• İstanbul 12 °C
  • Ankara 12 °C

A. Vahap Akbaş: Mehmed Âkif’te Bir Anlatım Aracı Olarak Nükte ve İroni

A. Vahap Akbaş: Mehmed Âkif’te Bir Anlatım Aracı Olarak Nükte ve İroni
Kaynaklarda genel olarak çok ciddi, katı prensipli bir Akif portresi çizilmektedir.

Onunla ilgili hemen bütün değerlendirmelerde, “Cemiyet için ağlayan”, mücadeleci, idealist fikir adamı tarafının daha çok vurgulanması, öncelikle “bir karakter abidesi” olarak sunulması böyle bir portrenin oluşmasında etkili ol­muştur. Bu, şüphesiz yanlış bir portre değildir. Hatta denebilir ki kendisi de böyle bir portrenin çizilmesin­de etkili olmuştur. Ama kanaatimce bu eksik bir port­redir. Aydın, düşünür tarafına ışık tutulurken insan ve sanatkâr tarafları gölgede bırakılmaktadır. Bu da çoğu zaman bizi ete kemiğe bürünmüş bir Akif’ten uzaklaş­tırmaktadır.

Akif, yakın dostlarının da işaret ettiği gibi çok deği­şik ilgi alanları olan, zengin birikimli, zeki, renkli bir şahsiyettir. Bu çeşitlilik içinde nüktedanlık da onun önemli karakter özelliklerinden biridir. Ve öyle düşü­nüyorum ki bu özelliği, onun iç dünyasına, mizacına, değer ölçülerine, düşüncelerine dair önemli işaretler taşımaktadır.

Akif’in bu tarafına değinenler mizah, nükte, humour, ironi, istihza, fıkra, latife gibi birbirinden ince çizgi­lerle ayrılan ama çoğu zaman da birbirinin sınırlarını ihlal eden terimler kullanırlar. Biz bunlardan Akif’in söylediklerine / yaptıklarına daha uygun düştüğü düşüncesiyle nükte ve ironiyi kullandık. Bilindiği gibi nükte, anlamı ancak dikkat edildiğinde anlaşılabile­cek derecede gizleme sanatıdır. Dokundurucu ama hoşa giden söz ve fikirlerin ince ve ustalıkla ortaya konması söz konusudur. İroni ise, alaylı bir üslubu da kap­sar ve ciddi bir görüntü altında karşıt düşünceyi çelişki noktasına çeker; söylen­mek istenenin altını dolaylı bir şekilde çizer. Akif’in üzerinde duracağımız yanı da büyük ölçüde bunları içermektedir.

Bu konudaki en önemli kaynaklarımız, Akif’in çok yakınında bulunmuş, yaşantısının değişik dönemlerine tanıklık etmiş dostlarının eserleri ve bizzat onun yazdıklarıdır. Eşref Edib, Akif hakkındaki en önemli kaynaklarından sayılan eserinde ondan çokça nükte aktarır.1 Hasan Basri Çantay, Akifname’sinde “Fıkralar-Latifeler” başlığı altında onun bu yanını değerlendirir ve bazı nüktelerini nakleder. Safahat’taki nükteleri de ayrıca aktarır.[1] [2] Mithat Cemal de Akif’le ilgili eserinde ondan çokça nükte nakleder, “İstihza Şiirler” başlığı altında onun ironik mısralarının detaylı tahlilini yapar.[3] Mithat Cemal, Ömer Rıza Doğrul’un hazırladığı Safahat baskılarının başına konan “Akif’in Sanatkâr Tarafı Hakkında Notlar”da da nükteci tarafına değinir. Şöyle der: “Redhouse’ın ‘letaif-i hicviye’ ve ‘letaif-i istihza’ diye tercüme ettiği İngilizce ‘homour’ kelimesinin mefhumu konuşurken ve yazarken Akif’te çok mizaçlaşan şeydi.”[4]

Buradaki “mizaçlaşan” ifadesine dikkat etmek gerekir. Denebilir ki nükte Akif’te bir kişilik özelliğidir. Ama ironi, “mizaçlaşan” bir şeydir. Önceden var olan değil, sonradan oluşan bir şey. Akif’e bir bütün olarak baktığımızda, bunun onun yaşadığı dönemin şartlarıyla açıklanabileceğini sanıyorum. Sanki felaketler, acılar, yokluklar içinde düşünen, düşüncelerini dillendirmeye çalışan Akif bir çeşit trajik mizahtan kaçınamıyor. Çünkü memleketin gerçek durumu böyledir ve Akif de hakikatçidir.

Akif’in nükteciliği iki çerçevede ele alınabilir: Söyledikleri ve yazdıkları.

Nükte Akif’in günlük konuşmalarında, sohbetlerinde, iç dünyasını, hassasiyetlerini, itirazlarını, birikimini dışa vuran etkili, sarsıcı, yoğun bir araçtır. Bu pek de kolay değildir. İnce zekâyı, muhakeme gücünü, dil hakimiyetini, esaslı tecrübe ve birikimi gerektirmektedir çünkü. Bu anlamda denebilir ki Akif için nükte, bu özelliklerini açığa çıkaran bir araçtır aynı zamanda.

Biliyoruz ki İslâm, alay etmeye, aşağılamaya hoş bakmaz. Bu durumda Dindar, mütevazı Akif’in bir çelişki içine girdiği düşünülebilir. Mithat Cemal de bu hususa temas eder ve Akif’in duruşunu çok güzel açıklar. Onda gerçekte böyle bir tezat olmadığını söyler. “Çünkü fertle değil, ferdin cemiyeti sarsan tarafıyla istihza ediyordu. (...) Bu istihzayı da bazen merhametle, bazen infialle güzelleştiriyordu” der.[5]

Gerçekten Akif’in derdi kimseyi karikatürize etmek, alaya almak değildir. Onun derdi bir meseleye işaret etmek, yanlışı zarif ve etkili bir şekilde, karşıdakinin irfan ölçüsü içinde söylemektir. Çoğu zaman edep, açık sözlülük, cömertlik, dürüstlük, yardımseverlik, vefa, hakşinaslık, dostluk gibi değerlerin altını koyu bir şekilde çizme ya da dili doğru kullanma, aranıp sorulma, nadanlığa, nekesliğe, minnet altında kalmaya dayanamama gibi hassasiyetleri kızdırmadan, gücendirmeden zekice, zarifçe ifade etme aracıdır onun için nükte.

Birkaç örnek verelim:

*

Akif, ukalaları, nadanları, kibirlileri, ben bilirimcileri sevmez. Böylelerinin incelikli bir şekilde haddini bildirir.

Akif, eski İstanbul hükümeti zamanında Maarif Nezaretinin Lügat Komisyonu Azalığına tayin olunmuştu. Reisleri de bir hoca idi. Hoca sarıksızlara bir şey bilmez gözüyle bakardı. Gerek Akif olsun, gerek arkadaşı ve eski dostu Ferid Kam olsun bu vaziyette tutulurlardı.

Bir gün hoca bir kelime hakkında ayağını dayadı:

“Ben üç yüz bu kadar senelik bir lügat kitabında gördüm; kelime dediğim gibidir!” dedi.

Akif şöyle cevap verdi:

“Ben de bin senelik ‘Şeyhüllüğa’da kelimeyi şu dediğim şekilde buldum.”

O, kelimeyi istediği gibi hocaya kabul ettirmişti

Ertesi toplantıda sıra Ferid Bey’e geldi. Yine hoca bir kelime üzerinde fakat bu kere haklı olarak, tevakkuf etti. Ferid dedi ki

“Akif, bu sefer amelimizi hocanın ağzına uyduralım.”[6]

*

Akif, Ziraat Nezaretinde memurken, baytar sıfatıyla devlete beygir almaya Adana’ya gittiği zaman, bilardo oynayan poturlu insanlar için şu beyti söyler: Ayran daha midesinde kaynar

Kalkar da teres bilardo oynar.[7]

*

Ali Şevki Bey oldukça kibirli biriydi. Hele Avrupa’ya gidip döndükten sonra kibrinden yanına yaklaşılmaz olmuştu. Âkif bir toplulukta bu özelliğini çok zarif bir teşbihle şu şekilde dile getirdi: Siz, insanlara eskiden Fatih Camiinin minaresinden bakardınız, Avrupa’ya gidip döndükten sonra Eyfel Kulesi’nden bakmaya başladınız.[8]

*

Akif, cimri zenginlere “Ağniya-yı fakîrîndendir”, cömert fakirlere de “fukara-yı şakirîndendir” dermiş. Şu örnekler, onun cimrilik karşısındaki tavrının ifadesidir:

Beylerbeyi Ziraat Mektebinde çalıştığı zamanlarda, aynı şubenin şefi olan ve tutumluluğu ile bilinen zengin bir arkadaşının eşeğine ara sıra biner, dostlarını ziyaret edermiş. Bir gün eşeğin sahibine şöyle takılır:

“Beyefendinin eşeği hep ağaç yaprakları yiyerek yaşamaya alıştığı için, arpayı gösterdiğimde tanıyamadı.”[9]

*

Eşref Edib anlatıyor:

Üstad, Hilmi, ben, bir gün dergâhta oturuyorduk. Kapı vuruldu. Baktık, birinin elinde boynunu sarkıtmış bir hindi. Üstad:

“Tekkeye kurban geldi!” dedi.

“Salih Efendi selam söyledi. Bu hindiyi size gönderdi.”

Hindi pek biçare, pek bitik bir haldeydi. Üstad:

“Tedavi için mi?” dedi.

Adamcağız bir şey anlayamadı. Üstad ilave etti:

“Oğlum, sen bunu çabuk eve götür de ölmeden Salih Efendi kessin. Korkarım ki yolda can verecek.”

Birkaç hafta sonra Salih Efendi bu hatasını tamir etmek üzere bir davet yaptı. Üs­tada mükellef bir ziyafet verdi.[10]

*

Şu nükte de edebiyatçı-edeb ilişkisine parmak basıyor:

Meşhur bir edibimizin cinsî hayatına dair yüz kızartıcı sözler söylenirdi. Hatta bu sözleri yalnız başkaları değil, kendisi de söylerdi. Bir gün “Yahu” dedi (Akif), “bu adam kendisine iftira ediyor. Övündüğü kadar edepsiz değil!”11 *

Akif, dilin doğru kullanılması konusunda duyarlıdır. Dilin bazı özenmeler sonucu bozulması da onu üzer:

Milli Mücadelede mebustur. Ve Büyük Millet Meclisinde bütçe müzakere edildiği gündür. Bir mebus memurin (bütün memurlar) ile memureyn (iki memur) kelimelerini birbirine karıştırarak “memureyni terfih etmek lazımdır” der. Akif oturduğu yerden haykırır: “Memurin, memureyn olsaydı, kuş sütüyle beslerdik.”[11] [12] *

Akif, Halkalı Ziraat Mektebi’nde görevlidir. Bir gün, Sirkeci’den okula gitmek için bindiği trende gençlerin şu konuşmalarını dinler.

“Azizim, sen bu sabah kaç trenini aldın?”

“Filan treni aldım. Sen?”

“Ben de filan treni aldım.”

Yerli dilimizi rahatsız eden “tren almak” tercümesine sinirlenen Akif, hiç tanımadığı o gençlere şöyle der:

“Çocuklar, o treni daha hükümetimiz alamadı, siz nasıl aldınız?”[13] *

Akif, Baytar Mektebinde müdür yardımcısı olarak çalışırken muhasebeden gelen bir yazıyı anlayamaz. Yazıyı kaleme alan Salih Efendi’ye ulaşarak yazıda ne demek istediğini sorar.

Salih Efendi: “İki mana çıksın diye böyle yazdık efendim” deyince Akif dayanamaz ve der ki: “Siz neler söylüyorsunuz efendi? Biz bir türlü mana çıkaramadık!”[14]

Akif’in böyle nükteleri o kadar çoktur ki anlatmakla bitmez.

*

Akif’in kişiliğinden eserlerine fazlaca akseden taraflarından biri nüktedanlığıdır. Hasan Basri Çantay’ın “Üstadın fıkracılığı, şakraklığı bütün eserlerinden bellidir” sözü de buna işaret eder. Sanatını ilhama, tesadüfe teslim etmeyen Akif, sahip olduğu nükte kabiliyetinin ve birikiminin farkındadır ve bilinçli olarak onu sanatının önemli bir damarı haline getirmektedir. Nükte ve ironi bir anlatım aracı olarak savunduğu gerçekçiliğe çeşni ve yumuşaklık katacak; okura mesajı onun bildiği sevdiği kanalla iletecek ve onu çizilen tabloların bir parçası haline getirecektir.

Akif’in bütün olarak nükte temeli üzerine kurulmuş şiirleri çok azdır. Çünkü onun amacı okuyucuyu eğlendirmek, neşelendirmek, güldürmek değildir. Hakikati daha iyi göstermek, daha iyi idrak ettirmektir. Daha çok düşündürmektir. Ressam Haklı, Şair Huzurunda Münekkid gibi birkaç şiiri tek başına birer fıkra gibi algılayabiliriz. Ancak dikkat edildiğinde bu şiirlerde de moda düşkünlerinin başarılı bir ironisinin yapıldığı görülür. İroni, itirazın örtülerek verilmesini sağlar ve eleştirileni gülünç duruma düşürerek etkiyi artırır. Bizi de gülümsetirken düşündürür ve sevindirir.

Akif’in çokça fıkra, kıssa bildiğini ifade ettik. Kur’an-ı Kerim kaynaklı şiirlerinde, lirik şiirlerinde bunlardan yararlanma gereği duymaz. Ancak daha çok manzum hikâyelerinde, diyaloglara dayanan uzun şiirlerinde bu fıkraları ve Sadî, Mevlana gibi bilge kişilere ait nükteli hikayeleri, onlara çeşitli işlevler yükleyerek kullanır. Genellikle bir durumu, bir tesbiti, bir meseleyi somutlayarak anlatma işlevi görür bu fıkralar. Amaç daha açık ama aynı zamanda daha güzel söylemek ve dolayısıyla daha etkili olabilmektir. Hikmetle ibret gözüne hitap edebilmektir. Nitekim bu fıkraların başında ya da sonunda genellikle “Senin şu halini Sadî ne hoş ifade eder...”, “Hikâye halimizin aynıdır...”, “Hikâye çok iyi anlatıyor halkımızın halini.” gibi cümleler var. Fıkraların malayani olmaması anlatıma bir de çarpıcılık, özgünlük kazandırır. Tabiî bu fıkraların önemli bir işlevi de metne sürükleyicilik kazandırmaktır. Özellikle kürsülerden ya da karşılıklı konuşmalarla dertlerin, sıkıntıların, uyarı ve yakarışların dillendirildiği uzun manzumelerde bu anekdotlar, metinlere dağıtılmış diğer küçük nüktelerle beraber bir bakıma zevkle okutma görevi görüyorlar. Hasan Basri Çantay bunu şöyle açıklıyor: “O ciddi bir mevzua girmek istedi mi ilkin birkaç latife yapar, okurunu neşelendirir; bazen karşısındakine melal geleceğini hissedince, söz arasında da aynı neşelendirme yolunu seçer. Bu sayede bediî zevki olmayan okuyucular da üstadın şiirlerini seve seve okurlar, bitirmeden de ellerinden bırakmazlar.”[15]

Safahat’ta, çeşitli şiirler içinde böyle on beş kadar parça vardır. Bir örnek olarak Asım’dan kısa bir bölüm aktaralım. İkinci Meşrutiyet kutlamalarında bir sürü maskaralığa şahit olan ve Rıza Tevfik’e, Meşrutiyetin beyin takımı sayılan sosyolog, siyasetçi, maliyeci üçlüsüne (Ziya Gökalp, Talat Paşa, Cavit Bey) son derece ironik bir şekilde dokunan Köse İmam’ın keyfi kaçar. “Benzedim gitti o gün neşvesi kaçmış Kürd’e” der ve şu fıkrayı anlatır:[16]

  • Hani vâiz geçinen maskara şeyler var ya,

Der ki bir tânesi peş tahtayı yumruklayarak:

Dinle dünyâ nenin üstünde durur, hey avanak!

Yerin altında öküz var, onun altında balık;

Onun altında da bir zorlu deniz var kayalık.

Öteden Kürd atılır:

  • Doğru mu dersin be hoca?
  • Ne demek doğru mu dersin? Gidi câhil amca! Sözlerim basma değil, yazma kitaptan tekmil;

Kim inanmazsa kızıl kâfir olur böylece bil.

  • Rahatım yok benim öyleyse bugünden sonra; Gömülüp kurtulayım bâri hemen bir çukura.

Ne zorun var be adam?

  • Anlatayım dur ki hocam:

Ben bu dünyâyı görürdüm de sanırdım sağlam.

Ne çürükmüş o meğer sen şu benim bahtıma bak:

Tutalım şimdi öküz durdu, balık durmayacak;

Diyelim haydi balık durdu biraz buldu da yem,

Ya deniz?.. Hiç dibi yokmuş bu işin... Ört ki ölem!

Akif’in ironiyi en yoğun ve başarılı şekilde kullandığı yerler tasvir bölümleridir. Küfe ve Seyfi Baba manzumelerinin başındaki sokak tasvirleri, Mahalle Kahvesi’ndeki tasvirler, Süleymaniye Kürsüsünde’nin başındaki köprü tasviri, Berlin Hatıraları’ndaki tren, sokak, otel tasvirleri, Asım’daki köylü Mestanlı Ağa’nın gözüyle çizilen öğretmen portresi Safahat’ın en güzel bölümleri arasındadır ve bunların hepsinde son derece ustalıkla işlenmiş ironi vardır. İroni de eni sonu bir

dil olayıdır. Dildeki ustalıkla paralel giden bir şeydir. Akif’in bu alandaki ustalığı bu metinleri bir ziyafet sofrasına dönüştürmektedir. Seyfi Baba’dan alınan şu mısralarda ironiye destek olarak mübalağa o kadar ölçülü ve ustalıklı kullanılmış ki bu durum adeta doğallığı sağlayan bir durum haline gelmiş. Bunda, izlenim uyandırmadaki başarı da etkili olmuş.

Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;

Boşanan yağmur iliklerde, çamur ta belde.

Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak, «Gel!» diyen taşları kurtarmasa, insan batacak. Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine, Boğuyordum müteveffayı bütün âferine.

Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek, Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!

Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim, Çifte sandal, yüzüyorduk, o yüzer, ben yüzerim! Çok mu yüzdük, bilemem, toprağı bulduk neyse; Fenerim başladı etrâfını tek tük hisse.

Asım’daki şu mısralarda da aynı zenginlik, canlılık vardır. Tabiî bunların yanında etkili bir eleştiri de içermektedir metin:

Görmeliydin o muallim denilen maskarayı.

Geberir, câmie girmez, ne oruç var, ne namaz;

Gusül abdestini Allah bilir amma tanımaz.

Yelde izler bırakır gezdi mi bir çiş kokusu;

Ebenin teknesi, ömründe pisin gördüğü su!

Kaynayıp çifte kazan, aksa da çamçak çamçak,

Bunu bilmem ki yarın hangi imam paklayacak?

Huyu dersen, bir adamcıl ki sokulmaz adama...

Bâri bir parça alışsaydı ya son son, arama!

Yola gelmez şehirin soysuzu, yoktur kolayı.

Yanılıp hoşbeş eden oldu mu, tınmaz da ayı,

Bir bakar insana yan yan ki, yuz olmuş manda, Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.

Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya... Hayır,

Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.

Akif’in kayda değer bir başarısı da daha çok nesirde bir imkân olarak kullanılan tasvir ve hikâyeleri nüktenin gücüne halel getirmeden nazmın sıkı disiplinine boyun eğdirmesidir. Yayılmaya, serilmeye müsait bu unsurları birkaç mısrada zapt ü rapt altına alır. Bunu yaparken sözün hacmini daraltır ama anlam alanını genişletir. Bu da metnin gereksiz sözlerden arınması ve derinleşmesi, özleşmesi demektir.

Safahat’ta ironinin çok etkili olarak kullanıldığı bölümlerden biri de Fatih Kürsüsünde’ki yanlış kader ve tevekkül algısının eleştirildiği mısralardır. Sanki ironinin gücünü göstermek için kurulmuş bu mısralar. Alayın eleştiri, öfke ve ince zekâyla harmanlanması mısraların hararetini ve tabiatıyla etkisini artırıyor:

Bırak çalışmayı, emr et oturduğun yerden, Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!

Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini, Birer birer oku tekmîl edince defterini; Bütün o işleri Rabbim görür: Vazîfesidir...

Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!

Çoluk, çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...

Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak!

Onun hazîne-i in’âmı kendi veznendir!

Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir!

Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;

Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!

Çekip kumandası altında ordu ordu melek;

Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!

Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:

«Yetiş!» de, kendisi gelsin, ya Hızr’ı göndersin!

Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;

Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.

Demek ki: Her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O;

Çoluk çocuk O’na âid: Lalan, bacın, dadın O;

Vekil-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;

Alış seninse de, mes’ûl olan verişten O;

Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;

Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;

Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;

Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.

Bütün bunların yanında bir de hemen bütün Safahat’a, hatta Akif’in nesirlerine serpişmiş küçük birer parıltı halindeki nükteler, ironiler vardır ki zannımca Akif’le eserini üslupça asıl bütünleştiren bunlardır. Kısa diyaloglar, ilginç benzetmeler, kelime oyunları, deyimler şeklinde karşımıza çıkan bu incelikler, fikri geliştirmenin, hissi en güzel şekilde aksettirmenin yanında bir de tat katma vazifesi görürler. Akif’in Türkçesini güzelleştiren unsurlardır bunlar.

Şu cümleciklere bakalım:

-Yaşasın!

-Kim yaşasın?

-Ömrü olan.

-Şak! Şak! Şak!

Akif, her gün kullandığımız sıradan dört beş kelimeyi alıyor, aruzlu, kafiyeli bir mısra haline getiriyor. Sonra bu dört beş kelimecikle Meşrutiyetin ilanı üzerine yapılan mantıksız taşkınlıkları bütün açıklığıyla anlatmayı başarıyor. Bütün bir vakayı, bu vakanın sosyal ve psikolojik boyutlarını kısacık bir diyaloga sığdırıyor. Ve en önemlisi, o manzara karşısında hissettiklerini bize de hissettirmeyi başarıyor. Acı acı gülümsetiyor bizi.

Şirin benzetmeler, ilginç kelime oyunlarıyla, deyimlerle yapılmış birkaç nüktecik örneği:

Vücudu kapkara, leylek bacaklı bir mangal

Şu var ki bilmeyen insan görürse birden eğer;

“Balıkçılın kara saçtan yapılma heykeli” der.

Mahalle Kahvesi’nden

-Günaha girme. Tefsirlerde öyle yazmışlar.

Dayım demişti ki: Gördüm, hıyar hadiste de var.

Mahalle Kahvesi’nden

Demiş çocuk “Baba artık ateh getirmişsin!”

Hayasız oğlana bîçare ihtiyar ne desin: “O kendi geldi ayol, ben getirmedim yoksa!”

Berlin Hatıraları’ndan

Meğerse davet edermiş bizim fesin ibiği, O yıldırım gibi enzarı birer siperden iyi!

Berlin Hatıraları’ndan

Ağzı karnındaki uçkur düğümünden gevşek...

Tacı yok, tahtı da yok, kendine malik sultan.

Hangimiz başka metaız, hepimiz Tırhallı.

Kömür almış deve gibi doğruldu hemen.

...Dinle, zevzekliği terk et!

-Sana terk ettim, İmam!

Meze tufanına dalmış, kulaç atmaktasınız.

Bulunur neyse nihayet balığın bel kemiği.

( - Asım’dan - )

Akif’in mektuplarında da zarif nükteler var. Bazen sitemlerini, bazen halinden şikâyeti bu nüktelerle ifade eder Akif. Meramıyla beraber ruhunun inceliğini de iliştirmiş olur böylece mektuplarına.

Kızı Suad’a yazdığı bir mektup şöyle başlıyor. “Tahir’e yazdığın mektup eski kadınların uçkurlu çarşafları kadar; bana yazdığın ise şimdiki hanımların başlarını sardıkları el bezi hacmindeki örtü miktarı. İnsaf!”[17]

Yakın dostu Ferit Kam, Mısır’daki Akif’e mektup yazmaz. Akif’in annesi İstanbul’da vefat edince, Ferit Bey, Akif’e bir başsağlığı mektubu yazar. Cevabî mektupta Akif şöyle yazar: “Yahu, senden ses seda çıkması için bizim evden cenaze çıkması mı lâzımdı?”[18]

Damadı Muhiddin, işi icabı çok gezmektedir. Bu bağlamda ona şöyle yazar Akif: “Evvelce aldığım mektubuna cevap vermemiştim. Çünkü senin süpürge bilmecesi gibi, çat şurada, çat bilmem hangi dağın arkasında bulunduğunu biliyordum.”[19]

Damadı Muhiddin ve kızı Feride’ye yazdığı bir mektuptan:”...Burada havalar gayet güzel gidiyor. Bununla beraber ben arkamdan paltoyu asla çıkaramıyorum. Mısır’da üşümek müsabakası açılsa, hiç şüphe yok ki ben kazanırım.”[20]

Görülüyor ki nüktedan bir mizaca, birçok alanda olduğu gibi bu konuda da geniş bir müktesebata ve bunu verimli bir şekilde kullanacak beceriye sahiptir Akif. Bunun bilincindedir ve bu bilinçle nükte ve ironiyi anlatımının önemli bir aracı haline getirmiştir. Anlatımındaki canlılık, çeşitlilik, sürükleyicilik, özlülük gibi olumlu özellikler de onun bu tercihinin verimidir.

Mehmet Âkif Bilgi Şölenleri’nin dördüncüsünde sunulan bildirilerden oluşan ve 2010 yılında basılan kitap Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin beşinci kitabı.
 
 

[1] Eşref Edib, Mehmed Akif, Hayatı-Eserleri, İstanbul,1938.

[2] Hasan Basri Çantay, Akifname, İstanbul, 1966.

[3] Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Akif, 4. basım, İstanbul, Mayıs 2005.

[4] Mehmet Akif, Safahat, Haz: Ömer Rıza Doğrul, İnkılap ve Aka, 8. basım, İstanbul 1973.

[5] Kuntay, age.

[6] Çantay, age.

[7] Mithat Cemal Kuntay, Akif’in Sanatkâr Tarafı Hakkında Notlar (Safahat’ın İnkılap ve Aka Y. Basımın­dan), 8. basım, İstanbul 1973.

[8] Etem Çalık, Şair ve Yazarlarımızdan Nükteler, İstanbul 1993.

[9] Vehbi Vakkasoğlu, Mehmed Akif, 2. baskı, İstanbul 1976

[10] Çantay, age.

[11] Yusuf Ziya Ortaç, Bir Varmış Bir Yokmuş-Portreler, 2. baskı, İstanbul 1963.

[12] Çantay, age.

[13] Kuntay, Akif’in Sanatkâr Tarafı Hakkında Notlar.

[14] Çalık, age.

[15] Çantay, age.

[16] Mehmed Akif Ersoy, Safahat, Beyan Yayınları, Haz: A.Vahap Akbaş, İstanbul 2007. Metindeki bütün alıntılar buradan alındı.

[17] İsmail Hakkı Şengüler, Mehmed Akif Külliyatı, C. 9, İstanbul 1992.

[18] Hilmi Yücebaş, Bütün Cepheleriyle Mehmet Akif, İstanbul 1958.

[19] Kuntay, adı geçen notlar.

[20] Şengüler, age

Bu haber toplam 736 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim