• İstanbul 18 °C
  • Ankara 28 °C

Fahri Tuna: Çağdaş Truva Atı: On Beş Temmuz

Fahri Tuna: Çağdaş Truva Atı: On Beş Temmuz
Bin yıldır dünyanın en güzel coğrafyasında yaşıyoruz, doğru.

Bir Yemen gazisinin, bir Çanakkale şehidinin torunu olarak itiraf ediyorum; altmışıma merdiven dayadığım ömrümde, iki şeye hep inandım: Biri ‘çağdaş Lawrence’lerin yerli hainlerle birlikte her zaman Türkiye’nin işgali için faaliyette bulunuyor oldukları, diğeri ise bu aziz ve necip milletin ‘her badire’den sağ salim kurtulup bin yıl daha bu topraklarda Türk Bayrağını şerefle şanla dalgalandıracağı…

On Beş Temmuz, bu iki inancın, hercümerç hâlde yaşandığı, ama bir karanlık gecenin sabahında ilelebet aydınlık günlerin başladığı akşamın adıdır işte.

Bin yıldır dünyanın en güzel coğrafyasında yaşıyoruz, doğru.

Bin yıldır yarımkürenin bir yüzüne biz nizam veriyoruz, doğru.

Bin yıldır sadece Dicle ve Fırat’ta değil, Tuna’dan Meriç’e, Vardar’dan Yeşilırmak’a, Arda’dan Nil’e… Avrasya’da hangi nehir kıyısında ‘bir kurt kuzuyu kapsa’, Adli İlâhî bizden soruyor bunun hesabını, bu da doğru.

Sadece Adli İlâhî mi? Eli geçmişi ruhu kanlı Avrupa da bizden soruyor, Avrupa’nın nesebi gayrı sahihi evladı ABD’de de; el-hak doğru.

Mazlumun masumun mahzunun dostu bir milletiz biz bu coğrafyada. Hükmederken de böyleydik hep, bir asırdır Anadolu coğrafyasına sıkıştırıldığımızda, elimiz ayağımız dilimiz zincirlendiğinde de. Doğrudur.

Bizim bildiğimiz bir ‘hak yol’ varsa, ‘Büyük Şeytan’ın bin bir ‘şer yolu var, farkındayız; türlü türlü, çeşit çeşit, senaryo senaryo.

Lawrence Lawrence, hain hain, uşak uşak, Haçlı Haçlı.

Akıl çok taktik çok kurnazlık çok. Kurgu içre kurgu; tiyatro içre tiyatro; montaj içre montaj.

İlk büyük galibiyetlerini, otuz üç yıl onları kendi hileleriyle perişan eden Sultan II.Abdülhamit’i hâl ettiklerinde (1908’de tahttan indirdiklerinde) almışlardı. Biliyorlardı, biliyorduk.

Sultan II. Abdülhamit’i anlamak dünü anlamaktı. Dünü, bugünü, yarınları.

Sonra Rumeli ve Asya’yı masa başında ilmek ilmek, vilayet vilayet, sancak sancak ülkelere ayırdılar.

Biz yoktuk resmen artık Balkanlar’da ve Ortadoğu’da. Biz yoktuk da huzur mu vardı son yüz yıldır o topraklarda? Ne vardı, kandan acıdan hüzünden başka.

Neredeyse her vilayetimizin her eyaletimizin başına kukla diktatörler oturttular. Adına sultan diyerek kral diyerek şeyh diyerek.

Geldi mi bir kez olsun adalet geriye? Hayır…

Tanrı buruğu açıktı: ‘Allah size adaletle muameleyi ve ihsanı (iyiliği) emrediyor.’

Anadolu’nun çorak topraklarında bir asırdır ağıt yakarak oyalanan – onların diliyle- ‘Hasta Adam’ ayağa kalkar gibi olmuştu son on yılda. Silkinir gibi olmuştu. Sanki üç ayları yaşıyordu Türkiye; Recep gelmişti Şaban yaşanmıştı; ardı Ramazandı, Bayram’dı.

Kırk yıldır ördükleri çorapları ayağımıza, ne ayağı başımıza giydirme zamanı gelmişti onlara göre.

Ki bu kez başka bir şeytani planla geliyorlardı: binlerce sene önce Çanakkale’de hayata geçirilen ‘Truva Atı’yla geliyorlardı üzerimize.

Bir şeyi iyi biliyorlardı düşmanlarımız: Türk Milleti üç şeye âşıktı ilelebet: Dini mübini İslâm’a bir, Ay Yıldızlı Bayrağına / vatanına iki, özgürlüğüne üç.

Ancak bu üç aşkını kullanarak esir edebileceklerini düşündüler Türk Milletini bu kez. Tam kırk yıl sabırla hazırlandılar.

Alnı secdeli, ağzı dualı, eli bayraklı adamı severdi bu millet. Oradan girmeliydiler. Sinsi ve hain planlarına buradan yol alabileceklerini düşündüler.

Truva Atı’nın dışını dinle bayrakla süslediler: Zaman dediler, Namaz dediler. Hizmet dediler Himmet dediler. Cemaat dediler Hocaefendi dediler. Ağbiler dediler Ablalar dediler. 

Gün geldi, bin yıldır ‘bizden’ olan, bizim’ olan, ‘bizle’ olan kavram ve kelimeler, hepsi birbirine benzeyen, birbiri gibi konuşan, birbiri gibi bakan, birbiri gibi davranan, silik bıyıksız renksiz adamların ellerine geçtiler.   

Kimi ‘çocuğunu’ kaptırdı bunlara kimi ‘kasası’nı. Kimi sempatisini kaptırdı kimi iyi niyetini.

Ama bu millet ‘ısınamadı’ Müslüman görünümlü bu adamlara. ‘Samimi’ bulamıyordu dediklerini.

Milletin başında milleti temsilen ‘Uzun Bir Adam’ vardı.

Dün övgüler yağdırdıkları, ‘seninleyiz’ dedikleri, ‘mezardakileri çıkarın bu adama oy verdirin’ dedikleri Uzun Adamı, gün geldi ‘hırsız’, ‘vatanı satan’, ‘zampara’ olarak millet nezdinde façasını bozmaya çalıştılar ama millet ‘yemedi.’

Sapla saman, elma ile armut, ilaç ile zehir birbirine karıştı gün geldi.

En çok da ‘aydın denilenler’in, en çok ‘okumuşlar’ın, en çok ‘çok bilenler’in kafası karıştı o günlerde. En çok onlar kafa karıştırmaya çalıştılar. Zira onların çoğu ‘Büyük Şeytan’ın has adamıydılar zaten. Büyük Şeytan’laydılar, Büyük Şeytan’caydılar, Büyük Şeytan’cıydılar.

Onlar perde önünde birbiriyle kavgalı karşıt muhalif olsalar bile, ipleri ‘Büyük Şeytan’ın elinde değil miydi. ‘Olmaz olamaz’ denilenler oldu ve Sosyalistler Kürtçüler Cumhuriyet sevdalılarıyla Truva Atçıları aynı geminin içinde, sure-ti Hakk’tan görünerek elbette, bu necip millete karşı birleşiverdiler.

Gezi’lere çıktılar kol kola, taksim taksim, tencere tava yol aldılar birlikte, günlerce gecelerce.

Güya ‘Uzun Adam’ ve onun dayandığı ‘Büyük Millet’ akşam sabah iktidardan düşüyordu. CNN Canlı yayınlarıyla dünyaya ‘devrim’ ümidi pompaladılar.

İki şeyi hesap edemediler:

‘Uzun Adam’ Kasımpaşalıydı; yani sokaktan, en dipten geliyordu. Kavgadan tehditten olaydan ürkmüyor, aksine ‘bin bir hile desisenizle, tankınızla tüfeğinizle gelin’ diyordu meydan meydan. Yiğit ve korkusuz bir sesti. İkincisi ise ‘bu milletin Uzun Adam sevgisi’ bitmek bilmiyor, her türlü karalama bilgi kirliliğine rağmen aksine gün geçtikçe çoğalıyordu. Tarihe, sosyoloji bilimine, akla aykırı geliyordu bu olanlar onlara.

Bir gün bir istihbarat aldılar: ‘Uzun Adam Askeri Şura’da onları temizleyecekmiş.’

Büyük Şeytan, kırk yıldır hazırladığı planı yürürlüğe koyma gününün geldiğini anladı: Truva Atı’nın komutanı olarak, çok özel hazırladığı bir ‘dinî görünümlü amca’yı koydu, ona bağlı olarak bin bir ihtimamla hücre hücre, mikrop mikrop, atom atom hazırladığı hainleri de harekete geçirdi o gece.

Her şey ‘tereyağından kıl çeker gibi’ kolay olacaktı; sabah millet uyandığında işgal tamamlanmış olacaktı. Bin bir senaryo da hazırdı zaten: ‘Uzun Adam - güya - yirmi sekiz ayrı yabancı devletin pasaportuyla ve üç beş milyar dolar parayla kaçmaya çalışırken derdest edilmiş’ gibi gösterilecek, ‘bütün kahramanlar hainmiş aslında’ şeklinde gözden düşürülecekti. ‘Yolda yürümesini bile bilmeyen muhafazakâr halk’ da kabullenecekti olan biteni. Geçmişte de hep öyle olmamış mıydı?  

Ama beklenmedik bir şey oldu; bir pilot binbaşı MİT’e giderek ‘bu akşam sizi bombalayacaklar’ dedi. Her şey, kırk yıllık planlar öne alınmak zorunda kaldı. Sıfır üçte başlayacak hareket akşam yirmi bire çekilmek zorundaydı. Öyle de yaptılar.

Ama o ne? Uzun Adam’ın bir televizyon kanalına tele-konferansla bağlanarak: ‘Ey milletim; meydanlara havaalanlarına çıkın, oraları doldurun, bu vatan millet düşmanlarını durdurun’ çağrısına yüz binlerce milyonlarca insan uymasın mı?

Millet darbe girişimine el koyuyordu; senelerdir ötelenen itelenen horlanan ‘didon kafalı, şiş göbek’ denilen Türk Milleti, hava kuvvetlerini üs tutan hainlerin gökten yağdırdıkları bombalara, caddeleri tutturdukları tanklara tüfeklere göğsüyle ve imanıyla karşı koyuyor, tarih yazıyordu tarih.

İşgal girişimini, ihaneti, salâlarla tekbirlerle, şehitlerle gazilerle püskürtüyordu bu büyük millet.

Toplum mühendisliği, milletçe bozuluyordu.

Bir millet kendi kaderine el koyuyordu.

Altı buçuk saate bir ‘Çanakkale Mahşeri’ sığdırılmıştı; yaşananlar tümüyle Çanakkale’ydi bir asır sonra, yeniden.

Yüzleri ‘gülen’ hainler değil Türk Milleti’ydi, güneş doğduğunda.

Millet ‘kaderine el koymuş’tu. Millet istiklal ve istikbaline ‘el koymuş’tu.

‘Büyük Şeytan’ın Truva Atı da işe yaramamıştı.

Türk Milleti bir kez daha ‘mağlup edilememiş’ti gerçekten.

Edilemezdi, edilemeyecekti.

Dünya bunu bir kez daha, bin kez daha görmüştü.

Lideriyle uzlaştığı kaynaştığı inanıştığı sürece coğrafyalar fethetmiş bir milletti bu büyük millet.

On Beş Temmuz, Türk Milletinin kalbi seliminin şahlandığı, tarih yazdığı gecenin adıydı. Sosyoloji ve tarih kitaplarının çöpe atıldığı gecenin adıydı.

Truva Atı’nın, arkasındaki Büyük Şeytan’la birlikte, tarihin çöplüğüne Türk Milleti tarafından atıldığı gecenin adıydı.

‘Büyük Şeytan’ kim miydi?  Kiminiz ABD diyebilir, kiminiz İngiltere, kiminiz Fransa diyebilir kiminiz Almanya, kiminiz Rusya diyebilir kiminiz İsrail. Belki bunların hepsiydi, belki burada adı geçmeyen başka başka isimler güçlerdi.

Vardı bir ‘Büyük Şeytan.’ Belliydi. Ve yenilmişti Hakk’a yine.

Akıl ve ihanet, plan ve strateji, bir büyük milletin kalbi selim’i önünde dize gelmiş, tuş olmuştu.

On Beş Temmuz; Türk Milletinin ‘Büyük Şeytan’ı ve onun Truva At’ını dize getirdiği gecenin adıdır.

Şeref şan bu milletindir.

Ve bir de uyarı o geceden hepimize:

‘Su uyur, ‘Büyük Şeytan’ uyumaz.‘

Bu haber toplam 2100 defa okunmuştur
  • Yorumlar 4
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim