• İstanbul 17 °C
  • Ankara 14 °C

Yûnus Emre Divanı’ndan Vesiletü’n-necat’a türkçe şiir

D. Mehmet DOĞAN

Vesiletü'n-Necât yani halkın bildiği ismiyle Mevlid, Süleyman Çelebi'nin eseri. 1400'lü yıllarda yazılmış veya söylenmiş olan bu şiir, yüzyıllardır okunmaya devam ediyor.

Onu her devirde çok sayıda ezberden okuyanlar bulunuyor. Ve bu metnin şöyle bir vasfı var: Döneminin dil özelliklerini de yaşatıyor. Bugün onu işte mevlit cemiyetlerinde okuyan, ister camide olsun ister başka mekânlarda olsun hafızlar, hocalar o zamanın dil özelliklerini de yansıtacak biçimde okumaya devam ediyorlar. Bu 15. asrın Osmanlı türkçesi fakat anlaşılmayacak fazla bir tarafı yok. Yani bilinmeyen kelime çok fazla değil. O az miktarda kelime de din diline mal olduğu için, dinî kavramlara yakınlığı olanlar tarafından kolaylıkla anlaşılabiliyor.

Türkçenin gelişme seyrine bakarsak Anadolu'da Türkçe ancak 13. yy'ın ortalarından itibaren yazı dili haline gelmiştir. Mevlâna'nın bazı türkçe mısralar, beyitler söylediğini biliyoruz, ama asıl eseri farsçadır. Oğlu Sultan Veled daha fazla türkçe yazmıştır. Bu yüzden Anadolu’da türkçe edebiyatın bir dönem meselesi olduğunu söyleyebiliriz.

O dönemde yine eserleri günümüze ulaşmış olan bazı türkçe yazan şairlerimiz vardır, ama burada asıl büyük çıkışı yapan Yûnus Emre'dir. Yûnus Emre 13. yy'ın sonunda, yani 1200'lü yılların sonunda ve 14. yy'ın başında yaşamış, bilindiği kadarıyla da 1320 yılında vefat etmiş bir şairimiz. Aslında Yunus Emre tekkede yetişmiş, tekkenin daha doğrusu dinin tasavvufî mesajlarını yaymak için şiir söylemiş bir şahsiyet. Ve bu şiirler hem devrinde büyük ilgi görmüş hem de Yunus Emre'den sonra da tekke edebiyatının vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Türkçe edebiyatımızın temeli, diyebiliriz ki Yunus Emre tarafından atılmıştır.

Oğuz Türkçesi, Batı Türkçesi, Yunus Emre gibi büyük bir şairle başlangıç yapmıştır. Bundan sonra da bir asır içinde bazı önemli şairler gelip geçmiş, eser vermiş olmakla birlikte bunlar içinde Süleyman Çelebi'nin Mevlidi kadar halka mal olmuş, yaygınlaşmış, benimsenmiş olanı yoktur. Ondan sonraki yüzyıllarda da Mevlid değerini, ehemmiyetini halk nezdinde korumuştur. Yunus Emre'den sonra biz eğer çok yaygın ismi olan bir şairden söz etmek istersek bu Süleyman Çelebi’dir. Süleyman Çelebi Yunus Emre'den miras aldığı şiir dilini sürdürmüştür, dolayısıyla 15. yy'da yani 1400'lü yıllarda Süleyman Çelebi'nin eseri bu bakımdan büyük bir önem taşımaktadır.

Mevlit geleneğinin Süleyman Çelebi'yle başlamadığını burada hatırlamamız gerekiyor. Mesela Erzurumlu Darir var, onun meşhur Siyer'i Mısır'da kaleme alınmıştır ki Mevlid’den 20-30 yıl öncesine ait bir eserdir bu. Darir’in eserindeki bazı mısraların, beyitlerin adeta Süleyman Çelebi'nin Mevlidi’nde yeniden daha şairane bir şekilde ifade edildiğini görüyoruz.

Darir devrin Memlûk hükümdarının arzusu üzerine Ebü’l-Hasan el-Bekrî el-Kasasî’nin Siyer’ini nazım-nesir tercüme ederek H.790’da (M.1388) tamamlıyor. Malûm oyduğu üzere Mısır’da Memluk/Kölemen devleti var, askerlik maksadıyla köle olarak devşirilen Kıpçak Türkleri ve Çerkezlerden seçilen hükümdarlar yönetiyor ülkeyi. Çerkez de olsalar, Kıpçak türkçesi ile yetiştiriliyorlar. Eser Memlük sahasında yazılmasına rağmen, eski Anadolu türkçesi özellikleri taşıyor. Darîr’in Memlûk türkçesinin oğuzcalaşmasında etkili olduğu güçlü bir iddia. Darir’in bu eserinin Anadolu’ya erken dönemde ulaştığı ve rağbet gördüğü tahmin edilebilir. Eğer öyle ise, Süleyman Çelebi’nin kaleme aldığı Mevlid’de Darir’in tesirini görmek mümkündür.

Darir’den okuyalım:

Rebiülevvel ayı kutlu olsın

Hemişe dil ü din kuvvetli olsın

Resulin mevlidi bu ay içinde

Cihanda mâruf ü meşhur oldı

Nebinün anası Âmine hatun

Habar verdi bu söz mestur oldı

K’ayın on ikisi isneyn gicesi

Harab olmuş evim mâmur oldı

Evimden göklere bir nûr çıktı

Ki dünya toptolu nûr oldı

Döşendi bir bisat-ı üns-i sündüs

Havada ille kim mestur oldı

Dikildi üç alem şarka vü garbe

Birisi Kâbe’de menşur oldı

Yakîn oldu bana kim Mustafanun

Vücuda gelmegi destur oldı...

Şimdi Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini hatırlayalım:

Ol Rebiülevvel âyın nîcesi
On ikinci gece isneyn gicesi

Ol gice kim doğdu ol Hayrül-beşer
Ânesi anda neler gördü neler

Dedi gördüm ol Habîbin ânesi
Bir acep nûr kim, güneş pervânesi

Berk urup çıktı evimden nâgehân
Göklere dek nûr ile doldu cihân

Gökler âçıldı ve feth oldu zulem
Üç melek gördüm elinde üç alem

Biri maşrık biri mağribde ânın
Biri dâmında dikildi Kâbe’nin...

Darir’in Siret tercümesi güzel, fakat Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i daha yüksek şiir, daha müessir... Süleyman Çelebi aynı unsurları güzel bir üslûpla, akıcı tarzda güçlü bir lirizmle (ve yakıcı bir dille) ifade etmese idi, yani onun Mevlid’inden mahrum olsa idik, yerine Darir’in şiirini yüzlerce yıl sonra makamla okumaya devam eder miydik?

Mevlit geleneği her ne kadar Süleyman Çelebi’den öncesine ait olsa da bugün Mevlid denildiği zaman Süleyman Çelebi'nin eseri anlaşılır. Bu da onun halk tarafından geniş bir kabule mazhar olmasıyla ilgilidir. Süleyman Çelebi-Mevlid ikisi bir arada anılır ve mevlid yazma geleneği ondan sonra da devam etmiş olmasına rağmen, bunlar nazire şeklinde olsun veyahut nazire olmasın Süleyman Çelebi'nin Mevlidi kadar tesir icra edememiştir. Bir de Süleyman Çelebi'nin Mevlidi’nin Osmanlı sahasındaki neredeyse bütün dillere çevrildiğini zaman zaman türkçesiyle birlikte, o çevrilen dillerle de okunduğunu biliyoruz.

Mevlid metnini bugün dikikatle okuduğumuz zaman o ilginin neden kaynaklandığını, yani bu şiire olan alakanın neden yüksek seviyede olduğunu da kolaylıkla anlayabiliriz. Bu şiir esasen Peygamber Efendimizin doğumunu anlatıyor, ama biliyoruz ki Mevlid’in birçok bahri (bölümü) var. Peygamber Efendimizin vefatını anlattığı bir bahir de var tabii. Dolayısıyla bir manzum siyer, Vesiletü'n-Necât. Kur’an-ı Kerim Peygamberimizle hayat kitabı olur, o yüzden onun hayatı, siyer bilhassa mühimdir. Bu eserdeki hem türkçe ifade tarzı hem üslup halkın ilgisine yüksek derecede mazhar olmuştur. Bu yaygınlığın sebepleri arasında zengin bir dinî kültürün yansımalarını görürüz

Mevlid’in doğum bölümü en çok okunan bölümdür, bu bölüm gerçekten çok etkileyicidir. Ve her ne kadar Peygamber Efendimizin doğumu anlatılıyorsa da tabii olarak bu bölümün kahramanı O’nun annesidir, Âmine Hatun'dur. Doğum safhaları ve sahnesi efsanevi-destanî bir tarzda ifade edilmiştir. Bu olağanüstü bir hadisedir, fevkalade bir doğumdur; yani sıradan bir doğum, sıradan bir hadise değildir, o yüzden de şairi bu mevlid sahnelerini olağanüstü şekilde ifade etmiştir. Efsane diyebileceğimiz, masal diyebileceğimiz, destan diyebileceğimiz sıradan gerçekliğin üstüne çıkan bir dille ifade etmiştir, bu da halk tarafından çok sevilmiş ve benimsenmiştir.

Tabii Mevlid’e hanımların yüksek alâkası da dikat çekicidir. Doğum faslı, mevlid bahri Peygamberimizin annesinin kahraman olduğu bir fasıl olduğu için kadınları daha fazla ilgilendirmekte, adeta cezbetmektedir. Bu fasılda din tarihinden başka büyük kadınların isimleri de geçer ve doğum sahnesi fevkalade etkileyici bir şekilde ifade edilir. Ve bunu tabi ki Mevlid’i dinleyen hanımların da işte o heyecanlı sahneleri büyük bir ilgiyle, hem dikkatle takip ettikleri görülür. Doğum sahnesi tamamlanınca kadınların birbirlerini kucaklayarak, sırtlarını sıvazlayarak tebrikleştikleri görülür. Bu aslında bir eserin ulaşabileceği en son noktadır, zirvedir âdeta. Yani hiçbir benzer metin veya başka türlü eser bu kadar müessir olmamıştır Türk edebiyatında.

Mehmed Âkif, Safahat’ın 6. Kitabı Âsım’da boşuna “Süleyman Dede yükseklerde” demez. Mehmet Âkif'le Köse İmam arasında şairlik mevzuu açılmıştır. Köse İmam Mehmet Âkif'in şiirlerini beğenmez, hatta onu şair saymaz. Çünkü o klasik yoldan ayrılmıştır, yeni tarz şiirler yazmaktadır ve Köse İmam onun şiirlerini beğenmediği için de sık sık tarizde bulunur. Yani “seninki de şiir mi?” gibilerden. Bu arada “mevlitçilik” bahsi geçer yani işte “sana mevlitçi diyorlar” filan der. Âkif onun üzerine böyle bir cevap verir. Süleyman Çelebi o kadar yüksek bir mevkidedir ki Mevlid’iyle, Mehmet Âkif'e göre “nerde bizde o şiir kudreti. Süleyman Çelebi yükseklerde” der.

Modern dönemde, Mehmed Âkif kadar şiiri halka mal olmuş başka bir şair yoktur. Başta İstiklâl Marşı olmak üzere Âsım’ın Çanakkale şehidlerine ve Zulmü alkışlayamam bölümleri edebiyatımızın en çok okunan, ezberlenen metinleridir. Belki de edebiyatımızda Mevlid’den sonra en çok ezberlenen şiirler ona aittir.

Tabiî Mehmet Âkif'in şiir tarz itibarıyla moderndir. Süleyman Çelebi ise o devrin şiir tarzında yazmıştır. Ama işte o yazdığı şiir 20. asra ulaşmış ve bu devirde de esere halkın alâkası kesilmemiştir. Süleyman Çelebi'nin başka bir önemli eserini bilmiyoruz, biz sadece Mevlid’inden haberdarız. Onun da Yunus Emre gibi şiir yazmak gibi bir derdi olmayabilir. Söylenmesi gerekenleri şiirle söylemek geleneğinin güçlü olduğu bir devirde yaşadıkları için böyle yapmışlardır. Her ikisi için de şiir bir heyecan ve coşkunluk, hatta cezbe işi olmalıdır. Bir coşkunluk anında şiirlerinin dillerinden döküldüğünü tahmin edebiliriz. Devrinde Süleyman Çelebi’nin Mevlid yazma heyecanını besleyen hadiseler, vesileler olmalıdır. O heyecan işte Mevlid’e vücut vermiştir. Yoksa onun şair olarak şöhreti yoktur ve bildiğimiz kadarıyla başka eseri de mevcut değildir.

Her ne kadar Mehmet Âkif 20. yy'ın teknik imkânlarına sahip olarak, eserlerini bastırabiliyor, çoğaltabiliyor, dergilerde yayınlayabiliyor ve dolayısıyla geniş kitlelere ulaşıyorsa da tabi ki Süleyman Çelebi kadar yaygın bir kitleye ulaşması mümkün değildir, başka bir şair için de aynı şey söz konusudur, Âkif burada onu kastediyor. Bir taraftan da Süleyman Çelebi'nin o halkın benimsediği şiir tarzını, üslubunu bugün kullanarak bir şiir yazmanın mümkün olamayacağını ifade ediyor Âkif bu sözleriyle.

Burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: Yûnus şiirleri, tekkede doğmuştur, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i ise camide teşekkül etmiştir. Onu yazan ve hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan şahsiyet Bursa Ulu camiinde imamlık yapmıştır.

Mevlit gerçekten dikkatle bakılırsa sehl-i mümteni mısralardan, beyitlerden örülmüş bir şiirdir, uzun şiirdir ve o sehl-i mümteni olan, yani kolayca söylenivermiş gibi görünen mısraların aslında hiç de kolay ifade edilecek şeyler olmadığını biliyoruz. Sehl-i mümteni bir bakıma konuşur gibi yazmaktır, söyleyivermektir. Yani Süleyman Çelebi onu konuşur gibi yazmıştır ama bu büyük bir ustalık gerektirmektedir.

Sehl-i mümteni konusu Mehmet Âkif için de söz konusu edilmiştir. Mehmet Âkif'in de mesela Çanakkale Şehitlerine şiiri, İstiklâl Marşı başka şiirleri de var, çokça sehl-i mümteni olarak nitelendirilmiştir ve hatta o devrin mühim edabiyatçılardan birisi olan Cenab Şehabettin, Mehmet Âkif için "onun işi sehl-i mümteni yazmak fakat sehl-i mümteni olduğunu da kimseye farkettirmemek" diyor.

Aslında şiir ben şuyum diye kendini ilan etmez yani onu okuyan ondan hissesini kapar. İddialı olmak şiiri etkisizleştirir. Öyle sanıyoruz ki Süleyman Çelebi de bu anlamda iddialı değildi ama o hem engin bir dil zevkine sahipti, kelime kadrosuna malikti, hem de şiir kabiliyeti yüksek bir şahsiyetti ve dolayısıyla bu şiiri konuşur gibi söylemiştir diye düşünüyoruz; söylemiştir sonra yazıya geçirilmiştir, tahminimiz budur bu sehl-i mümteniye daha uygundur.

Bugünün şairi ne yapıyor: Oturuyor, kâğıdı önüne koyuyor, kalemi eline alıyor, düşünüyor, zihninden geçenleri kâğıda aktarmaya çalışıyor. İşte bu aslında şiir açısından çok da güzel bir şey değildir, şiirin o kendiliğindenliğini, tabiliğini, dil olarak tabiliğini, ifade olarak tabiliğini böyle düşünerek taşınarak her zaman elde etmek mümkün değildir. Şiirin arka planında zaman zaman ilham dediğimiz, işte esinti dediğimiz ne dersek diyelim şairin zihninden gelip geçiveren şimşek gibi, yıldırım gibi bazı hislerin onlarda uyandırdığı tesir işte bu sehl-i mümteniyi meydana getiriyor Süleyman Çelebi'de de bu çok zengin şekilde bulunuyor.

Sözün kısası, Süleyman Çelebi'nin şiirimizin Anadolu'daki gelişme macerası içinde önemli bir yeri var. Yani Yunus Emre'yle büyük bir başlangıç yaptı şiirimiz, Yunus tarzı şiirler Yunus Emre'den sonra da devam etti bu şiirlerin bir kısmı başka şairler tarafından yazılmış olsa da Yunus Emre'ye mal edildi. Sonra işte Âşık Yunus gibi işte Emrem Yunus gibi bir takım başka sıfatlarla başka Yunus'lar da gelip geçti. Dolayısıyla Yunus Emre tarzı şiir işte 14. yy, 15. yy'da güçlü olarak devam ediyordu, mesela Ankara'da Hacı Bayram-ı Veli'nin şiiri böyle bir şiir. Yunus'un lirik şiirleriyle Hacı Bayram-ı Veli'nin şiirleri çok benzeşiyor. Süleyman Çelebi de işte Yunus Emre şiirinin lirik tarafını devam ettirenlerden birisi. Tabii Mevlid mesnevi tarzında, yani Yunus Emre’ninkiler gibi böyle işte ilahi, nefes tarzında değil de daha uzun bir şiir şeklinde söylenmiştir. Buna rağmen Süleyman Çelebi'nin bu dili 15. yy'da güçlü şekilde ifade eden en önemli şair olduğunu söyleyebiliriz. Şiirimizin bu dönemde bir tarafta işte Hacı Bayram-ı Veli gibi başka tekkede yetişen şairlerimiz gibi devam eden tarafı vardır, bir taraftan da divan edebiyatının teşekkül döneminde olduğumuz için biraz daha böyle hesaplı, kitaplı şekilde devam eden tarafı vardır. İşte Süleyman Çelebi biraz önce söylediğimiz Yunus Emre'nin lirik tarafını Hacı Bayram-ı Veli gibi lirik tarafını temsil eden bir şair olarak döneminde büyük ilgi gördüğü gibi sonraki yüzyıllarda da aynı şekillerde ilgi görmüştür. Bu ilginin sebebi biraz da işte milletin dinî hissiyatını güçlendirme ihtiyacından kaynaklanmaktadır.

Tabii ki insanlar Kur'an-ı Kerim okurlar, bunu açıklarlar, bundan bir lezzet, tat alırlar ama asıl hissiyata hitap eden dinî metin Süleyman Çelebi'nin şiiridir. Yani biz Kur'an-ı Kerim'i başımızın üstünde tutarız, onun sözüne, hem de özüne ehemmiyet veririz, okunmasından da haz hissederiz. Fakat işte Mevlit okunduğu zaman o Kur'an-ı Kerim'in belki tercümesiyle, tefsiriyle halka ulaşmayan bazı hakikatler farklı bir edebî üslupla halka ulaştırılmaktadır ve halk bundan lezzet almakta, heyecan duymaktadır. Mevlit meclisleri işte ta o zamanlardan bugüne kadar devam etmiştir bundan sonra da şüphesiz devam edecektir.

İNSİCAM - SAYI 19 • Eylül • 2022

insicam.jpg

Bu yazı toplam 906 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim