• İstanbul 14 °C
  • Ankara 17 °C

A. Vahap Akbaş: Mehmet Âkif'e Düzyazılarından Bakış

A. Vahap Akbaş: Mehmet Âkif'e Düzyazılarından Bakış
Mehmed Âkif, yazma mesaisinin büyük kısmını nazma harcamış bir fikir adamı olarak tabiatıyla daha çok şiirleriyle öne çıkmış, onlarla anılmış, onlarla anlaşılmaya çalışılmıştır.

Ancak her ne kadar şiirini fikrin emrine vermiş, Sezai Karakoç'un1 ifadesiyle, edebiyatımızda "şiirle düşünme" kapısını açmışsa da onu tek tarafıyla irdelemek, bu irdelemelerden çıkarılanlarla değerlendirmek en azından bizi bütüncül bir bakış açısından alıkoyar.

Akif'in yaşadığı dönemin tarihî ve sosyal şartları, onu şiirlerinin yanı sıra makaleleriyle, çevirileriyle, vaazlarıyla da gayret göstermeye iter. Hatta o, dersleri, sohbetleri ve mektuplarıyla da aydın sorumluluğunun gereklerini yerine getirmeye çalışır. Açıklar, savunur, tenkit eder, uyarır, yakarır... Amacı aydınları ve halkı uyarmak, kötü gidişi durdurmak, idealist yeni nesillerin yetişmesine zemin hazırlamak, böylece geleceği yeniden inşa etmektir.

Akif'in maziye bakışını, çağındaki duruşunu ve gelecek tasavvurunu, bu bakış, duruş ve tasavvurları besleyen fikrî, edebî donanımı detaylarıyla kavramanın yolu, şüphesiz, onu bütün olarak okumaktan, anlamaktan geçer. Bu nokta-i nazardan bakıldığında, şimdiye kadar üzerinde gerektiği gibi durulmayan çevirilerinin, vaaz ve hutbelerinin, tefsir parçalarının, yayımlanmış mektuplarının ve bilhassa sohbet yazıları ve makalelerinin de büyük önem taşıdığı su götürmez. Akif'in saydığımız nesir türünden eserlerinin tamamını ele almak hem uzun bir zamanı gerektirecek hem de başka bazı tebliğlerin sınırlarını ihlale sebebiyet verecektir. Onun için çeviri ve vaazlarına muhtasar bir şekilde bakacak, ağırlığı onun Sırat-ı Müstakim ve Sebilü'r-Reşad'da çıkan makalelerine ve sohbet yazılarına vereceğiz.

Âkif, dönemin başta gelen fikir akımlarından İslâm Birliği düşüncesinin OsmanlIdaki ayağı sayılan bir kadro tarafından çıkarılan Sırat-ı Müstakim ve Sebilü'r-Reşad'da başmuharrir sıfatıyla makaleler, okurla hasbihal mahiyetinde yazılar yazar. Bunların yanı sıra İslam Birliği düşüncesinin Mısır ve Hindistan'daki temsilcilerinin kendi fikrî, dinî görüşlerine uygun gördüğü makale ve eserlerini de tercüme ederek yayımlar. Bu çerçevede Azmzade Refik'ten, Ferid Vecdi'den, Muhammed Abduh'tan, Said Halim Paşa'dan, Abdülaziz Çaviş'ten birçok yazı ve kitabı okurla buluşturur2. (Resimli Gazete ve Servet-i Fünun'da da Fransızca ve Farsçadan çevirileri çıkar. Camile Flammarion'dan Urani; Sadî ve Hafız'dan Bedayiü'l-Acem başlığıyla nazım parçaları.) Devirlerini büyük ölçüde etkileyen bu düşünürlerin İslâm toplumuna, İslâmî yönetim şekillerine, Müslümanların durumuna, içinde bulunulan kötü durumdan çıkış yollarına, Batılı yazarlarca İslâm'a yöneltilen iftiralara verilen cevaplara dair bu çeviriler okur tarafından büyük ilgiyle karşılanır.

Bu çevirilerden özellikle Cemaleddin Efganî ve Muhammed Abduh'ten yapılanları aynı zamanda Akif'e bazı eleştirilerin yöneltilmesine de zemin hazırlar. Akif'in İslâm birliği fikri bunların tesirine bağlanır. Gerçi Efganî ve Abduh hakkında yazdığı makalelerden Akif'in onlara duyduğu ilgi bizzat kendisi tarafından ortaya konur. Ancak bu, yanlış yorumlamaların, İlmî gerçeklere dayanmayan sataşma ve saldırıların, haksızlığa karşı çıkışın ortaya koyduğu bir ilgidir. Ki haksızlığa, basit ayak oyunlarına karşı çıkış Akif'in karakter özelliklerindendir. Bu çıkışlar, gösterilmek istendiği gibi Akif'in bu düşünürlerin ortaya koyduğu akımın bir mensubu olduğunu, Türkiye'deki savunucusu olduğunu göstermez. Sezai Karakoç da bu etkinin mübalağa edildiği görüşündedir. Karakoç'a göre "bizdeki İslâmcılar çekirdekten yetişmeydi. Ötekilerdeyse daha bir sistem ve düşünce İslâmlığı gelişmişti. Bunun için Mehmed Âkif, fikirlerini bu düşünürlerden çok, sokaktan, aileden, klasik kültürden, toplumdan, devletin sarsıntılı halinden ve nihayet kendinden alıyordu. (...) Yani arada bir tâbilik yok, belki bir paralellik vardır."3 Bu düşünürlerin etkisinin Akif'te İslâm fikrini doğurduğu düşünülemez. Onda esasında var olan bu ülküyü geliştirmeye, beslemeye yarıyordu.

Akif'in nesirleri arasında zikredilmesi gerekenlerden biri de Sebilü'r-Reşad'da "Tefsir-i Şe rifler" başlığıyla yayımlanan tefsir parçalarıdır.4 Değişik surelerden bazı ayetlerin tefsirini ihtiva eden otuz dört metin, muhtelif zaman ve yerlerde verilmiş vaaz metinleriyle birlikte Latin harfleriyle müteaddit defalar kitap bütünlüğü içinde yayımlanmıştır. (Ömer Rıza Doğrul, Suat Zühtü Özalp, Abdülkerim Abdülkadiroğlu-Nuran Abdülkadiroğlu, Dücane Cündioğlu...)

24 Şubat 1327 (8 Mart 1912) tarihli Sebilü'r-Reşad'da bu tefsir parçalarının yayımlanmasının gerekçeleri ve tefsirde takip edilecek yolları gösteren açıklamalara yer verilir ki buradan Akif'in ve dolayısıyla derginin Kur'an'a, tefsire bakışını ve takip edilen fikrî yolu anlamak mümkündür: Derginin bir İslâm mecellesi olması hasebiyle, İslâmî ilimlerin esas rüknü olan tefsire derginin ilim bölümünde öncelik verilmiştir, ilim ve fenne, tarihe, sosyal hayata ve gündelik işlere temas eden ayetler bahis konusu edilmiştir. Daha çok amelî sonuçlar üzerinde fikir yürütülmeye, ayetlerden hareketle zaman ve zeminin gereklerine göre İslâm'ın genel durumu hakkında fikir ve görüşler belirtilmeye çalışılmıştır.

Bu tefsir çalışmalarının bir nedeni de tefsir tahsilinin hayli gerilemiş olduğu görüşüdür. Şöyle denmektedir: "Âdeta Kur'an-ı Kerim'i bilmek, anlamak ehemmiyetsiz, faydasız bir iş gibi telakki olunmaya başlamıştır. Ortada Kur'an-ı Kerim artık anlaşılmış, haşa daha bilinecek bir yeri kalmamış gibi batıl bir zehab türemiştir." Bu sebeple bu çalışmanın gayelerinden biri de tefsir ilmini ihya etmektir.5

Seçilen ayetler önce tercüme edilir, sonra yorumlanır. Bu parçalardaki rahat fakat özlü, derin anlatım, Akif'in Kur'an-ı Kerim'e hakimiyetini, tefsir ilmine vukufunu göstermektedir. Özellikle meal bölümündeki, terkipsiz, arı duru dil onun, ifadenin güzelliğine halel getirmeden mesajını halka iletme gayretini göstermesi bakımından dikkate değerdir.

Üçü İstanbul'da (Beyazıt, Fatih, Süleymaniye Kürsülerinde), biri Balıkesir'de (Zağanos Paşa Camii'nde), diğerleri Kastamonu (Nasrullah Camii) ve havalisinde irad edilmiş vaaz ve hutbelerde de Müslümanların durumuna, ülkenin ahvaline ayna tutulmaktadır6. Safahatî ören birçok önemli konu bu defa da güçlü bir hitabet diliyle sunulmaktadır. Bu sunuşa Safahat'taki bazı nazım parçaları da renk ve kuvvet katmaktadır. Yine kullanılan dil ve mevzuu sunuş şekli ilmi derinliğinin yanında halkı anlama ve onunla bir aydın olarak sağlam köprüler kurabilme kudretini de göstermektedir. Onun halka bakan, halkla bütünleşen tarafına makaleleri çerçevesinde de değineceğiz.

Akif'in düzyazılarının ağırlık noktasını şüphesiz onun Sırat-ı Müstakim ve Sebilü'rReşad'da çıkan makaleleri oluşturmaktadır. Bunları, Akif'in bu dergilerdeki başmuharrirlik görevinin ona yüklediği sorumluluğun ürünleri saymak mümkündür. Birkaçı Sadî, Lâedri, Lâ gibi mahlasla yayımlanmıştır bu yazıların. "Edebiyat" başlıklı imzasız yazının da ona ait olduğu kabul edilmektedir. Yakın dostu Eşref Edib'in yazıyı Akif'e mal etmesi ve "Mehmed Âkif'adlı eserinde onun edebiyata dair görüşlerini bu yazıya dayanarak ortaya koyması, buradaki fikirlerin Akif'in fikirleriyle örtüşmesi, üslup ve nihayet bir derginin edebiyat ve dil anlayışının o derginin başmuharririnin kaleminden ifade edilmesinin teamülden olması gibi hususlar yazının yazarı hakkındaki şüpheleri gidermektedir.

İlki 6 T.Sani 1324 (19 Kasım 1908), sonuncusu 21 Mayıs 1337 (21 Mayıs I921)'de yayımlanan 55 yazı, Abdülkerim Abdülkadiroğlu - Nuran Abdülkadiroğlu tarafından hazırlanarak ilk defa 1990 yılında "Mehmed Âkif Ersoy'un Makaleleri"7 adıyla kitap halinde yayımlanmıştır. Aynı makalelere daha sonra İsmail Hakkı Şengüler tarafından hazırlanan Mehmed Âkif Külliyatı'nın 5. cildinde de yer verilmiştir. Yazılar kronolojik sırayla ve imlasına dokunulmadan, hatta Arapça, Farsça metinler çevrilmeden, olduğu gibi yayımlanmıştır.Takip edebildiğim kadarıyla, Âkif'in makaleleri üstüne çalışmalar bunlarla sınırlı kalmıştır.

Bu yazılara, devrin metinleri tür bakımından adlandırma anlayışının gereği olarak "makale" dendiği kanaatindeyim. Başlangıçta makale, deneme, sohbet, eleştiri gibi türlerin sınırları açık bir şekilde belirlenmediği için, fikir yazılarının hemen hepsinin makale sınıfına konduğuna sıklıkla şahit olunmaktadır. Nitekim okunduğunda Âkif'in yazılarının da büyük ölçüde sohbet türünün özelliklerini taşıdığı görülür. Dergi başmuharriri olarak okurla sohbet havası içinde iletişim kurma gayreti içindedir Âkif. Daha ilk yazıda bu hava kendini hissettirmektedir. Darülfünun talebesine hitaben,"sevgili kardeşlerim"diye yazıya başlıyor, "Hocanızı sıkı tutunuz. Derslerinden hakkıyla istifade ediniz..."gibi nasihatlerle bitiriyor sözünü Âkif. Okurla konuşmaya, karşılıklı diyaloglara dayalı anlatım, yazıların büyük bir bölümünde görülür. Esasında yazıların büyük bir kısmının doğrudan "Hasbihal" başlığını ya da üst başlığını taşıması da bu konuya açıklık kazandırır. Öyle ki "Makalat" (Makaleler) üst başlığını taşıyan bazı yazılara da "Hasbihal" başlığı konmuştur.

Bilindiği gibi, yazarın amacı, yazının türünün seçilmesinde ve anlatım şeklinin belirlenmesinde etkili olur. Doğruyu, güzeli tanıtmayı; yanlışı, eksiği göstermeyi görev edinen Âkif'in de sohbet gibi, bu amaca ulaşmada etkili olacak bir yolu seçmesi tabiîdir. Yine de yazıların hepsini aynı çerçeve içinde değerlendirmek doğru olmaz. Şöyle bir sınıflandırma yapmak mümkündür:

Hasbihaller

İslam'a, Müslümarılara ve bu çerçevede bazı isimlere dair makaleler

Edebiyat üzerine teorik yazılar

Takriz ve tenkitler

Hatıralar

Arap Letaifinden örnekler

 

Âkif'in bu yazılarında ele aldığı konuların büyük bir kısmı bugün de önemini korumaktadır. İslâm dünyasının durumu, Batıyla ilişkileri, ırkçılık, bölücülük, eğitim meseleleri, hurafeler, dil ve edebiyat tartışmaları, halkına yabancılaşmış aydın gibi konular aradan geçen bunca zamana rağmen gündemimizdeki yerlerini koruyor.

Yazılar bu yönüyle olduğu kadar, Âkif'in kişiliği, fikri, zevki, besleyici kaynakları, donanımı, dil ve edebiyat anlayışı, çevresi ile ilgili çıkarımlara müsait olması bakımından da önemlidir.

Bu bakımdan düzyazılarının, Safahat'la ve dostlarının hatıratıyla hafızalarımıza çizilen Âkif portresini tamamladığını, netleştirdiğini düşünüyorum. Mesela "Kimsenin akidesine müdahale etmek itiyadında değilim" diyen bir Âkif görüyoruz bu yazılarda. "Ya da bendeniz zahirciyim"diyen bir Âkif... Ehliyle karşılaşınca lisan tetkiklerinde kendini yetersiz görüp ironik özeleştiriler yapan bir Âkif... Sevdiği bir ilim adamına (Emrullah Efendi'ye) yakın olabilmek, onun ilminden daha fazla yararlanabilmek için çoluk çocuğu toplayıp ev değiştirdiğini ya da Hicri Efendi'nin ilminden istifade etmek için İstanbul'un bir ucundaki kahvehanelere nasıl koşturduğunu bizzat onun kaleminden öğreniyoruz, inceden inceye araştırmadan, bakışı derinleştirmeden hüküm vermeyen bir Âkif'le beraber oluyoruz yazılarında. Titiz ve hakşinas bir Âkif'le...

Âkif, halka bakan yüzünü sohbet yazılarında daha açık bir şekilde göstermektedir. Arif'in kıraathanesinde Mithat Paşa'nın heykelini dikmek üzerine yapılan bir tartışmayı karışmadan, yorum yapmadan aktarıyor. Dostları yalnızca aydın çevreden değildir. Onun halktan da çok dostu vardır. Yazılarında bunlardan da bahseder. Nuruosmaniye'de lokanta işleten Kamil Efendi bunlardan biridir. Çalışkanlığı, dürüstlüğü, tevazuu, yardımseverliği ile Âkif'in gönlünü fethetmiş örnek bir insandır Kâmil. Ölümü Akif'i derinden üzmüştür. Derginin okur kitlesine hitap etme zarureti de onun bu halkçı yanının görünmesine vesile olur. Okur mektuplarına cevap mahiyetinde yazılar yazar zaman zaman. Köylünün ihmal edildiğine inanır. Halkın irşadına dair görüşler ileri sürer. Camilerin halkı irşatta nasıl etkili bir rol oynayacağı üzerinde kafa yorar. İstanbul basınının faydalı olamamasından yakınır. Şöyle der: "Kısacası itiraf edelim: İstanbul yazarlığı, gazeteciliği, kitapçılığı Osmanlı Türklerinin binde birine bile fayda dokundurmuyor. Köylünün, işçinin, esnafın geçimine, hayatına, ahlâkına hizmet eden, duygusuna yakın, ruh ve fikir terbiyesine yararlı eser doğuramıyoruz. Eserlerimiz küçük, oldukça küçük bir okuyucu dairesiyle sınırlanmıştır; tarih, hukuk ve siyasete dair yazılarımızdan millet, milletin büyük çoğunluğu habersiz kalıyor; hürriyet, eşitlik, adalet milletin kulağına anlamsız bir ses gibi geliyor; millet meşrutiyetle teyemmüm ediyor..."

Âkif, yazılarında genellikle tümevarımcı bir yol takip etmektedir. Belki sohbet çeşnisi katmanın gerektirdiği bir şey olarak, gündelik hayatta cereyan eden basit olaylardan gözlemlerden, bazen küçük bir hatıradan, bir latifeden hareket ediyor, buradan çocuk eğitimi, eğitimde Hıristiyan okullarının olumsuz etkisi, yanlış dil öğretimi, köylünün ihmal edilmişliği, hurafe ve bidatlar gibi önemli memleket meselelerine götürüyor okuyucuyu. Âkif, nükteyi seven, mizahı yerinde ve ustaca kullanan bir yazardır. Safahat'ta tanık olduğumuz bu yönü düzyazılarında da kendini gösterir. Manzumelerine malzeme olmuş bazı fıkraları başka vesilelerle burada da anlatır. Ayrıca Arap latifelerinden nakiller yapar ki bunlar ünlü Arap şairleri arasında geçen ve şiirle, edebiyatla ilgili nüktelerdir.

Âkif'in bir özelliği de şudur: O, başka bazı aydınlar gibi fildişi kuleye çekilip oradan toplu­ mu seyretmez. Ya da gördüklerini sayıp dökmekle yetinmez. Cemiyetin içindedir ve onun derdi ile dertlenmektedir. Tesbitler yaptıktan sonra somut çözüm önerileri sunmaktadır. Mesela çocuk eğitimine dair kitapların yetersizliğini, uygunsuzluğunu dile getirdikten sonra Maarif Nezareti'inin buna nasıl bir çözüm getirebileceğine dair görüşler belirtir. Osmanlıyı saran kavmiyetçilik belasına karşı şu söyledikleri de meselenin ortaya konması, çözüm çareleri önerilmesi ve çareleri uygulama yönteminin açıklanması bakımından dikkate değerdir: "Arnavutluk, Araplık, Türklük, Kürtlük adına ortaya çıkan kavim ileri gelenlerini bundan altı yedi sene önce bir yere çağırmış, kendilerine demiştik ki:

Milliyetçilik akımı en medeni, en gelişmiş toplumları birbirine düşürür. Bizim gibi birleşik unsurları istisnasız cahil bulunan bir topluluğu ise darmadağın eder. Geliniz bu akımı körüklemeyiniz. Bağlı bulunduğunuz milletlere hizmet etmek istiyorsanız bunun yolunun başka olması gerekir. Evet, hepimiz biliyoruz ki İslâmî unsurların hepsi irşada, uyarıya muhtaçtır. Bunlardan mesela Arapları irşat görevini Arap akıl sahiplerine bırakınız. Çünkü irşadına çalışacağı unsurun dilini, âdetlerini, mizacını, ruhunu diğer unsurların akıl sahiplerinden iyi bildiği için başarısı nispetle son derece kolay olur. Türk'ün, Arnavut'un, Kürt'ün uyanabilmesi için aynı yöntemi uygularız. O halde bu unsurların bütün ileri gelenleri hilafet merkezinde aynı çatı altında birleşirler, hareket yollarını belirleyerek birlikte işe başlarlar. Aradaki İslâm bağını sağlamlaştırmak şartıyla bağlı oldukları milletleri okutmak, yazdırmak, ilim ve irfan sahibi etmek, servet, sanat, ticaret konularında ilerletmek için geceli gündüzlü uğraşırlar. Sonunda bu dağınık parçaların bütününden bir gelişmiş bütün meydana gelir ki İslâm Hilafeti ve Osmanlı Saltanatı'nın büyüklüğünün devamına sonsuza kadar hizmet eder durur."

Âkif'in kültür dünyasının genişliğini, edebiyat ufkunun enginliğini de bu yazılarda yakından öğrenme imkânı buluyoruz. Yararlandığı, sevdiği kalemleri birinci ağızdan öğreniyoruz. Sadî'yi, İbn-i Farız'ı, Feyzî-i Hindî'yi, Fuzulî'yi, Lamartin'i, Doğu ve Batının bu birbirinden farklı sanatçılarını aynı ölçüde sevdiğini söyleyen, onlardan mısralar aktaran Âkif, Sadî'ye dair bir yazısına A. Dumas Fils'le başlayabiliyor, Lamartine'in Graziella'sıyla Fuzulî'nin Leyla ile Mecnun'unu aynı potanın içinde eritebiliyor. Servet-i Fünun'un edebiyat soruşturmasına verdiği cevapta8 "Eslaftan Fuzulî'yi, müteahhirinden (Namık) Kemal'i Ziya (Paşa)'yı; hayatta olanlardan (Abdülhak) Hamid'i pek sever, pek takdir ederim" diyen Âkif, bu isimlerden yaptığı alıntılarla görüşünü teyid etmektedir.

Bu yazıların önemli bir özelliği de, zannımca, Âkif'in edebiyat ve dil anlayışına derli toplu bir bakış zemini hazırlamasıdır. "Edebiyat" ve "intikad"yazıları, "Edebiyat Bahisleri" üst başlığıyla yazılmış teorik yazılar, diğer yazılara dağılmış edebiyata dair tesbit, tenkit ve görüşler edebiyatçı Âkif'i daha iyi tanımamıza yardımcı oluyor. Anlıyoruz ki içinde bulu nulan sosyal şartlara uygun bir edebiyattan yanadır. Fakr ü zaruret içinde olan bir toplum için süs, çerez mahiyetinde bir edebiyat yapmayı uygun görmez. Aç, çıplak bir millet için yapılacak edebiyat, libas, gıda vazifesi görmelidir. Bu bakımdan sanatı sanat için yapmayı bir lüks olarak görmektedir. "Edebiyatın milleti"olduğuna inanır. Onun için hiçbir milletin edebiyatını kendimize mal etmek istemeyiz, der. Başka edebiyatlardan ancak estetik değerler açısından yararlanılabilir. Kaba saba da olsa yerli bir edebiyattan yanadır. "Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek" mısraı bir ilke olarak benimseniyor. Seçkinlerden ziyade halka söyleyecek eserler verilmelidir. Bunca yıl havas için yazmak iyi sonuçlar doğurmamıştır:"Altı yüz bu kadar seneden beri havassı düşüne düşüne avam olmuş gitmişiz." Sade yazmalı, dilin şivesi korunmalıdır.

Başka bir yazısında toplumumuzun gözünü açacak, hissiyatını yükseltecek, hamiyetini galeyana getirecek, ahlakını süsleyecek, kısaca bize her manasıyla edep dersi verecek bir edebiyata muhtaç olduğumuzu söyler. Zamanında Arap edebiyatından gerektiği gibi yararlanmadığımız; İran'ın da Senaî, Sadî gibi bilge şairlerini örnek alacağımıza Enverî'nin yalanlarına iltifat ettiğimiz için yanlış yola girdiğimiz görüşündedir. Batıyı da aynı şekilde takip etmekten, bir iki güzide edebiyatçımızın eserleri istisna edilirse, Batıdan edebiyat adına aldığımız şeyler işimize yarayacak mahiyette olmadığından yakınmaktadır. Özlü, yoğun anlatımın edebî eseri güzelleştirdiği görüşündedir Âkif. Hayranı olduğu Sadî'nin sanatının sırrının yoğunlukta, az sözle çok şey söylemede olduğunu düşünür. A. Dumas'yı"Ben her şeyin az şeyle olduğuna kani olanlardanım"dediği için sever.

Sonuç

Mehmed Âkif'in, bir ömür boyunca emek verdiği nazımlarıyla anılması tabiîdir. Ancak onun nasirliğini de göz ardı etmemelidir.

En yakın dostları bile onun bu yanını ihmal etmişlerdir. Haşan Basri Çantay, Âkif'in çeviri ve şiirlerinde gösterdiği başarıyı makalelerinde gösteremediği kanaatindedir9. Bunun sebepleri olarak da şiirle fazla iştigal etmesini, İlmî ve faydalı konulara daha çok önem vermesini ve edebî mensureler yazmak ihtiyacından kendini azade görmesini göstermektedir. Çantay'ın bir hakikat gibi göstermeye çalıştığı bu durum aslında onun nesir anlayışından kaynaklanmaktadır. Anlıyoruz ki Çantay'ın nesir anlayışı, sosyal mevzulardan uzak sanatlı nesirdir. O, Akif'ten Halit Ziyaların, Hüseyin Cahit'lerin nesrini beklemektedir ki bu Âkif'in yukarıda değindiğimiz edebiyat anlayışına aykırıdır.

Âkif nazmında olduğu gibi nesrinde de bilinçli bir tercih yapmıştır. Yoksa edebîliği ön planda tutan metinler yazma bilgi ve kabiliyetinden mahrum değildir. Safahat'ın yedinci kitabındaki (Gölgeler) şiirlerle ilk altı kitaptakiler karşılaştırıldığında Âkif'in bu tercihinin daha iyi anlaşılacağını sanıyorum. Âkif, bir edebiyatçı kimliğini sorumlu mümin ve aydın kimliğine feda eder bir bakıma. Nesirlerinde de bunu yapmaktadır. Bir cemiyet adamı olarak nesirlerinde de uyarıcıdır. Necip Fazıl'dan ilhamla söylersek: kollarını makas gibi açarak,"durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!"diye haykırmaktadır. Âlem-i İslâm'ın başına gelen musibetler, tefrikanın koskocaman imparatorluğu getirdiği nokta, miskinliğin, kaderi yanlış yorumlamanın, "cihan didinirken, uğraşırken, namütenahi terakkiyat, namütenahi inkılaplar geçirirken uzaktan bir seyirci sıfatıyla bakmaklığımızın" doğurduğu kahredici tablo ayrıntılarıyla çizmenin, bu durumdan kurtulmak için İslam kardeşliğini, vahdeti temin ederek topluca çalışmanın önemini ısrarla anlatmanın derdindedir. Nesri de bu amaca matuftur.

Bununla beraber, bu nesir, başta belirttiğimiz gibi Akif'i, onun devrini, çevresini, eserini daha iyi anlamamızı sağlamaktadır. Safahat'ın birçok ham malzemesini bize sunmaktadır. Âkif'in fikrine, edebiyata ve dile bakışına ışık tutmaktadır. Cemiyete onun geniş ufkundan bakmamıza zemin hazırlamaktadır. Sahih bir Âkif portresi için malzeme ihtiva etmektedir.

Mehmet Âkif: Edebî ve Fikrî Akımlar

3. Mehmet Akif Ersoy Bilgi Şöleni’nde sunulan tebliğlerin kitap haline getirilmesi ile oluşan kitap TYB'nin 39, Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 3.kitabı

Bu haber toplam 332 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim