• İstanbul 13 °C
  • Ankara 14 °C

Önder Saatçi: Hangi Milliyetçilik

Önder Saatçi: Hangi Milliyetçilik

Kura’n-ı Kerim’in Hucurat  sûre-i celilesinde Yüce Mevlâ, “Ey insanlar, sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi ırklara ve boylara ayırdık. Allah katında sizin en değerliniz, en takvalı olanınızdır. Allah Bilen’dir, Haberdar’dır.” , diye müminlere seslenmektedir. Bir ilahiyatçı olmamakla beraber bu ayet-i kerimeyi şöyle anlamanın hatalı bir okuma çabası olmadığı kanaatindeyim: Ey insanlar, sizlerin farklı birer dil ve farklı birer soyla dünyaya getirilmeniz ve buna bağlı olarak farklı kültürel birikimler edinmeniz Allah’ın hikmetlerindendir. Zira, Allahu Ta’âlâ irade buyursaydı bütün insanlar aynı ırki, aynı etnik, aynı kültürel özelliklere sahip kılınabilirdi. Bu farklılıklarınız sizlerin birbirinizden üstün veya öncelikli olduğunuzu göstermez. Nitekim, Allah indinde en şerefliniz, makamı en yüce olanınız; ırkına, kavmiyetine, diline veya başka bir kültürel özelliğine bakılmaksızın takvalı olanınızdır. Takva ise Allah’a onun istediği gibi ve ölçüde kulluk etmenizdir. Bu ayetten şunu da anlamak mümkündür ki bir toplumun diğer bir topluma kendini kabul ettirmesi ancak sulh yoluyla ve ma’ruf ölçülerinde insani ilişkiler kurmakla mümkündür. Bir başka deyişle Allah, bu ayette toplumları birbirinin kurdu olmamaları için uyarıyor. Şunu da söylemekte hiç sakınca yoktur ki Allah dünyayı bir kavga diyarına çevirmemizi istemiyor. Tam aksine Allah dünyada barış ve kardeşlik duygularıyla yaşamamızı ve ancak bu şekilde yaşadığımız takdirde bizi cennetine kabul edeceğini bildiriyor.

Yüce Yaradan Kitab-ı Kerim’inde böyle buyuruyor ama gelin görün ki insanlık tarihi bu ayetin hilafına hareketlerle dolu. ABD’nin bugün bir Anglo-Sakson ülkesi olması bu kıtanın yerlilerini katletmekle ve onların bütün rızık vesilelerine çökmekle gerçekleşti. ABD topraklarında beyaz adamlar gelmeden önce serbestçe dolaşan ve avlanan yerliler bir zaman sonra atalarının topraklarından sürüldüler ve kapatıldıkları kamplarda hem esareti hem de açlığı tadarak yok olup gittiler. Aynı kıtanın güneyinde de İspanyollar ve Portekizliler Güney Amerika yerlilerini katletmekle yetinmeyip onların hem ırki özelliklerine müdahale ettiler hem de onları Hristiyanlaştırdılar. Amerika kıtası Afrika’dan getirilen zenciler için de bir yeryüzü cehennemine dönüştü. Birçok Müslüman Afrikalı bu süreçte hem vatanından oldu hem de dinini yitirdi. Afrika’da kalanlar da bundan kurtulamadı ve onlar da kendi ülkelerinde sömürgeleştirildi. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde uzun yıllar ayakta kalan ırkçı rejim Afrika sömürgeciliğinin sembolü oldu. Bütün bunlar Avrupalı beyazların kendi renginden olmayanlara reva gördükleri muameleydi. Beyaz olmayanlar ancak beyazlara hizmet ettikleri ölçüde hayat hakkı kazanabildi; ama mukaddes değerlerinden bütünüyle vazgeçmek pahasına…[1]

Beyaz adamın iştahı bir türlü kesilmedi. 19. asrın sonu ve 20. asrın başından itibaren Ortadoğu da onların yeni avlanma sahası oldu. Bu alanda yeni sömürgeler edinmek için birbirleriyle yarışırken birbirlerine de düştüler ve insanlığa, ikincisi ancak atom bombasıyla sona erdirilebilen iki büyük dünya felaketi yaşattılar. Bu süreçte Ortadoğu’daki Müslüman milletleri de birbirlerine düşürmekten hiç geri durmadılar. Bu fitne ateşini de en fazla Osmanlı ülkesinde tutuşturdular. Osmanlı son bir buçuk asrında yalnızca Ermenilerle veya Balkanlardaki Hristiyan milletlerle savaşmadı, aynı zamanda Arnavutlar, Boşnaklar, Kürtler ve Arapların da isyan hareketlerini bastırmakla uğraştı.[2]  Bu devirdeki savaşların temelinde eski Western (kovboy) filmlerinde duyduğumuz  “ O seni öldürmeden sen onu öldür.” cümlesindeki mantıkla hareket edildi. Bir başka deyişle her millet Osmanlı’dan koparken ondan da bir şeyleri koparıp gidiyor ve bir daha barış içinde yaşamanın imkânsız olduğu bir düzen ikame ediliyordu.[3] Nitekim, bugün modern diplomaside “Devletler arasında dostluk yoktur, ancak ortak menfaatler vardır.” anlayışı bu tarihî sürecin müesses nizama dönüşmüş olmasından başka bir şey değildir.  

Osmanlı’dan koparılan gayrımüslim taifenin önüne düşenler nedense hep din adamları olmuştur. Osmanlı ülkesindeki Ermeni kiliseleri ve okulları o çağda cephaneliğe dönüştürülmüştür. Ermeniler Müslüman (Türk-Kürt) katliamlarıyla Doğu Anadolu’da “Büyük Ermenistan” hayalini gerçekleştirmeye çalışmışlar ve son 50-60 yıl içinde de, Osmanlı çağında Müslüman kitleyle giriştikleri çatışmalardaki can kayıplarını propaganda vesilesi yaparak bir “ulusal kimlik” oluşturma gayretkeşliği içine girmişlerdir. Öte yandan, Kıbrıs Türklüğüne kan kusturan Makaryos da bir rahipti. Balkanlardaki Müslüman Boşnakları katleden Sırpların da koyu bir haçlı zihniyetiyle hareket ettikleri bilinmektedir.  Zaten, muharref bir din olan Hristiyanlıktan ve onun din adamlarından bundan başka bir tavır beklenemezdi. Türkiye’nin başına 1984’ten beri bela edilen malum terör örgütünün militanlarının da bir taraftan İslam dininden kopmaları bir taraftan da eski İran dini olan Zerdüştlüğe özendirilmeleri için büyük gayretler sarf edilmektedir. Yahudiler de Osmanlı ülkesine (Filistin) göç ederken kendilerince bunu dinî saiklere bağlıyorlardı. Onlara göre Nil’den Fırat’a kadar olan toprakların tamamı “Büyük İsrail” ülkesiydi ve bu bölgede mutlak surette kendileri hâkim olmalılardı. Zaten, Tevrat’ta da Yahudilerin “üstün ırk” oldukları yazılı değil miydi. İsrail devleti hedeflediği coğrafyada bizzat hâkim olamasa da buralarda kendisine uşaklık edenler eliyle ideallerine doğru ilerleme politikası gütmektedir. Bugün İsrail Irak’ın kuzeyinde bir hatta, belki iki Kürt devleti kurdurarak bunların vasıtasıyla bölgedeki ekonomik ve siyasi dengeleri kendi lehine çevirmeye azmetmiş durumdadır. Bütün bu meselelere dikkatle bakılırsa dünyada dün de bugün de bir dinler savaşı sürdürülmektedir ki bu düpedüz bir hilal-haç savaşıdır. Bu ezeli savaşın aracı olarak da saptırılmış ve vahşet dozu arttırılmış bir “milliyetçilik” kavramı ön plana çıkarılmaktadır. Bu savaşın aracı olan “milliyetçilik” hiçbir zaman milletlerin kendi kültürel zenginliklerini koruma, geliştirme ve tanıtmaya dönük bir çaba değildir. Bu kaba, sahte ve saldırgan milliyetçilik başkasının sırtına basarak, hatta onu yok ederek var olmanın bir başka adıdır ki dünya bu “kanlı milliyetçilik” savaşlarına çok daha uzun süre sahne olacağa benzemektedir. 

Burada, meselenin bir başka yönüne temas etmekte fayda var. 1918’de  Osmanlı’dan koparılan Irak topraklarında yüzyıllardır yaşamakta olan ve burayı yurt edinmiş Irak Türkmenleri, İran’daki Azeriler ve Türkmenler, Suriye Türkmenleri ve Afganistan’daki Özbekler de bu yıkıcı milliyetçiliğin kurbanlarıdır. Bu kitlelerin uğradıkları en hafif muamele varlıklarının reddi ve inkârıdır. Maruz kaldıkları katliamlarsa bir makalenin sınırlarına sığmayacak bir konudur.[4] Bu kitleler bugün ülkelerinde büyük bir nüfusa sahip olmalarına rağmen bir kenara itilmişler ve bilhassa siyasi alanda rollerinin kısıtlanması için hâkim güçler ellerinden geleni artlarına koymamışlardır. Bu Türk topluluklarının ortak yönü Müslüman bir ülkede yaşamalarına rağmen tıpkı gayrımüslim ülkelerdeki soydaşları gibi zulümlere maruz kalmalarıdır. Irak Türkmenlerinin karşı karşıya kaldıkları katliamlarla, sürgünlerle ve daha başka baskılarla Çin’deki Müslüman Uygurların veya Kırım’daki Müslüman Tatar Türklerinin başına gelenler arasında fazla bir fark yoktur. Bilhassa Ba’s iktidarı döneminde Irak Türkmenleri koyu bir Arap ırkçılığının kurbanları olmuşlardır. Şimdilerdeyse acımasız bir Kürt ırkçılığının saldırılarını savuşturmakla uğraşmaktalar. Irak’taki Kürt siyasetinin bugün en önemli hedefi Türkmen şehri Kerkük’ü Irak’ın kuzeyindeki özerk bölgeye katmaktır.  Bunun bir sonraki adımı ise Irak’tan koparak müstakil bir devlet -daha doğrusu devletçik- kurmaktır. İran’da ise Azeri, Türkmen ve Kaşkay Türklerine karşı yürütülen asimilasyon politikaları ne şahlık döneminde ne de İslam Devrimi’nden sonra hız kesmiştir. Şurası muhakkaktır ki, Oratdoğu’daki Müslüman devletlerin yöneticilerinin güttüğü milliyetçilik de bu kavramın gerçek manasından fersah fersah uzaktır. Bu yıkıcı ve yok edici milliyetçiliğe karşı mazlum milletlerin aldığı tavırlara da bir göz atmakta fayda vardır. Mesela, ABD’de beyazların, hayvandan bile aşağı saydığı ve otobüslerde bile ayrı bir yerde yolculuk ettirdiği zenciler arasında bir zaman sonra (60’lı yıllarda) başlayan karşı koyma hareketlerinin sonucunda, onlar da, kendilerinin, Tanrı tarafından daha üstün yaratıldıklarına inanmaya başladırlar. Hatta, bir zamanlar ABD zencileri arasında Hz. Adem’in de bir zenci olduğu inanışı bile yaygınlaşmıştı. Başka milletlerce pek çok asimilasyon politikasına maruz kalan Türkler arasında ise başka milletleri yok etmeye, ortadan kaldırmaya dönük bir anlayış veya faaliyet hiçbir zaman görülmedi. Irak Türklerinin bu husustaki direnişi oldukça manidardır. Bu kitle Irak’ta Krallık rejimi kurulmasından itibaren ve 1958’deki cumhuriyete geçiş sürecinde de hiçbir zaman yıkıcı bir milliyetçilik anlayışı gütmedi. Irak Türkmenleri geçirdikleri zor günlerde daima dillerini ve kültürlerini muhafaza etmeye ve yaymaya çalıştılar. Bununla ayakta kaldılar. Irak Türkmenlerinin 1918’den bu yana en önemli talebi Türkçe eğitim oldu. Bunun yanında basın hareketleriyle dillerini ve kimliklerini yaşatmaya çalıştılar. Halk edebiyatı ve hoyrat geleneği de Irak Türkmenlerinin millî kimliğini ve onun temel taşı olan dilini muhafaza etmede çok önemli bir rol oynadı. Irak Türkmenlerinin ne siyasi liderleri ne fikir adamları ne edebiyatçıları hiçbir zaman kendilerini yok sayan Arap kitlesini yok etme üzerine bir tutum ve eylem benimsemediler. Irak Türkmenleri yabancı güçlerin oyuncağı da olmadılar. Onlar sadece kendileri olmak, kendileri kalmak istediler ve bunun bedelini de çok ağır bir şekilde ödediler ve ödemekteler.

Görülüyor ki gayrımüslim ülkelerdeki Türklere karşı yürütülen hareketlerin ardında haçlı zihniyeti, Müslüman ülkelerdeki Türklere yönelik politikaların ardındaysa ırkçılık yatmaktadır. Oysa temelde kendini tanımaya ve kendine ait değerleri başkalarına tanıtmaya dayanan meşru sayılabilecek bir milliyetçilik aynı zamanda insanoğlunun fıtratıyla da uyumlu bir şuurlanma ve birtakım sosyal kültürel faaliyetler zinciridir. İnsanoğlu bir sosyal varlık olduğundan, mutlak surette bir toplum içinde yaşayacaktır. Yaşadığı toplumun maddi ve manevi değerlerini benimsemiş bir ferdin, başka toplumların aleyhine olmamak şartıyla, bu değerleri yüceltmesi meşru ve kabul edilebilir bir milliyetçiliktir, denebilir. Zira, nasıl ki bir ferdin hürriyetinin bittiği yerde diğerinin hürriyeti başlarsa aynı prensip milletler için de geçerlidir.

Devletlerin siyasi ve emperyalist hedefleriyle hiçbir zaman temasını yitirmeyen milliyetçilik gerçek anlamına kavuşmayı hâlâ beklemektedir.   

 

    

                                                                                                                             Türkmeneli

(Kasım-2017, 7-11)

 

[1] Robinson Crusoe romanı Avrupalı’nın başka ırktan veya dinden olanlara bakışını ele veren gerçek bir emperyalizm metnidir.

[2] Osmanlı ülkesindeki Müslüman unsurların isyanında İttihat ve Terakki’nin yanlış politikalarının rolü varsa da Batılı emperyalistlerin planlarının rolü daha önemlidir.

[3] Osmanlı’nın çeşitli milletleri uzun asırlar boyunca bir arada tutmuş olmasına bakarak Batılılar buna “Pax Ottamana” (Osmanlı barışı) demişleridir.

 arasında dostluk yoktur, ancak ortak menfaatler vardır.” anlayışı bu tarihî sürecin müesses nizama dönüşmüş olmasından başka bir şey değildir.  

[4] Ahmet Buran’ın Kurşunlanan Türkoloji kitabı bu meseleleri enine boyuna işleyen değerli bir eserdir.

                                                                                                                     

Bu haber toplam 1203 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim