• İstanbul 18 °C
  • Ankara 24 °C

A. Vahap Akbaş: Mehmet Âkif ve Musîkî

A. Vahap Akbaş: Mehmet Âkif ve Musîkî
Mehmet Âklf, cemiyet için yazmış, cemiyet için yaşamış birçok sanatkârın, ülkü adamının hilafına, hayatta geniş bir ilgi yelpazesi çizer. Bu anlamda, oldukça canlı, zengin bir hayata sahiptir. Mithat Cemal, onun bu zenginliğini şöyle özetler:

"Boğaziçi'nde yüzme yarışı kazanan; Çatalca'da güreşen; Veliefendi çayırında adım atlayan;"Mütenebbi"yi,"lbnülfarız"ı, Kur'an'ı ezbere bilen; Hersek müftüsü Fehmi Hoca ile"Ilm-i Ensab" konuşan; Dağıstanlı Halis Hoca ile"Kitabül Kâmil"i hasbihal eden; Musa Kâzım Hoca ile Bedrettin'in "Varidat"ını okuyan; sonra Emile Zola'nın romanlarında, insan yığınlarının idaredeki kudretini seven ve münekkitlerin de bunu beğendiklerini görünce takdirindeki isabete sevinen; sonra Halkalı mektebinin bahçesinde,"istiska-i batn"a uğrayan ineklerin karnından "trocart'Ta su alan; sonra "Aruz"un orkestrasyonunu yapan Âkif, bir taraftan da nısfîye üflüyordu." 

"Bir taraftan da nısfiye üflemek" aslında, büyük bir adamın hayatındaki hayret edilecek bir ayrıntıya tekabül etmektedir. Akif'i çok iyi tanıyan, onun nerede ne yapacağını çok iyi bilen otuz beş senelik dostu Mithat Cemal, ona üç dört defa hayret ettiğini ifade etmektedir ki bunların hemen hepsinin musikî ile ilgili olması dikkate değerdir. Bu hayretlere sebep, mesela, Akif'in görevli olarak Şam'dan Neyzen Tevfik'e yazdığı bir mektupta musikî dedikodusu yapmasıdır; bir gün onu odasında "iki dizini uç uca birleştirmiş, elleriyle usul vururken ve Medeni Aziz'den Hicaz makamındaki "Cânâ, dökülen kanlara bak didelerimden;/ Şimşir-i nigâhınla vuruldum ciğerimden"ad\ şarkıyı geçerken ya da bir başka gün kendi kendine nısfiye üflerken görmesidir vs.

Âkif, musikîye duyduğu alakayla en yakınındakileri bile şaşırttığına göre, onu satıhtan tanıyanların, onun bu özelliklerinden haberdar olduklarında şaşırmalarını da tabiî karşılamak gerekir. Bu, biraz da Akif'in üstlendiği misyondan kaynaklanmaktadır. Çağının hercümercini yansıtan, en önemli fikirlerin, en çetrefil meselelerin şairi olan, eserleriyle sürekli uyaran, yakaran büyük bir dava adamının bu tür ilgilerinin ortalama okuyucu için gölgede kalmasını da tabiî görmek gerekir.

Halbuki bazı şiirleri, mektupları, dostlarının hatıratı incelendiğinde Akif'in musikîyle nasıl iç içe bir hayat sürdüğü görülecektir.

Âkif, dinî hayatın yoğun bir şekilde yaşandığı bir çevrede ezanlarla, mevlitlerle, ilahiler, kasideler ve naatlarla büyür. Gençlik yıllarından itibaren de klasik musikimizle ilgilenir. Hayatının hemen her safhasında musikişinas dostları olur. Musiki meclislerinde bulunur, en iyi hanende ve sazendeleri dinler, dostlarıyla musikî sohbetleri yapar, kimi zaman ney üflemeye çalışır, kimi zaman en zor şarkıları güzel, davudî sesiyle söyler.

Haşan Basri Çantay'ın Âkifname'sinde yer alan Av.Tevfik Zerdeci'nin bir hatırası, Akif'in öğrencilik yıllarında musikîyle alakasını göstermesi bakımından dikkate değerdir. Tevfik Zerdeci, Akif'i devrin sayılı musikişinaslarından Hafız Mehmet vasıtasıyla tanıdığını söyler. Hafız Mehmet, güzel sesiyle gazeller okur, şarkılar söylermiş. Bestekârlığı da varmış. Âkif ise o zaman henüz baytar mektebinde öğrencidir. Bir mecliste, kalem efendilerinden mürekkep saz takımının çalıp söylediği yeni bir şarkı tartışma konusu olunca, Hafız Mehmet, Akif'ten bahis konusu şarkıya bir nazire yazmasını ister. Âkif hemen orada, irticalen “ bak şu güzel kız acaba böyle neden ağlıyor/Eşk-i teri âdeta cuyi gibi çağlıyor" diye başlayan bir nazire yazar.

Genç bir baytar olarak gittiği Edirne'de ilk edindiği dostlarından biri Hafız Emin'dir. Akif'in bu gür, güzel sesli hafızla dostluğu ölünceye kadar sürer. Onun olağanüstü sesine, icra tarzına hayranlık duyar. Onun sesinde Nef'î'nin kasidelerindeki sesi bulur. Okusun diye ona gazeller, naatler yazar. Ancak bunlar, okunduktan sonra yok edilir. Âkif, bu ortak çalışmalarından dolayı Hafız Emin'le kendisini Keçecizade İzzet Molla ile Hattat Yesarizâde İzzet Efendi'ye benzetir ve şu nükteyi yaparmış:" O okur, ben yazarım; ikimiz okur yazar bir adam oluruz."

Âkif, İstanbul'da, Ankara'da daima musikî adamlarıyla beraberdir. Hafız Kemâl, İzmirli Hafız Ahmet, Tanburî Aziz, Medeni Aziz Efendizâde Zühtü, Neyzen Tevfik, onun kardeşi Şefik, Udî Asım Şakir, Şerif MuhiddinTargan, Sarıyerli Hilmi Bey, Münir Bey gibi musikişinaslar onun dostluk halesi içindedirler. Kiminden ciddi manada ders alır, kimilerini huşu içinde dinler, kimileriyle musikî konuşur tartışır, kimileriyle meclislerde buluşur, meşk yapar. Ali Rıfat Bey'in, onun "Bülbül"ünü bestelemesinden büyük bahtiyarlık duyar, besteyi hususi meclislerde dostlarına okutur. Mithat Cemal, onda musikînin iptila derecesinde olduğuna işaret eder. "Halk dostluğu Akif'in servetiydi, musikî de sefahati "der. "Kaptan Paşa gibi senin de hanendelerin sazendelerin var" diye takılır ona.

Âkif, İstanbul'daki hayatında musikîyi hem öğrenir, hem yaşar. En ağır, en zor eserleri meşk eder, hafızaya alır. Diğer alanlarda olduğu gibi bu alanda da derin bilgiye ve ince zevke erişir. Hafız Kemâl gibi güzel seslilere, Neyzen Tevfik gibi, Şerif Muhiddin gibi usta icracılara takdir ve muhabbeti sözle ifade edilemeyecek derecededir. Hafız Kemâl'in, Eşref Edib'in deyişiyle,"musikîdeki kabiliyetine, okuyuşundaki yüksek kudretine, sesindeki fevkaladeliğe o derece hayrandır ki onun sesinde Sultan Süleyman devrini, Süleymaniye Camii'ni, Sinan'ı görür;"Bu seste kubbeler, sütunlar yükseliyor" der.

Musikî, denebilir ki, birçok hususta Akif'in zevkinde belirleyici rol oynar. Meselâ, onun bu hassasiyeti, Kur'an okuyan bir hafıza duyduğu muhabbetin derecesini belirlemekte bile etkili olur. Sevdiklerinden biri olan Eğinli Hafız için şöyle dermiş: "Benim Eğinli Hoca musikî bilmez. Fakat onun sevk-i tabiî ile bazen hicazdan, bazen uşşaktan öyle okuyuşları var ki değme musikişinas hafız o mahareti, o sanatı gösteremez."

Akif'in, yaptığını ciddiye alan, güç olanı başarmaktan haz alan, disiplinli tavrı musikî öğrenirken de kendini gösterir. Müşkülpesent hocalardan yararlanmaya çalışır, en zor eserleri çalabilmek için uğraşır. Güç bir Arap şairinin külliyatını anlamak için bir Ramazan ayı boyunca evine kapanan Âkif, musikîyi de aynı şekilde çalışır. Şerif Muhiddin'den duyduğu "Sanatın yüzde doksan dokuzu ter, yüzde biri ilhamdır" sözü onun kişiliğine uygundur. Bunu nazmında uyguladığı gibi, musikî çalışırken de uygulamaya çalışır. Medeni Aziz Efendizâde Zühtü, Hafız Kemâl gibi hocaların kapılarını çalmaktan, nazlarına katlanmaktan kaçınmaz; ney üflemeyi öğrenmek için Neyzen Tevfik'in bulunduğu Çukurçeşme'deki Ali Bey Hanı'na her gün yürüyerek gitmeye üşenmez. Bu tecrübelerinden hareketle, Mısır'dan, Asım Şakir'e tavsiyelerde bulunur. Tanıdığı ve takdir ettiği bazı musikî üstatlarının peşini bırakmamasını ve onlardan istifade etmenin yollarını aramasını söyler. Çünkü bu zümrenin vaktiyle zorlukla aldıklarını, kolaylıkla vermek istemediklerini bizzat yaşayarak görmüştür. Yine bir mektubunda "Bu adamlar niyazlarla, tezelüllerle elde ettikleri âsârı behemehal sermayesine vermek isterler" der.

Akif'in musikî serencamını yaşadığı yerlere göre üç devrede ele almak mümkündür. İstanbul hayatı, başta da belirttiğimiz gibi, Akif'in musikîyi öğrendiği, bu vadide derinleştiği ve onu toplum hayatının bir unsuru olarak yaşadığı dönemdir. Ülkü ve inancının bir gereği olarak dinî musikiyle ve yine sanatına ve karakterine kaynaklık eden toplumun yaşattığı bir kültür unsuru olarak klasik yerli musikîyle iç içedir. Batılı yazarları aslından okuyan, Batıyı her yönüyle tanıyan Âkif şüphesiz onun musikîsine de vÂkiftı. Bu vukufta Şerif Muhiddin'in de payı büyüktür. Onun Çamlıca'daki köşkünde Akif'le keman virtüözü Charles Berger arasında geçen bir konuşma, Akif'in bu alandaki bilgi zenginliğini göstermektedir. Anlaşılıyor ki koca şair, Bach'tan, onun "süsten ari, sanatı sadeliğinden kaynaklanan, mimarisi abide olan" parçasından haberdardır. Berlin Hatıraları'nda, Batı musikîsi hakkında ifade ettikleri de onun bu konudaki malumatına işaret eder. Ancak, Akif'in bu dönemde soluduğu daha çok klâsik Türk musikîsidir. Ve zannımca bu soluyuş, kendini ve sanatını topluma adamış, ilişkilerini ve her türlü davranışını dahi idealize etmeyi başarmış bir şairin doğal, İnsanî tarafına tekabül eden ender noktalardan biridir. Değişik mekânlarda gerçekleştirilen bu musikî sohbet ve fasıllarını "Akif'in sefahatı"olarak gösteren Mithat Cemal'i haksız görmemek gerekir. Eşref Edib, Akif'le beraber Tanburî Aziz, Hafız Kemâl ve Neyzen Tevfik'in katıldığı bir Boğaziçi âlemini anlatır ki, bu, Abdülhak Şinasi Hisar'ın tasvir ettiği Boğaziçi sandal sefalarını aratmaz. Belki de bir büyük devletin çözülme, çökme dönemlerini yaşayan; dindaşlarının duçar olduğu trajik durumu derinden hisseden; sürekli düşünen, üzülen, uyaran, isyan eden bir ruhu bu musikî âlemleri bir nebze sükûna erdiriyor, dengede tutuyordu. 

Âkif Ankara'da kaldığı zaman içinde de musikîyle iç içe, musikişinaslarla beraberdir. Tâceddin Dergâhı'ndaki odasında, bazen bağ evlerinde çoğu mebus olan Münir Bey, Sarıyerli Hilmi Bey, Basri Bey, Hayreddin Bey gibi musikîden anlayan dostları bir araya gelir, beraber İlâhi okuyup şarkı söylerler. Âkif, kimi zaman Neyzen Tevfik'in kardeşi Şefik Kolaylı'nın neyini dinler, kimi zaman bir Mevlevî dedesinin kendisine hediye ettiği neyi üfler. Bu dönemde musikî Âkif için yine sığınılan bir liman gibidir. Milli Mücadelenin sürdüğü netameli bir zamanda kaygıları gidermek, bozkırın ruha üflediği yalnızlığın tahripkâr gücünü hafifletmek için sığınılan bir lim an... Ankara'da musikî fasıllarının cephelerden gelen iyi haberlerin sevinç ve coşkusunu dışa vurma, paylaşma gibi bir işlevi de vardır şüphesiz.

Mısır'da ise musikî artık sürgün bir yüreğin daüssılasını paylaşan bir dost, yalnızlığını ve hüznünü demleyen, derinleştiren bir araçtır âdeta onun için. Bu dönemde tabiî olarak, etrafında artık musikî âlemlerini şenliğe döndüren dostlar yoktur. O, daha çok bir dinleyicidir bu dönemde. Elini şakağına koyarak Şerif Muhiddin'in plaklarını dinlemektedir. Öyle ki Sait Halim Paşa'nın oğlu Halim Bey, kendisine ara sıra dinledikleri bir gramofonu hediye edince o kadar sevinir ki bunu mektupla Amerika'daki Şerif Muhiddin'e duyurur."Artık bütün arzularım sizin yeni kovanlarda toplanıyor"der. Gramofondan Şeyh Ali Mahmud'un "Ya nesimes saba..."şarkısını dinleyerek hüzünlenmektedir: "Ey saba rüzgârı! Vatan ceylanlarına, o sakin vadiye selâmımı götür. Belki zaman müsaade eder de bir gün onların hayalini, velevki rüyada olsun, gözlerimle görürüm."

Uzaktan, mektuplarla hasbihal eder dostlarıyla. Şefik Kolaylı, Âsim Şakir gibi gençlere musikîde ilerlemeleri için nasıl çalışacaklarına dair tavsiyelerde bulunur. Onları teşvik edici satırlar yazar. Bilhassa Şerif Muhiddin'e yazdığı mektuplarda onun sanatına ve genel anlamda musikîye dair derin görüşler ortaya koyar. Onun bestelediği nihavent semaiyi merak eder. "Bakalım ne zaman dinlemek nasip olacak? Düz mü? Yoksa güç yerleri çokça mı?" diye sorar. Ancak onun "yepyeni bir şey" olduğundan şüphesi yoktur.

Bu "yepyeni bir şey" ifadesinin mektupta rasgele kullanılmadığı bellidir. Son dönemlerde, Akif'in musikîye dair düşünce ve zevkinde değişmeler olduğu anlaşılmaktadır. Esasında o zaman "alafranga" da denilen Batı musikîsine aşinalığı yeni değildir. 1915'te kaleme aldığı Berlin Hatıraları'nda bu musikîye dair olumlu kanaatler belirtir. Bizde olmasını arzu ettiği din, medeniyet, sanat uyumunun onlarda olduğuna inanır. Okullarla tapınaklar birbirine ters düşmemekte, medeniyet ahiret sesini susturmamaktadır. Ortamları ne kadar gürültülü olsa da bu gürültü başka bir uyanışa vesile olmaktadır. Musikî ve edebiyatları da bu ortama uygundur, o da uyarıcıdır:

Sanâyi'in ne var âfâkı tutsa demdemesi?

Bedâyi'in de münevvim değil ki zemzemesi.

Ne musikînize girmiş uyuşturur nağamât;

Ne şi'rinizden olur târumâr fikr-i hayat.

Onun lisân-ı semaîsi rûha söylerse;

Bununki rûh-i meâlîyi nefheder hisse. 

(Sanayinin varsın ufukları sarsın yüksek sesi;

Güzel sanatların da uyutucu değil ki hoş nağmesi.

Ne müziğinizde insanı uyuşturan ezgiler var;

Ne de şiiriniz düşünce hayatını bölüp parçalar.

Onun İlâhî dili seslenirse eğer ruhlara;

Bununki de yüksek bir ruh üfler duygulara.)

Bizim durumuzdan ise hoşnut değildir Âkif. Çünkü; 

"Beşikte her birimiz farklı bir ezgi işitir ki bestecisi tabiat değil de gelenektir. Evet, bu geleneğin tellerinde geçmişimiz o parlak sesiyle dile gelse, razıyız. Fakat atalarımızın büyüklüğünü seslendiren «Ana» tel, asırlarca bakılmayıp ihmal edilmekten, ya büsbütün sağır olmuş, ya öyle paslanmış ki hangi perdeye vursan, çıkan ses yanlış. Bu tel ki «Yıldırım»ın şanlı destanlarını onlar çocukken başuçlarında besteleyip, atalarımızı zafer havasına doyurmadan uyutmazdı. Bugünse torunları «ninni»lerle uyuşturuyor! Yarın eşikten hayata atlamak isteseler, beşikte duyduğu sesler gelir, bu yavruların ufukları üstünde koyu bir serap dokur, ki onu yırtıp çıkma umudu nerdeyse yoktur!"

Bu görüşler, Akif'in sanat anlayışının genel çerçevesini oluşturur bir bakıma. Safahat'ta ortaya konan ana düşüncelerle uyuşmaktadır. "Kendimiz kalarak nasıl modernleşebiliriz?" gibi çetin bir soruya cevap arayışları sonucunda varılan görüşlerdir bunlar. Geçmişimizin, parlak sesiyle geleneğin tellerinde dile gelm esi... Yıldırım'ın şanlı destanlarının bestelenerek yeni nesilleri zaferlere doyurmadan uyutmaması... Hem köke, hem uçuracak kanatlara sahip olm ak... Ve uyuşturan değil, uyandıran yeni şeyler söylem ek... Budur artık Akif'in musikîden beklediği.

Bu noktalara varmasında karakterinin, genel sanat çizgisi kadar şahsiyetine ve sanatına büyük saygı ve hayranlık duyduğu Şerif Muhiddin Targanîn da etkisi vardır. Bu görüş, Şerif Muhiddin'in Musikîsiyle ve konuda söyledikleriyle örtüşmektedir. Onun Amerika konserini bir hikâye kurgusu içinde anlattığı "Sanatkâr" manzumesinde; mektup olarak gönderdiği "Şarkın Yegane Dahi-i Sanatına" manzumesinde de benzer görüşler vardır. İlk manzumede Şerif'in uduyla çaldıkları, hikâye kahramanı Amerikalı kıza şunları düşündürmektedir:

— Emîr! O sonraki üç parça yok mu, pek müdhiş:

Bu şaheserleri ömründe sahne dinlememiş.

Nasıl, bulutlara yangın verir de yaz güneşi,

Yakarsa gökleri şimşeklerin serî'ateşi;

Senin de çalmadı parmakların, tutuşturdu,

Ziya adımları altında haykıran ûdu!

Ne hisle inledi karşında sineler, bilsen,

Kümeyle tellere birden alev dökerken sen!

Kanar, yanar gibi yüzlerce bülbülün kalbi,

O perde perde tüten nevha neydi, yâ Rabbi!

Evet, bizim medenî Garb'ın ilk işittiği ses,

Çölün yanık yüreğinden kopup gelen bu nefes,

Nidâ-yı Hak gibi edvârı hasreden bu hitab.

Hudâ bilir ki, inerken o yıldırım mızrab,

Gelirdi hep bana: «Mısr'ın, Irak'ın, Irân'ın,

Tihâme'nin, Yemen'in, Gazne'nin, Buhârâ'nın,

Hülâsa, Hind ile Sind'in serâb-ı mâzîsi,

Duman duman, tütüyor her harâbeden hissi!»

Bu mısralarda, Akif'in musikîyi medeniyet bağlamında ele aldığı görülmektedir. Esasında dinlediği seslerde Nef'î'nin kasidelerindeki sesi bulması, onlarda Sultan Süleyman devrini, Sinan'ı görmesi de bu medeniyet-musikî bağı ile ilgilidir. Andığımız ikinci manzumede de Âkif, "biçâre Şark'î, diğer şiirlerinden âşinâ olduğumuz viran, ümitsiz bir tablo halinde tasvir eder, "Büyük Cedd''in yaptıklarını hatırlatırve uzaklarda olduğu için "yitik dahi"olarak gördüğü Şerif Muhiddin'i sanatıyla Şark'ı uyandırmaya çağırır. Çünkü göklerin her yerinde derin bir ümitsizliğin ruhu inlemektedir. Bu viran kubbenin ses verebilmesi için yüksek bir çığlık gerekmektedir. Âkif bunun için, "Gel ey sanatın Davud'u, kıyamet sûrundan bir ses ver!"diye haykırır. Denebilir ki, şiirleriyle yaptıklarının musikî marifetiyle de yapılmasını arzu etmektedir:

Zaman artık senin... Gel sen de yükselt öyle bir vaha,

Bu ıssız çölde hâib inleyen binlerce ervâha.

Fakat bir san’atin var, şüphesiz âyât-ı kudretten.

Ne müdhiştir o âyet: Kaydı yok yâdında eyyâmın,

O coşkunlukta tebliğin, o taşkınlıkta ilhâmın!

Gel ey Peygamber'in fevka'l-beşer fıtratta evlâdı,

Uyansın, gel ki, mızrabınla Şark'ın dalgın eb'âdı.

Akif'in Mısır'da yaşarken musikî hakkında biraz daha derin düşünme fırsatı bulduğunu ve bu husustaki görüşlerinde bazı değişmeler, kimilerine göre gelişmeler olduğuna işaret ettik. Başlangıçta "sanatta bid'ata kızan", Hâfız Kemâl'i Mevlid'e bir şeyler karıştırmadan okuduğu için takdir eden Âkif, artık"Doğu Batı musikîlerini meczederekyeni bir şeyler çıkarabilmekken söz etmekte, bunu başarabilecek bir dahi olan şerif Muhiddin'den yararlanamadıkları için Mısırlılara kızmaktadır. Böyle düşünmesinde Şerif Muhyiddin'in sanatının ve sözlerinin etkisinin olduğu muhakkaktır. O da kendisiyle yapılmış bir mülâkatta şöyle der '."Çağdaş Türk musikîsi bestecisi adına lâyık olabilecek bir müzisyenin her iki musikîyi (Doğu- Batı) de çok iyi bilmesi, her iki musikînin de akademik kariyerinden geçerek çile doldurmuş olması lâzımdır. Sanatkâr bu suretle ikisindeki farklı manayı ruhunda hissedip, sanat eseri mantığının kabul ettiği çok yönlü bir teknik içinde, millî malzemeyi milletlerarası hale koyabilir."

Ölümünden kısa bir zaman önce Prenses Emine Abbas Halim'e yazdığı bir mektupta da bu zevk, görüş değişikliğine temas eder. Der ki: "Bendeniz son zamanlarda hanende musikîsinden âdeta iğrenir oldum. Hissiyatı gûnagûn-i beşerin en müphem, lâkin en zengin, hatta en payansız bir lisan-ı beyanı olan musikîyi 'güfte' namını verdikleri behimî yavelerle takyide kalkışmak, şu seslerden, şu nağmelerden mutlaka şu yolda mütehassis olacaksınız, demek bendenizi çok sinirlendiriyor."

Ancak Âkif, dinî musikîyi bunun dışında tutuyor. "Tabiî ilahiyat bahsimizden hariç. Bunlardan vaktiyle duyduğum zevki, vecdi şimdi de duyuyorum."der. 

Mısır'da dinlediği plaklar da onun bu görüşleri doğrultusundadır. Onlara bakarak da Âkif'in son senelerinde sözlü musikîden ziyade enstrümantal musikîden ve dinî musikîden haz aldığı söylenebilir: Eşref Edip, onun son yıllarda dinlediği plaklar hakkında şunları söyler: "Yemekten sonra biraz gramofon çalardı. Çok plakları yoktu. Fakat mevcutların hususi kıymetleri vardı. Şerif Muhiddin'i çok sevdiği için evvela onun plaklarını dinlerdi. (...) Sonra Tanburî Cemil Bey'in plakları gelirdi. Bunlar onu mest ederdi. Cemil Bey'in en güzel taksimleri, saz semaileri. (...) Sonra Hâfız Kemâl'in Mevlid plakları ona ruhanî bir zevk verirdi."

Bir tarafta, Bektaşi nefesi:"Ben melamet hırkasını kendim giydim eynime", Yunus Emre'den bestelenmiş İlâhiler: "Bu akl ü fikr ile Mevlâ bulunmaz"ya da "Seni ben severim candan içeri"; Amin Alayı manzumesinin başına aldığı ve ömrünün son demlerine kadar sevdiği, her fırsatta söylediği, söylettiği İlâhi: "Ciğer ki odlara yandı kebabı neyleyeyim? /Gözüm ki kana boyandı şarabı neyleyeyim? / Ne bana yaradı cismim, ne yâre yâr oldu: / İlâhi, ben bu bir avuç türabı neyleyeyim?''... Beri tarafta, Şerif Muhiddin'in alafranga tarzda besteleyip hususi olarak gönderdiği hüzünlü parçalar... Çöldeki bir kafileyi, bu kafilenin günlerce kızgın sahralarda yürüyüşünü, yokuşlar çıkışını, vadilere inişini, vahaya girişini, çöldeki gündoğumlarını, batışları, geceleri, yurtlarına yaklaşan bedevilerin sevinç çığlıklarını tasvir eden,"Şarkın sevgisi"; babalarının savaşta öldüğünden habersiz, anneleriyle yürüyen çocukları tasvir eden,"iki Çocuk"...

Mithat Cemal, hayatının son iki üç senesinde Akif'in, alafranga musikînin alaturka musikîden daha üstün olduğunu gördüğünü savunur ve ses musikîsinden ziyade âlet musikîsini sevmesini onun "musikîdeki tekâmülü"olarak görür. Akif'in musikîdeki bu tavrını Batı'nın üstünlüğüne indirgemenin doğru olmadığı kanaatindeyim. Şerif Muhiddin, "Sözsüz musikîden zevk alabilmek için ruhî bakımdan belli bir seviyenin üstünde olmak lâzımdır." der. Hangi vadide olursa olsun, bu ruh yüceliğine erişen kişi bir tekâmülü yaşar. 

Sonuç olarak, Akif'in musikîye bakışını hayat tecrübelerinden, halk adamlığından, inancından, ruhî ve fikrî derinliğinden, medeniyet tasavvurundan, Doğu'ya ve Batı'ya bakışından soyutlayarak düşünmemek gerektiği kanaatindeyim. Onun musikîyle alakası, musikî hakkındaki görüşleri, yaşadıklarıyla, Safahatînda yaptıklarıyla ve söyledikleriyle örtüşmektedir. Değişen hayat şartlarının, yaşadığı çevrelerin ve tabiî ki edindiği bikrimin tesiriyle Akif'in Musikî zevkinde bir değişme olduğu muhakkaktır. Bu değişim aslında zevkin rafine hale gelmesinden başka bir şey değildir.Tecrübeyle incelmiş bir zevk söz konusudur. Yoksa onun genel bakışında köklü bir değişiklik görmek doğru değildir. 1915'te "Berlin Hatıralarında bu hususta söyledikleriyle, bundan 21 yıl sonra bir mektupta söyledikleri aslında birbirini tamamlamaktadır. Bütün olarak bakıldığında, Akif'in hayatıyla sanatı arasındaki tutarlılığı musikîye bakışında da görmek mümkündür.

"Mehmet Âkif, Türkiye'de Modernleşme ve Gençlik" 70 yıl sonra Mehmet Akif bilgi şöleninde sunulan bildirilerinden oluşan TYB'nin 30. Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin 1. kitabı. Mart 2007

Bu haber toplam 602 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim