Yeni şehirler nasıl kurulur? Bu soruya cevap almak için birçok hükümdarın hayatını okurken kimi hükümdarların kendi adlarına veya sevdiklerinin ismine şehirler kurduğunu öğrenmem zor olmadı.
Kemâle ermiş devletlerin ihtişamlı dönemlerinde hükümdarların yeni şehir inşâ etme arzusu, genelde siyasetin, jeopolitik konumun da etkilerini taşır.
Kurulmak istenen şehrin daha çok su kaynaklarına yakın olması zorunluluktur. Şehrin hükümranlık topraklarının kolaylıkla işgal edilemeyecek bölgelerinde kurulması esastır. Daha çok harap olmuş kentlerin terk edilmesiyle, su kaynaklarının tükenmesiyle, devletin bekâsını sağlama ve devletin kuruluş felsefesiyle ilintili yeni şehir kurma fikri, hükümdarların daima zihninde yer almıştır.
Yeni şehirler inşâ edilirken halkın teşvik edilmesi gözetlenir ve yeni şehrin kabul görmesi için birçok kolaylık sağlanır. Şehre ulaşımın kolaylıkla sağlanması için tedbirler alınır. Yerleşimcilere tanınan kolaylıklarla birlikte bazen toplu yerleşimcilerle şehre hayatiyet sağlanır.
Yakın zamana dair kimi yeni şehirlere kendi hayatımızdan misaller vermek mümkündür. Geçmişe dair merak eden okur, elbette tarihte hükümdarların inşâ ettikleri şehirler hakkında bilgi sahibi olur. Fakat bizim coğrafyamızda yeni yerleşim alanlarının oluşumuna dair kimi bilgileri vermek istediğimiz makalemizde amacımız son yıllarda gelişen toplu konut alanlarının ortaya çıkmasıyla ilgilidir.
Harput, ihtiyaca cevap vermeyen yerleşim alanıyla ve yükseltide olması , zaman içinde yeni bir yerleşim alanına ihtiyaç duyulur. Dönemin Padişahı Abdülazizin fermanıyla kurulduğunu sandığımız ve Padişah Abdulaziz’in ismini taşıyan Mamûretü’l-Aziz, günümüzdeki Elazığ’ın temelini oluşturur. Harput, o dönemde tarihî ve kültürel vasfını bugüne kadar korumaya çalışırken, Elazığ’ın gelişmesi de o denli paralel ilerleme göstermiştir. İl, daha sonra el-Azık ismini taşısa da söylenişindeki güçlük sebebiyle “Elazığ” şekline dönüşmüştür. Halk, geçmişe saygı itibariyle bugün “Elaziz” demeyi sürdürmektedir.
Ergani, zaman içinde Zülkifl Nebî’nin makamının bulunduğu dağda yerleşim alanları daralınca ismini Zülkifl Nebî’ye duyulan hürmetten alan Makam Dağı’nın alt kısmındaki düzlüğe kurulur. Yeni yerleşim alanı “Osmaniye” adını alır. İlçe olarak Osmaniye olarak bilinen yeni yerleşim alanı Adana’ya bağlı ilçe olan Osmaniye’nin oluşu sebebiyle karışıklıktan dolayı, eski ismine dönüş yapar: Ergani.
Diyarbekir’de kale içine hapsedilmiş görünen hayatın sıkıntılarını azaltmak, halka yeni iş imkânları oluşturmak, meydana gelen salgın hastalıkların önüne geçmek ve şehrin tarihî hususiyetlerini de bu arada korumak amacıyla yeni yerleşim alanı oluşturmak için girişilen çabalar, Karslı Hatunoğlu İsmail Hakkı Paşa tarafından yapılır. İlk kez hükümet konağı, şehrin dışında inşâ edilir. Halka yerleşim alanları tahsis edilir. Önceleri zor görünen bu dayatma, zaman içinde kabul görür. Paşa’nın tayinini İstanbul’a aldırmasıyla devlet erkanı tekrar İç kale’ye hükümet konağını taşır. Paşanın düşündüğü yenilik, akîm kalır ve ileride şehrin hava alması, hastalıkların önüne geçilmesi, hava sirkülasyonu bahanesi ile 1930’lu yıllarda Diyarbekir Kalesi’nin bir bölümü yıktırılır. Kimi yıkımı dönemin valilerine kimi o dönemin belediye başkanına yükler. Nihayetinde kıyımın önüne son anda geçilir ve diğer burçlarla surlar, yıkımdan kurtarılır.
Cumhuriyetin yerleşim alanlarını Türkçeleştirme anlayışı kapsamında yer adları değiştirilme süreci, ilk senelerde oldukça hareketlidir. Diyarbekir de isim değişikliğine uğrar, Mamûretü’l-Aziz gibi: Diyarbakır.
Elazığ’ın kurulmasıyla birlikte Harput Mimarî şekli korunmuş ve yeni yapılaşmaya gidilme oranı fazla olmamıştır. Osmaniye gelişlince Makam Dağı’ndaki Ergani, dağın eteklerindeki düzlüklere kaymıştır. Harput’ta olan otantik yapıyı Makam Dağı civarında göremiyoruz. Yıktırılan yapıların taşlarıyla yeni evlerin yapımına müsaade edilince Tarihî Ergani, ortadan kalkmıştır.
Diyarbakır’ın içine hapsedilen yerleşim alanları, mekânın sınırlılığı sebebiyle artan nüfusun ihtiyacını karşılamayan mimarî varlık, önü alınmayan ve populist yaklaşımlarla önce gecekondulaşmanın önünü açar, Diyarbakır Kalesi’nin sur ve burç taşları, yapılara malzeme olur. Kalenin kimi burçları eve dönüştürülür, surlar, yapıların duvarı olarak kullanılır. Hangi belediye yönetimde ise buna ses çıkarmaz, adeta bu talan teşvik edilir hale getirilir.
Şehir içinde özgün mimarî örnekleri, verilen ruhsatlarla çok katlı apartmanlara dönüşür veya tarihi evlerin üstlerine kaçak katlar çıkılır. Bu esnada konaklar da bu furyadan nasibini alarak, dönüşüme açık tutulur. Bağ köşkleri yerleşim alanları içine alınır. Bir gecede bağ köşkleri yıktırılır ve yerine çok katlı binalar inşâ edilir.
Kimi camilerin etrafında yükselen çok katlı yerleşimler, gecekondular, bazen camii avlularını daraltacak konuma gelir, evlerle camilerin bitişik hale gelemsine zemin hazırlar. Melek Ahmed Paşa Camii, Fatih Paşa Camii, barîz misaller içindedir. Kiliseler için bu durum farksızdır.
Son on senede görülen yeni yerleşim alanlarının şehir dışında vücuda gelmesiyle birlikte eski yerleşim alanlarının dönüşümü söz konusudur. Devletin tanıdığı imkânlarla yeni yerleşim alanlarına intibak ettirilmek istenen vatandaş, eski evlerini terk etmekte ve toplu yaşam alanlarına(!) sevk edilmektedir.
Diyarbakır’da hayata geçirilen bu proje için belirtmek istediğimiz kimi noktalar vardır. Bizim daha önce yazdığımız kimi yazılarımızda Sur İçi’nin boşaltılması yönünde düşüncelerimiz yer alır. Okumayan ve yazılana ilgisiz bir toplum haline geliş sürecinde yazılanların ancak yeri ve zamanı geldiğinde önem kazandığı muhakkaktır.
Birinci husus, İç Kale’de Hamza Bey Mescidi’ne dair yazılarımıza cevap veren olmadı. Tarihen mevcut ve kimilerince yıkıldığı, harap olduğu söylenilen, tarihi bilgilerini ortaya çıkardığımız mescid, moloz alanına çevrilmiş, özel mülk konumunda olduğu-zamanında Vakıflar Müdürlüğü’nce satılmıştır-için kayda alınmamıştır. Son dönemde gördüğümüz mescidin tahribata açık oluşu, bir sütunun çalınmasıyla ortadadır. Madem tarihî dokuya uygunluk düşünülmektedir ve madem bu proje bu amaçla oluşturulmuştur. O halde bu mescid, bulunduğu konum itibariyle ileride inanç turizmine açılacak Hazreti Süleyman Camii için kolaylıklar sağlayacaktır. O halde neden korunma altına alınmamaktadır? Kimi duyumlarla hareket etmemekteyiz ki burada Roma Dönemi Tiyatrosu’nun bulunduğuna dair kimi açıklamalar söz konusudur. Bu alan ortaya kazılarla çıkartılmak istenmektedir. Elbette tarihî doku açısından ve turizm açısından bu önemli görünmektedir. Camiî-Mescid olduğu yapısıyla belli olan Hamza Bey Mescidi’nin varlığı ortada iken, vakfiyesini, kitabesini öne sürenler, buna göre hareket ettiklerini beyan edenler, bilgilerle belgelerle ve fotoğraflarla varlığını müşahhas hale getirdiğimiz Sultan Sa’sa’a Mescidi ve Medresesi hakkında da vurdumduymazlıklarını sergilemekten uzun süre vazgeçmediler. Yaptıkları kazılarda Roma Dönemi bulgularına rastladıklarını belirlediklerini ifade edenler, Hamza Bey Mescidi’nin altında muhakkak Roma Dönemi bulgularına rastlayacaklardır.
Doğrudur, bu şehrin Sur içini baştan başa kazalım ve şehrin Roma bulgularına göre olduğunu belgeleyip, şehrin ismini esas kimliğine tevcih edelim: Romapolis!..
İkinci husus, şehrin istimlâk edilen yapılarının yıkımı sonrası bazalt taşların sahipsizliğidir. İleride ihtiyaç duyulacağı kesin olan bu taşları, TOKİ, çalanlardan parayla mı alacaktır? İstimlâk alanında sahipsiz bırakılan bazalt taşlar, kimilerince alınmakta ve başka amaçlarla kullanılmaktadır. Bunun önüne geçmek çok mu zordur?
Biz, şehir konusunda yazdıklarıyla şehri dair olumlu imaj oluşturmaya çalışanlardan biri olarak, yüzleri bulan şehir yazılarımıza bir ses-seda bulamıyoruz. Yazdıklarımızın doğru ya da yanlış olduğunu söyleyene rastlamıyoruz. Elbette şehir dışında yankısını bulan yazdıklarımız, sahibine, alakalı olanına ulaşır da şehirde olanların nazar-ı dikkatlerini celb edecek kadar önemli görünmüyor.
Bu makaleyi birçok dipnotla bezeyip, akademik tarzda sunsaydık sonuç değişir miydi, bilmiyoruz. Bildiğimiz hiç değişmediğimiz.
Yeni şehir inşâ etmek için yola çıkanların oluşturdukları mimarî’yi gördükçe, ileride toplum içinde içine kapanıklığın artacağını, yardımlaşmanın ortadan kalkacağını, psikolojik rahatsızlıklarda artış olacağını, şehri şehir yapan değerlerin bilinmezliğe şimdiden karıştığını söylemek için kahînliğe soyunmaya gerek yoktur.
Biz, yeni yerleşim alanlarının diğer şehirlerde olan versiyonlarına itiraz eden sesleri, Ekim başında Konya’da toplanan Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları 2. Kongresi’ne şehri temsilen katılırken oldukça duyduk. Şehrin bağrına hançer gibi saplanan on beş-yirmi-otuz katlı yapıların şehre, mensubu olduğu medeniyete, sosyal yaşantıya, insanî değerlere ne denli yabancılaşmayı ortaya çıkarttığını, çıkartmakta olduğunu ehil kalemlerden, yazarlardan, mimarlardan duyduk, dinledik.
Batının çok katlı yapılaşmalardan kaçındığı ortamda biz, yüzlerce metrelik yükseltilerde yaşamayı marifet biliyoruz. Bu marifet devam edecekse kimse bizden iltifat beklemesin. Sezai Karakoç’un dediği gibi evleri balkonsuz yapan mimarların alnından biz de öpmek istiyoruz.
Şimdiki yapılaşmanın medeniyetimize bir saygısı yoksa, mimarîmize saygısı bulunmadığı aşikârsa şehre gönülden bağlılığımızdan geri adım atmamız beklenemez, beklenmemelidir. Çünkü yeni şehirler inşâ etmek, bu tarz olmamalı. Sur İçi ve İç Kale korunacaksa –arzu ediyoruz ki dediğimiz biçimde plânlama söz konusudur- kimi hususlarda, ben bilirim, başkası bilmez mantığı, terk edilmelidir. Unutmayalım ki şehrin tarihini yazanlar, yanlışlıkları, olumsuzlukları bir kenara derc etmektedir. İleride yazılanlar, değerlendirmeler yapıldığı zaman, hatalardan dönmenin mümkün olması söz konusu olmadığı için, kurumlar-kişiler hayırla anılmaz. Bu apayrı bir felakettir, binle nazarında.
Rahmetli Turgut CANSEVER’in Diyarbakır’a yıllar önce geldiğini hatırlıyorum. Dönemin Sur Belediyesi bir proje geliştirmekteydi. O döneme ait proje, Hazreti Süleyman Camii ve çevresini kapsıyordu. Dönemin basınına intikal eden projeyi okuduğumda ve CANSEVER’in kamera kayıtlarını seyrettiğimde, düşündüklerini bugüne uyarladığımda bu yazıyı yazmaktan kendimi alamadım, açıkçası. Sahi Mimar Turgut CANSEVER’i ve eserlerini konuşma zamanı gelmedi mi, bu kentsel dönüşüm furyasında? Korkarım ki CANSEVER’i tanımayan çıkar ve bizden yazdığı eserler istenir. Biz, bundan çekiniyoruz, şimdi. Bu Turgut CANSEVER kimdir?
“Ben, beton mezarlarda ölmek istemiyorum ve toprağa bağlı, yeşille iç içe yaşamak istiyorum.” İfadesiyle hareket edecek bir şehir anlayışı gelişmedikçe, başkasının terk ettiği çok katlı yaşam alanları, bizim için şimdilik çıkar yol gibi görünmekteyse de yarın çok baş ağırtacağı muhakkaktır… Evlerin balkonları olmamalı, insanlık balkonlara mahkûm edilmemelidir.
09.11.2012
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.