Alalım bir insanımızı, inceleyelim, kabuklarını soyalım; Osmanlı’nın kuruluş dönemi, gelişme dönemi ve duraklama dönemi çıkar ortaya. Hatta batılılaşma tarihimizi bile görebiliriz, Cumhuriyeti de.
İnsanın hikâyesi biraz da coğrafyasının hikâyesidir. Coğrafyası gibidir insan. Dağlarda yetişmişse gönlü geniştir, ufku derindir, sözünün tesirini kestirebilir ve isabetlidir tahminleri. Düz ovada yetişmişse biraz düzdür o insan. Eğrisi azdır, yanlışı çoktur. Köyde yetişmişse sözü dolaylıdır, sözlerinden çok imaları gelişmiştir, az bozulmuştur. Şehirde yetişmişse tipik bir şehirlidir; ideali azdır, hayata odaklanmıştır, bencildir, görüşü ve hayatı dardır.
İnsanın hikâyesi biraz da anne-babasının hikâyesine benzer. Erkek çocuğu büyür büyür babası olur; kız çocuğu büyür büyür annesi olur. Biraz da amcadır, teyzedir, dayıdır, haladır insan. Yani kendi tarihidir. Tarihin kendinde vücut bulmuş halidir. Kaçamaz bunlardan. Ülkesinden ve onun tarihinden kaçamadığı gibi.
İnsanın hikâyesi biraz da çocuğunun hikâyesidir. İnsanı çocuğu eğitir, çocuğu yetiştirir. Ona bakarken kaybolur hayatı. Kaybolunca hayatı, kendi de hayatta kaybolur. O konuşmayı öğrendikçe anne-babası susmayı öğrenir, o yürüdükçe onlar durmayı, o hızlandıkça onlar yavaşlamayı öğrenir. Ve nihayet o büyüdükçe onlar küçülür.
İnsanın hikâyesi biraz da kendi yalnızlığının hikâyesidir. Yalnız kaldıkça büyür insan, kalabalıklaştıkça hiçleşir. Dağlarda, tepelerde, sokaklarda yalnız gezdikçe insanın iç dünyası büyür. Derinleşir insan. Şehirde, caddelerde yalnızlaşamaz insan. Kendini sürekli anlatan cahil gibi sürekli önünüze bir şey çıkarır caddeler. Bundandır insan caddelerde yalnız değil, kimsesizdir. Şehrin, insanı yoldan çıkarması bu yüzdendir. Yalnızlık eğitirse efdaldır. Bu “bilinçli yalnızlık” tek kişilik ordu yapar insanı. Eğitmeyen yalnızlık ise çıldırtır, kimsesiz kılar. Şeytan bu insanın tek arkadaşıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.