Ey Can, çoktandır sevdiğim şehre dair bir şeyler yazmak isteğim vardı da gündemin yoğunluğundan yazamadım, yüreğimden kaleme dökülmesi gerekenleri.
Ey Can, kimin başı sıkışırsa zorluklara karşı şehrimin ismini sayıklar durur.
Kimin sıkıntısı varsa, “Diyarbekir” der, durur kendince.
Birkaç gazeteci, birkaç yazar ortaya çıkar, döktürür durur kırık cümlelerle meramını. Aynı gün garibim(!) kimi televizyon kuruluşları kameraları ile zomlar konuşulanları, öne sürülenleri.
Ben ise kendi halimdeyim.
Ben bu şehirde doğdum, büyüdüm, yaşamaktayım.
Ben bu şehre bağımlıyım, tüm içtenliğimle.
Ey Can, yaşadığım şehre dair anlatacaklarım elbette vardır da sana Başkent’te karşılaştığım olanı ve biteni anlatmak isterim.
Şehrin sahaflarının çoğunluğunu bir araya getiren bir işhanı. Ankara’ya daima gitme ve orada bulunma gibi bir lüksümüz ne var ne de olacak. Kimi toplantılar için gittiğimiz Ankara’da zamanın değerlendirilmesi için uğradım, sahaflara.
Dört katında ikinci el ve nadir bulunan kitapların, dergilerin satıldığı her sahafa uğradım:
-Diyarbekir ile ilgili kitaplarınız var mı?
-Yok kardeşim.
-Diyarbekir’i tanıtan kitaplarınız var mı?
- Satmıyoruz.
-Diyarbekir’i tanıtan kitaplar…
-Yok!...
Dört katı gezdim, bir bir. Zeminle beraber dört kat desem yerinde olur, şehrin en merkezi alanında.
Birkaç kez vitrinlere bakıverdim, acemîlik devresinden sonra:
-Diyarbekir..
Başını salladı bir esnaf. Anladım, ne satış ne de suale verilecek cevap. Arada bir başıyla selam verenlere yapılan karşılık misali, sağ elimizi göğsümüze getirip “Eyvallah!...” dedik.
Daha önce uğradığım bir sahaf, yanı başımdaydı. Şehrimdeki bir ilköğretim okuluna, köy okuluna 500 adet kitap siparişi vermiş, parasını nakit olarak saymıştım. Ankara dönüşünden sonra on gün olacak, kitap kolileri işyerime ulaşmıştı. Ben, hem bu arkadaşa teşekkür etmek hem de Diyarbekir’e dair kitap sormak için, selam vererek içeri girdim, kendimi ev sahibine tanıştırarak:
-Hoş geldiniz.
Hoş bulduk faslından sonra kendi işine daldı:
-Diyarbekir ile ilgili kitaplar bulunuyor mu, sizde?
Bir rafı gösterdi, tümü bende bulunan kitaplar. Çay içme isteğini nezaket sınırları içinde reddettim:
-Mümkünse size kitap gelirse bildiriniz. Listesi de burada.
Masaya bıraktığım kartvizitim ve teşekkür ile kendimi dışarı atış…
Cild işlerini yapan ve vitrininde şehre dair kitaplarla kendisini küçük mekâna sığdırmasını bilen sahafa sordum:
-Diyarbekir konulu kitaplarınız var mı, arkadaşım?
“Nerelisin?” der gibi sordu:
-Memleketinizde yok mu, şehrinizi anlatan kitaplar?
Konuşmamdan anlamış, Diyarbekirli olduğumu:
-Var da sahaflarda bazen ender kitaplar olur.
-Yok kardeşim.
Bu son cümlenin içinde olana ve bitene dair her şey saklıydı.
Neredesiniz ey televizyoncular, kameramanlar, gazeteciler, muhabirler, köşe yazarları, neredesiniz?
Ben bir suç işlemedim.
Bir araştırmacı olarak şehrime dair kitapların ardı sıra yolumun düştüğü Başkent’te işime yarayan kitapları ve dergileri almak için dört saate yakın sahaflara ayırdığım zamana acıyorum.
Ömrümün kâmilen dört saati yol ile birlikte beş saati, heba oldu. Ben ki Ali Emirî Efendi’yi kendisine emsal almış biri olarak, yıllardır basılı ve yazılı ne varsa şehrimi anlatırsa, ne yapar ne eder almaya çalışırım. Kimi zaman borç alır, öyle edindiğim kitapları, dergileri, gazeteleri çocuğumdan daha değerli tutarım.
-Yine eski gazeteleri getirmişsin, eve!..
-Ya herif senden nedir çektiğim!..
-Ya ben ya kitapların!...
Böyle çetin bir savaşın içinde galip iken mağlubiyeti hazmetmeyen benliğim, sıcak görmüş kartopu gibi erimeye yüz tuttu:
-Sahaflarda hayret ki birçok şehre dair kitap varken Diyarbekir’e dair olması gereken kitapların bir Diyarbekirliye satılmasından imtina edilmesi şık bir davranış değildir. Ben bu alanda kendince araştırmaları yayınlanmış, yerel ve ulusal yayın organlarında yer almış ve almakta olan biri olarak, birçok ulusal ve uluslar arası sempozyumlara katılmakta olan biriyim. Bu gün de Ankara’da Türkiye Yazarlar Birliğinin Milletlerarası 1.Dünya Şehir Tarihi Yazarları Kongresi’ne davet edilen biri olarak…
Söylemem gereken bu son açıklamayı dillendirmedim, içime akıttım gözyaşlarımı. İşin bundan sonrası yaşanmış değil. Doğrusu son cümleler, hilâf-ı hakikat. İsterseniz "edebiyat" deyin.Lakin olanı ve biteni eksiksiz anlattım, diyebilirim.
Ankara’nın merkezi sayılabilecek Kızılay’a doğru ağır ağır adımlarla giderken, çalan telefon sesiyle kendime geldim. Arayan bir dosttu:
-Yahu Ankara’ya gitmişken bize şu kitabı buluver. Dün akşam söyledin de unuttum.
Hiçbir şey demedim, kitap konusunda:
-Ne demek fırsat bulursam sahaflara uğrarım. Şu an toplantı salonundayım.
Doğduğum şehre, yaşadığım şehre dair anlatılacak çok şey vardır. Bir eli kalem tutana, kitap için elliye varan noktayı dolaşana, bizim yerel ifadeyle “Yoh çekme”, işte böylesi yazılar kaleme aldırtır, insana. Ankara’da bir daha sahafları dolaşmak mı? Asla!...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.