• İstanbul 13 °C
  • Ankara 15 °C

Amerikan Dış Politikası ve Düşünürleri

Amerikan Dış Politikası ve Düşünürleri
TYB Akademi Amerika Sayısından: Nuri Salık: Amerikan Dış Politikası ve Düşünürleri

Batı Marksizminin ve Yeni Sol hareketin önde gelen isimlerinden biri olan Perry Anderson tarafından kaleme alınan Amerikan Dış Politikası ve Düşünürleri isimli eser, küresel siyasetin hegemon gücü Amerika’nın dış politika dinamiklerinin, zihniyetinin, eğilimlerinin, uygulamalarının ve temel düşünülerinin okuyucuya kapsamlı bir tartışmasını sunuyor. “Hâkimiyet” ve “Diplomasi” olmak üzere iki ana bölümden oluşan kitabın ilk kısımda Anderson, 19. yüzyıldan günümüze kadar geçen süreçte Amerikan dış politikasının detaylı bir analizini yapıyor. “Diplomasi” isimli ikinci kısımda ise, daha önce Amerikan dış politikası literatürüne katkıda bulunan yazarların çalışmalarını mercek altına alıyor.

 

Anderson, kitabının şu ana kadar oluşan literatürden temel olarak üç alanda farklılaştığını belirtmektedir. Bu alanlar uzamsal, mekânsal ve siyasal olarak tasnif edilmektedir (s.7). Uzamsal alanda kitap, 19. yüzyıldan günümüze kadar geçen süreci ele alarak uzun erimli bir kronolojik yaklaşım sergilemektedir. Bu çerçevede, daha önceki çalışmaların belirli bir zaman aralığına odaklanan perspektifinden büyük oranda farklılaşmaktadır. Coğrafi alanda,  önceden komünizmle yönetilen İkinci Dünya ve eski sömürgelerden oluşan Üçüncü Dünya’da ABD emperyal gücünün izini sürmektedir. Bu çerçevede kitap, ABD politikalarının farklı coğrafyalardaki yansımalarının karşılaştırmaya olanak sağlayan bir biçimde detaylı fotoğrafını çekmektedir. Uzamsal ve coğrafi alanların yanı sıra, kitabın politik alanda farklı bir amacı bulunmaktadır. Anderson, sol cenahın oluşturduğu literatürde heyecanla üzerinde durulan ABD hegemonyasının gerilemesi meselesine daha kuşkucu yaklaşmakta ve bu gerileme söyleminin daha nesnel bir biçimde ele alınması gerektiğini belirtmektedir (s. 8).

 

Kitabın başlangıcında ABD’nin 20. yüzyılda dünya siyasetinde üstlendiği rolün 19. yüzyıldaki tarihsel temellerini irdeleyen Anderson, ABD’nin yükselişini dört temel tarihsel etkene bağlamaktadır. Bunlar benzeri olmayan bir ekonomi, istisnai bir coğrafyada neşet eden kültür, ilahi misyon yüklenmiş bir ulus fikri ve tüm zamanların en özgürlükçü anayasasına sahip bir cumhuriyetin Yeni Dünya’da kurulmakta olduğu inancıdır (s. 15). 19. yüzyıldan itibaren ABD, bu dört tarihsel etken etrafında önce Amerikan kıtasına daha sonra dünyanın çeşitli yerlerine yayılmaya başlamıştır. Daha o tarihlerde, ABD Başkanı Jackson ABD’nin misyonuyla ilgili şöyle demektedir: “Açık kaderimiz Tanrı’nın bize bulunduğu bütün kıtaya yayılma ve onu elde etme hakkı, o büyük özgürlük ve federe özerklik deneyimini hedefler.. Tanrı eliyle sunulmuş dinç ve taptaze bir ülkenin dünya ulusları adına mukaddes bir görevi vardır” (s. 16). Bu ifadeler ABD’nin daha erken dönemlerde kendisine biçtiği rolü –Açık Kader- göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Bu düşünceye göre, Tanrı tarafından desteklenen bir ulusun doğal olarak dünyaya yayılma hakkı bulunmaktadır.

 

Anderson’a göre, Woodrow Wilson’un ABD Başkanı seçilmesi Amerikan dış politikasının yörüngesini ciddi anlamda değiştirmiştir. Wilson, “Tanrı’ya inanmasam, gelişigüzel bir dünyaya doğru gözlerim kapalı gittiğimi düşünürdüm. Ben Tanrı’ya inanıyorum. Bu ulusu Tanrı’nın yönlendirdiğine inanıyorum.. Dünya uluslarına özgürlük yolunda nasıl yürümeleri gerektiğini göstermek için seçildik” ifadelerini kullanarak tıpkı kendisinden önceki bazı ABD başkanları gibi Tanrı’nın ABD’ye biçtiği yoldan bahsetmektedir (s. 19). Bu eğilimin sonu, Wilson’ın 1917’de ülkesini I. Dünya Savaşı’na sokması olmuştur. Wilson, ABD’nin öncülüğünde bir uluslararası düzen kurulması gerektiğini öne sürmüştü fakat ABD kamuoyu böyle bir rolü oynamak için hazır değildi. Sonuç, ABD’nin kurduğu Milletler Cemiyeti’ne katılmaması olmuş ve 1920 yılında Wilson rakibi Harding karşısında ağır bir yenilgi alarak başkanlık seçimini kaybetmiştir (s. 21).

 

ABD, İkinci Dünya Savaşı’na Hitler’i durdurmak için girmiştir. Her ne kadar savaş sırasında Washington, Moskova ve Londra arasında bir ittifak kurulsa da, ABD’nin savaş sonrası için asıl amacı dünyanın kapitalizm için güvenli hale getirilmesiydi (s. 26). Fakat İkinci Dünya Savaşı çok farklı bir dünya düzeninin fitilini ateşledi; 1943’ten itibaren ortaya çıkan tablo ABD ve SSCB’nin iki rakip güç odağının sahneye çıkacağını gösteriyordu. Yeni düzenin iki rakip ideolojisi olacaktı: kapitalizm ve komünizm. Anderson’un altını çizdiği gibi komünizm, kapitalizme bir alternatif değil tam tersine onu yeryüzünden silmeyi hedefleyen bir reddedişti (s. 28). Bu ortamda Roosevelt’in planı bütün dünyanın ABD’nin merkezinde olduğu bir tahakküm altında birleşmesiydi. Bunun için kollar sıvandı ve savaş sonrası dünya barışını korumak adına Dünya Bankası, IMF ve Birleşmiş Milletler kuruldu. Tabi ki kurulan yeni düzen ABD’nin egemenliğini yansıtmalıydı ve öyle de oldu (s. 32-33).

 

Soğuk Savaş, iki süper gücün - ABD ve SSCB - arasındaki bir mücadele olarak tasvir edilse de 1946-1947 yılları arasındaki SSCB, ABD’nin büyük stratejisine yaklaşacak bir konumda bulunmuyordu. ABD, dünya tarihinde ilk kez atom bombasını kullanan devlet olarak iktidar üstünlüğüne sahipti (s. 37). ABD’nin SSCB stratejisi komünizmin dünya sathında yayılmasını engellemeyi hedeflediği için adına “önleme stratejisi” adı verildi. Her ne kadar adı önleme olsa da ABD’nin hedefi düşmanı dizginlemek değil yok etmekti. Dolayısıyla nihai hedef güvenlik değil zaferdi. Bu stratejinin mimarı ise George F. Kennan’dı (s. 38). Kennan’ın önleme söylemi, ABD imparatorluğunun ideolojisinin en önemli parçası olan “güvenlik” kavramına dönüştürüldü. Bunun sonucunda ABD Başkanı Truman’ın kendi adını taşıyan ve Akdeniz’de komünizm tehlikesini bertaraf etmeyi planlayan doktrini doğdu. Kennan, Truman doktrinini açıkladığı konuşmasını yaptığında “kendilerine ahlaki ve siyasi liderlik sorumluluklarını veren Tanrı’ya” şükranlarını ifade etti (s. 41.) Anderson, Soğuk Savaş döneminde “demokrasinin ABD’nin dünyaya karşı misyonunda en az Açık Kader dönemindeki kadar önemli bir değer” olduğunu belirtmektedir (s. 43). Dolayısıyla ABD, kendisini demokrasi misyonunun mutlak koruyucusu olarak görüyordu. Demokrasinin yanı sıra, Batı Avrupa ve Japonya’nın sermaye ağına dâhil olmasıyla birlikte ABD sadece kendi sınırları içindeki kapitalizmin değil uluslararası kapitalizmin de koruyucusu olarak sivrildi (s. 56).

 

ABD, Batı Avrupa ve Japonya’yı kurduğu hegemonik sisteme entegre ederken, komünizme karşı küresel gücünü göstermesi gerektiğini düşündüğü dünyanın diğer bölgelerine kayıtsız kalamazdı. Anderson, “Çevre Uzunlukları” isimli alt bölümde ABD’nin Ortadoğu, Güneydoğu Asya, Orta Afrika ve Güney Amerika stratejilerine yetkin bir biçimde yer vermektedir. Bu coğrafyalarda ABD, komünizmin yaygınlaşmasını engellemek için diktatörlerden gerilla gruplarına kadar pek çok aktörle işbirliği yapmaktan çekinmedi. Anderson’un altını çizdiği gibi, Üçüncü Dünya ülkelerinde ABD’nin öncelik verdiği şey rejimin biçiminden ziyade sermayenin özgürlüğüydü. ABD, Üçüncü Dünya’da emperyal gücünü tahkim edebilmek için kendisine sadık dostlar aradı. Bunu da gizli operasyonlardan, askeri darbelere uzanan geniş bir spektrumda gerçekleştirmekten sakınmadı (s. 69-70). 1953 yılında İran Başbakanı Musaddık’ın CIA ve M16 işbirliğiyle devrilmesi ve ABD işbirlikçisi şahlık rejiminin yeniden tesis edilmesi bu politikanın en açık örneklerinden bir tanesidir (s. 78).

 

Anderson’un belirttiği gibi, Soğuk Savaşın bitmesi ve SSCB’nin dağılmasıyla birlikte ABD “liberalizmin militanı” olarak küresel sistemin mutlak hegemonu oldu (s. 103). SSCB’nin yıkılmasıyla, Üçüncü Dünya’daki komünist rejimler ya tamamen yok oldu ya da sosyalizm iddiasını dile getiremez oldu. İdeolojiler savaşını ABD kazanmıştı ve ona karşı koyabilecek hiçbir güç bulunmuyordu. Bu ortamda ABD, Birinci Körfez Savaşı’nda Irak’a rahatlıkla müdahale etti. Bu müdahale Rusya tarafından da onaylandı. ABD Başkanı Bill Clinton’ın ise tek hedefi küresel ölçekte serbest piyasa sistemini yerleştirmekti. ABD’nin hedefi artık dünya üzerinde bir pan-kapitalist sistem inşa etmekti. Bu yeni dönemde neo-liberal sistem, ABD’ye çeşitli uluslararası kurumlar vasıtasıyla Üçüncü Dünya ülkelerine müdahale imkânı verdi. Washington Konsensüsü ile piyasa ekonomisinin dayatılması Meksika ve Asya finans krizlerine yol açtı. Bu süreçte IMF, ABD hegemonyasının tesisi adına kritik bir rol oynadı. Clinton döneminde ABD’nin gücü o denli arttı ki Clinton, Rusya Başkanı Boris Yeltsin’in iktidarda kalabilmesi için ona danışmanlar gönderdi. 1998 yılında Rus finansal sistemi eridiğinde IMF koşulsuz olarak Rusya’nın yardımına koştu. Rusya’nın pasifize edilmesi NATO’nun Doğu Avrupa’da genişlemesine ve Balkanlarda bir dizi NATO müdahalesine yol açtı (s. 106-108).

 

Oğul Bush dönemi ABD’nin emperyal yayılmacılığının zirveye ulaştığı dönem oldu. 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere düzenlenen saldırı sonrası terörle küresel savaş stratejisini hayata geçiren Bush yönetimi Afganistan ve Irak’ı işgal etti.  ABD’nin güç yoluyla rejim değiştirme yoluna gitmesi, bu iki ülkede ciddi toplumsal ve siyasal sorunların doğmasına neden oldu. Irak işgalinde Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra ABD, Sünni ve Şiilerin direnişiyle karşılaştı. Fakat bu ittifak kısa ömürlü oldu. Şii camilerine düzenlenen radikal selefi saldırılar ve Necef’teki üst dini otoritenin Şii hâkimiyetine karşılık bir güvenlik zırhı olarak ABD ile sekter bir işbirliğine gitmesi nedeniyle Irak’ta bir iç savaş patlak verdi (s. 116). Irak’taki yüksek gerilimli Sünni-Şii ilişkileri, Arap Baharı dalgasının da etkisiyle ultra-radikal selefi Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) ve radikal Şii Haşdi Şabi gibi örgütlerin doğmasına zemin hazırladı. Sonuç ise, halen yaşamakta olduğumuz mezhep savaşıdır.

 

Bush’un yol açtığı felaketten sonra Beyaz Saray’a oturan Barack Obama döneminde ABD dış politikasında köklü değişiklikler olmadı. Terörle mücadele tüm hızıyla devam ederken, ileri savaş teknolojisi ile donatılmış drone’ların kullanımı yaygınlaştı. Tabi bu yeni silah da tıpkı konvansiyonel silahlar gibi pek çok kadın ve çocuğun ölümüne neden oldu. Obama söz vermesine rağmen Guantanamo’yu kapatamadı. Anderson’a göre, İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren ABD Başkanları yasa tanımıyordu. Obama da bir istisna olmadı. Kongreden onay almaksızın ve Anayasayı çiğneyerek Libya işgaline öncülük etti (s. 120-121). Anderson’un Obama döneminde ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasına dair yaptığı yorumlar büyük oranda tutarlı olsa da, Suriye konusunda yanıldığını söyleyebiliriz. Anderson, Rusya Devlet Başkanı Putin’in Suriye rejimine yaptırım uygulamak üzere getirilen kararnameleri BMGK’da reddederken Şam rejimine tam destek vermediğini iddia etmiş ve Suriye’nin sonunun Libya’ya benzeyeceğini öne sürmüştür (s. 128). Fakat bugün geldiğimiz noktada Rusya, Suriye savaşında belirleyici bir aktör konumuna yükselmiştir. Anderson’un iddia ettiğinin aksi bir durum gerçekleşmiş ve Suriye’nin sonu Libya’ya benzememiştir.

 

Kitabın “Consilium” başlıklı ikinci bölümünde Anderson, okuyucularına ABD dış politikasının temel dinamiklerini ve geniş bir literatür etrafında başlıca düşünürlerini tanıtıyor. Anderson, Amerikan dış politikasının dört farklı eğilimini bu bölümde derinlemesine analiz ediyor. Bu dört eğilim: “Hamilton’ın Amerikan şirketleri için yurtdışında ticari avantaj arayışı; Wilson’ın özgürlük değerlerini dünyaya yayma uğraşı, Jefferson’ın cumhuriyetin değerlerini dış etkilerden koruma kaygısı ve Jackson’ın ülkenin onuru ya da güvenliğine yönelik her tehdide karşı duruşu”dur (s. 142). Anderson, ABD başkanlarının dış politika yaklaşımlarının bu dört gelenek ya da bunlardan bazılarının sentezinden beslendiğinin altını çiziyor (s. 142). Örneğin, ABD Başkanı Nixon’ın Wilsoncu değerleri kendi döneminde ABD dış politikasının merkezine yerleştirdiğini ifade ediyor (s. 143). Anderson, kitabın kalan bölümünde Walter Russel Mead, Michael Maldenbaum, John Ikenberry, Anne-Marie Slaughter, Charles Kupchan, Robert Kagan, Zbigniew Brzezinski, Robert Art ve Thomas P. Barnett gibi düşünürlerin Amerikan dış politikası üzerine yazdıklarının geniş bir tartışmasını yaparak okuyucuyu literatüre aşina kılıyor.

 

Perry Anderson’un kitabı ABD dış politikası ile ilgilenenler için önemli bir giriş kitabı niteliğindedir. Kitap, ABD dış politikasının uzun erimli bir analizinin yanı sıra, çeşitli coğrafyalarda ABD dış politikasının farklı zaman dilimlerinde vücut bulduğu pratikleri okuyucuya sunmaktadır. Böylece tek bir bölge yerine ABD dış politikasının dünyanın çeşitli bölgelerindeki stratejilerini yansıtmaktadır. Kitabın bir diğer ufuk açıcı boyutu, Uluslararası ilişkiler literatüründe genellikle realizmle özdeşleştirilen ABD dış politikasının geleneksel kodlarına odaklanarak hem ideolojik hem de politik-ekonomik motivasyonlarını analiz etmesidir. Bu yönüyle kitap okuyucuya farklı teorik pencereler açma potansiyelini taşımaktadır.

 

Bu haber toplam 2555 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim