notları”nı okumuş olabilirler.
Şayet, okuyamamışlarsa şimdi okuyabilirler…
-Batı Notları”nın kitap olarak ilk basımı 1972’dedir. Başucumdaki basımı, 1980 yılına ait. Kitap, şu anda hiçbir yerde satışta değil. Tükenmiş. Kültür yayıncılığında “hak edilmiş” bir saygın yerde oturan Yapı Kredi Bankası, Nuri Pakdil’in eserlerinin toplu halde okura“ulaştırılmasında aracılık edemez mi? Sn. Enis Batur ve arkadaşları acaba ne derler?”( Akşam Gazetesi, 1 Mart 1995)
Dergisine banka ve içki reklamını almadığını, dergi künyesinde açıklayan Nuri Pakdil’i gereği gibi tanımadığını sandığımız, Özdemir, muhakkak, Edebiyat Dergisi’ni takip etmemiştir.
Bekir Kav, “ Sorumluluk” başlığı altında Nuri Pakdil’in Biat’ını tanıtır:
İnsan; yaşadığı sürece, çevresiyle çevresindeki insanlarla, okuduğu kitaplarla sürekli bir alışveriş içindedir. Deneylerimiz çoğaldıkça, anılarımız biriktikçe içimizde kendine özgü çizgileri olan bir dünya kurulur sanki. Kimi zaman mutlu, herkesin doyduğu, insanlarının kendilerine ve başkalarına saygılı olduğu, inandıklarımızın geçerli olduğu bir toplum kurarız. Kimi zaman da günlük ilişkilerden yorulmuş, istediğimiz düzenin yürürlükte olmayışından dolayı öfkeli eve gelir; büyük savaşlar çıkartırız hayalimizde. Ve kendimiz hep yenmiş olarak çıkarız bu savaşlardan.
Nuri Pakdil’in “Biat I” adlı kitabındaki “Düşsel Yürüyüş Denemesi”ni okuduktan sonra çeşitli yürüyüşler tasarlamaya başladım yalnız kaldıkça. Son olarak tasarladığım bir yürüyüş!
Ülkeyi sık sık savuran öfkeli rüzgârlar (Doğa da, evrendeki her şey de insanlar düşünsün, anlasın diyedir: Patlar, yanar, söner, donar ıssızlaşır, ısıtır, ışıtır) Gök, ikide bir dolup dolup boşalıyor: Şimşekler, yağmurlar. Sokaklarda hep sel. Kentleri, köyleri yıkıyor, paklıyor gök. Ama, insanlar evlerinin içinde kirlenip duruyorlar. Sokaklarda kimse yok. Yalnız üç-beş açıkgöz, para canlısı yağmur-çamur demeden evler arasında dolaşıp duruyor, alışveriş ediyorlar. Piyasa hiçbir ekonomik düzenin yasalarına uymuyor (hoş, uysa ne olur? İnsan iç piyasasında iflas etmiş çoktan). Bir de yiğit geçinen üç-beş kişi saçak altlarında bağırıyor. Konum bu.
Bu konumun bir köşesinden bir insan çıkıyor. Yürüyor. İklim koşullarına aldırmadan kendi kafasında kurduğu yapıya dayanarak, yürüyor. Para babaları ya da saçak altı yiğitleri gibi bir kentte bir kasabada değil bu kasabadan o kente, o kentten bu kente durmadan yürüyor. Kasabadan çıkıp ilk adımını atmaya başlayınca herkes deli diye bakıyordu. Bir kente gelince para babaları bu göçmene, aralarına karışan bu yabancıya ters ters baktılar. O aldırmadan yürüyor. Çevresiyle cenkleşmiyor, kafasındaki yapıya ulaşmaya çalışıyor o. Çevre, gülücükler dağıtılacak bir coğrafyadır onun için. Öteki kentte evlerin pencerelerine doluşuyor insanlar onu görmek için. Varacağı bir başka kent haberi önceden almıştır. Kente girmeden bir kalabalıkça karşılanır. Ardına bir kalabalık takılır. Gide gide büyür kalabalık. Artık herkesler onu konuşur, her şeyler ondan söz etmeye başlar: Radyo, televizyon, gazeteler, filmler.
Bu yürüyüş içindeki yapıya ulaşıncaya dek sürer.
Kurulmuş bir düştür bu ya, böyle bir konumda yaşadığımızı düşünmez miyiz ara-sıra? Bastığımız her yer çamur değil mi? Bulunduğumuz yerde akşam gezintilerine çıkın: Kaç kişi göreceksiniz sokaklarda? Bu kadar insan evlerinde ne yapar? Kıyametin kopmasını mı bekliyoruz yoksa tümümüz bilinçsizce? Olan bitenlerden sancılanıp kahkahasını bıçak gibi kesen, masaya yumruğunu vurup sokaklarda delice koşan ya da büyük bir öfkeyle büyük bir düşünceyle dolaşan, sigara üstüne sigara yakan insanlara rastlıyor musunuz sokaklarda? Böyle insanlar görmüyorsak ne var yapılacak?
Nuri Pakdil Biat II adlı kitabının 12. sayfasında şöyle der: “Kişinin de en büyük yanı, kendi kendini kuran yanı direnebilmesidir.” Bu direniş ağır bir yüktür, taşınması yiğitlik ister. Uzun boylu düşünmeler ister, hırslı okumalar ister. Hele hele alçak gönüllü yargılar ister, yumuşaklık ister. Ama yerinde kullanılan bir savaşçı bir eylemci bilenmişliği de ister.
Sorumluluk, dünyanın ortasına gerilmiş Sırat Köprüsü gibi duruyor. Dengeli, ölçülü yavaş ama tutarlı adımlar istiyor bu yol. “Umutsuzluğun Öte Kıyısında” bizi bekleyen şeylere ancak bu ince, nazik köprüden geçmekle ulaşılır, unutmayalım. Sirklerde ip cambazlarını görünce bunları düşünürüm hep: Sorumluluğumuzun gereklerini yapmayı, bunun en iyi nasıl yapılacağını. Kuşkusuz “İnsana taşıyacağından fazla yük yüklenmemiştir.” Ama bir yük yüklenmiştir ve bu yükün taşınması gerekiyor.” (Yeni Devir Gazetesi, 8 Ekim 1977)
Yeni Devir Gazetesi, Nuri Pakdil’i eserleriyle duruşuyla beğenen genç kalemlerin Edebiyat’ı ve çizgisini savunma merkezi konumundadır. Gazetenin İslamî yazarların bir araya geldiği, entellektuel fikirlere merkezlik yaptığı göz önünde bulundurulursa Nuri Pakdil’i ve Edebiyat’ı eleştirenlerin esasında İslamî Dünya Görüşü’nü sorgulamalarına ve dile getirdikleri ile İslam’a dair bilgisizliklerine bir cevaptır, yayınlanan makaleler. “Mehmet Emin “ imzalı “Sıkışıp Kalma”, bu şekildeki eleştirilere örnek bir makaledir:
Emin Özdemir, yazılarını ilgiyle okuduğum bir yazar. Varlık, Türk Dili dergilerinde çıkan yazılarının hemen hepsi dil üzerinedir. Dilimizin gelişimine, güçlendirilmesine bu yazıları ile çok katkısı olmuştur Emin Özdemir’in. Dilimizin durgunluk döneminden tutun da büyük sıçramalar yaptığı döneme değin verdiği uğraş, kuşkusuz yadsınamaz. Ne ki yazılarında dili ele alan, dili gündeme getiren yazar, zaman zaman kendisini kesin yargılara varmaktan kurtaramamaktadır.
Varlık dergisinin Temmuz 1977 sayısında Emin Özdemir’in “sözcükler” başlıklı bir yazısı var. Yazısının başlarında şöyle diyor: “Yazınsal yaratıların yapı taşlarıdır sözcükler. Bir bakıma yaratıların güzelduyusal bir tat kazanması sözcüklere bağlıdır. Ozanların, yazarların onları seçmesine, yerli yerine oturtmasına bağlıdır. Bu seçmenin yapılmadığı; sözcüklerin, yaratının dokusu içine ustalıkla sindirilmediği ürünlerde düşünce de, duygu da gölgelenir. Karmaşık karanlık bir nitelik kazanır anlatım. Okurla yaratı arasında iletişimsel bir bağlantı kurulamaz. Bunun içindir ki her yazar sözcüklerle didişe yıkışa ulaşır başarıya. Dış dünyanın, gerçeğin algılanması sözcükler yoluyla olur” dedikten sonra bir dilbilimci olan Joseph Vendrys’in şu sözlerini alıntılıyor yazısına. “...Sözcüklerin büyüleyici etkisi sözlerden örülü bir evren yaratır. Nesneler evrenin bir parçasından başka bir şey değildir.
Dilin bize sunduğu bu devingen, renkli, özenile özenile işlenmiş halının ardında bütün canlılığıyla yaşamın varlığını sezeriz. Dış dünyayı sözcüklerin aracılığıyla tanırız ancak: Sözcükler dış dünyayı kuran öğelerle bu öğeler arasındaki bağıntıları belirtirler.” Hemen sonra ise yazısını şöyle sürdürüyor. “Gel gelelim bu gerçek, dış dünyayı sözcükler aracılığıyla algıladığımız gerçeği, kimi yazarlarca pek umursanmıyor. Bunlar sözcük seçimine de, sözcüklerin tümce içindeki yerine de aldırmıyorlar. Bu yüzden anlatımlarında bir kekrelik, bir bulanıklık doğuyor. Tümcenin öğeleri arasındaki denge bozuluyor. Anlatım yapaylaşıyor.” Emin Özdemir, söylediklerine Edebiyat’ta yayımlanan kimi yazıları örnek gösteriyor.
Bir yazıda bir konuşmada gösterilen örnek, aynı zamanda çözümleyici bir nitelik de taşır. Anlaşılırlığa daha kolay yol açar. Örneklemede düşülen yanılgı ise o yazıyı o konuşmayı büsbütün etkisiz kılar. Eksik kalan bir yan vardır o yazıda o konuşmada. Emin Özdemir’in dediklerine katılmamak imkânsız. Ne ki örneklemede düştüğü yanlış, bana kendi dediklerine kendisinin inanmadığını gösteriyor. Bu da en başta yazısının hazır kalıplar çerçevesinde oluştuğunu ortaya koyuyor. Bu ise sıkışıp kalan yazarların sık sık başvurdukları bir yoldur. Fazla önem verilmez bu tür yazılara. Varlık gibi okur üzerinde etkinliği olan bir dergide böyle yazılara nasıl yer verilir bir türlü anlayamam. Oysa derginin yönetmeni Yaşar Nabi Nayır, dergide çıkan yazıların sıkı bir denetim altından geçtiğini söyler her defasında.
Gerçeğin algılanması elbette sözcükler yoluyla olur. Fakat sözcükler de yeterli olmuyor Emin Özdemir’in kimi yazıları algılamasında. Bu da kendisini önlenmez çelişkiler içerisine itiyor. Her ne kadar anlatımın süslü püslüsüne karşı çıkıyor, doğallığı yeğliyorsa da, anlatımın dış yüzeyidir kendisini ilgilendiren gene de. İlginç deyişle, örnekleriyle kanıtlıyor bu dediklerimi. Yazısı sağlam yargılardan çok kesin yargılarla yüklü. Keskin çizgiler ile belirliyor bu yargılarını. Ne adına varıyor bu yargılara o da belli değil. Oysa bir yazar değindiği konunun dışına atacağı adımlardan mümkün olduğu kadar sakınmalıdır. Dediklerinin inandırıcılığını yitirmemesi için sakınmalıdır. Yoksa geldiği durak da, eski tavrını yenileyemeyişin sıkıntısı içinde kalır gider. Geçmeyi sağladığı kimi dar geçitlerdeki başarısı da, bu arada yok olmanın eşiğine gelir.
Dönelim Emin Özdemir’in yazdıklarına örnek olarak gösterdiği, Nuri Pakdil’in Edebiyat’ın Mayıs 1977 sayısında çıkan “
20.01.2012
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.