• İstanbul 12 °C
  • Ankara 12 °C

“Adımızı soran, arayan var mı?”

D. Mehmet DOĞAN

TYB Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan'ın 60 yıl sonra Bursa'da Tanpınar zamanı bilgi şölenini açış konuşması.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Selâm olsun” şiirinin son mısraıdır bu.

Şiir daha isminden başlayarak bize Yûnus Emre’nin bir şiirini hatırlatır:

Bu dünyadan gider olduk kalanlara selâm olsun

Bizim için hayır dua kılanlara selâm olsun

Tanpınar’ın şiiri şöyle başlar: “Selâm olsun bizden güzel dünyaya.”

Yûnus geride kalanlara, ibret kastıyla seslenirken, Tanpınar dünyaya seslenir ve şiirinde dünyevilik kendini gösterir:

Bahçelerde hâlâ güller açar mı?

Selâm olsun sonsuz güneşe aya

Işıklar, gölgeler suda oynar mı?

Hepsi de güzeldi, kar, tipi, fırtına

Günlerin geçişi ardı ardına…

Yûnus’un şiirinde dünyaya özlem yoktur, fakat son mısrada…fâniler dünyasına seslenerek şiirini bitirir:

Miskîn Yûnus söyler sözi kan yaşıla toldı gözi

Bilmeyen ne bilsün bizi bilenlere selâm olsun

Ebediyet âleminden konuşan Yûnus’un fâni âlemdekiler tarafından bilinme arzusu bu son mısralarda ortaya konulur. Bu noktada iki şiiri arasında bir müştereklik görülebilir:

Dönmeyen gemiler olduk açıktan

Adımızı soran, arayan var mı?

Tanpınar’ın bu şiiri bir bedbinlik anında yazdığını düşünebiliriz. Dünyanın güzelliklerine veda edecektir ve arkasından onu bilenler, hatırlayanlar olmayacaktır. Oysa kendince mühim ve büyük işler yapmıştır. 60 yaşında dünyaya veda ederken şiirleri bir tarafa hikâye kitapları, romanlar, incelemeler ve 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi gibi orijinalliğinden şüphe edilmeyecek eserler ortaya koymuştur. Buna rağmen sağlığında gereken ilgiyi görmemiş, romanları ya tefrika halinde gazete sayfalarında unutulmuş, ya da yıllarca tek baskıda kalmıştır. Ben Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün 1961’de yapılan ilk baskısını 1970’lerde almış ve Tarih Kurumu’nda çalışırken okumaya başladığım bu romanın içinde bulunduğum kurumu anlatan bir eser olduğunu düşünmüşümdür!

Tanpınar elbette çok yönlü bir edebiyat ve sanat adamı. Fakat onun en çok şiiri ve mûsıkîyi mühimsediğini görürüz.

Şiir söz sanatının zirvesidir. “Belki bir bakıma tek millî sanat şiirdir” der. “Şiir bir iç kale sanatıdır.” “Yalnız şiirdir ki yazıldığı dilin malıdır.”

“Şiirin güzel sanatlar içinde garip bir talihi vardır. Örgüsünü veren malzeme -yani lisan- itibarıyle hemen herkes için olan bu sanat, gene bu yüzden hudutları en dar olan sanattır.”

Tanpınar, güzel sanatlardan resmi, heykeli, mimariyi ortadan biraz üstün zekânın kavrayabildiğini, anlaşılması için hususî bilgiye az çok muhtaç olan mûsıkînin bile, hiç olmazsa bir medeniyetin zevk çerçevesi içinde, dinleme kabiliyetinden başka bir vasıtaya muhtaç olmadan tadıldığını belirtir. “Şirden gayri söz sanatları da az çok böyledir. Yazıldıkları dilden gayri dillere tercümeleri mümkündür.” Şiir ise tercüme edilemez. “Yaşadığı memleketin dışında şöhret yapan tek şair yoktur.”

Bu Avrupa’da mümkündür, entelektüel Avrupa 16. Asırdan beri tek aile gibi yaşadığı için şiirde kolayca dünya ölçüsünde şöhret kurulabiliyor. “Eskiden bizde de böyle idi…Onun için eski medeniyetin müşterek malı olan şöhretlerimiz vardı.”

“Şiirde dil her şeydir. Dili kaçıran insanı da yakalayamaz. O (Yahya Kemal) Türkçeyi buldu ve bulduğu bu türkçe ile en muasır şiirlerden birini vücuda getirdi.”

“Türk şiirinin, Türk edebiyatının belli başlı meselesi dil meselesidir. Gençler yeni bir kelime fetişizmine düştüler ve yeniliği kayıtsız şartsız kabul etmeyi ihtiyarlamamanın tek çaresi gibi gören yaşlılar da bundan pek hoşlanıyorlar. Bu yüzden hiçbir milletin tarihinde görülmemiş bir anarşinin içindeyiz. Bittabiî burada dilin yenileşmesi aleyhinde bulunmuyorum. Fakat halk kaynağından uzaklaştığımızı hatta bu kaynağı yanlış tefsir ettiğimizi, yeni zümre dili kurduğumuzu ve hayatın kendisi olan dilin karşısında çok dimağî kaldığımızı söylemek istiyorum.”

Tanpınar’ın eserlerinde mûsıkî geniş yer tutar. Mahur Beste ve Huzur romanlarında bu çok bariz şekilde görülür. Tanpınar Huzur için “Romanın asıl kahramanı İstanbul ve mûsıkîmizdir” der.

Büyük garp mûsıkîsinin yanına konulabilecek yegâne büyük mûsıkîye sahip olmamıza rağmen, bundan haberdar değilmiş gibi gözükmekte ısrarlı olduğumuzu söyler.

Itri’nin, İsmail Dede’nin, bir Bekir Ağa’nın eserleri etrafımızda nağmenin, ilahî cezbenin, ruhtan süzülmüş, sahih hakikatlerin kapalı bahçeleri gibi yüzmektedir. Bu bahçelere girsek, yani mûsıkîmizin farkına varsak, her şey değişecektir. Fakat bunu bugünkü Avrupalı kimliğimizle yapmamız lâzımdır. “Çünkü şarklı benlik, bu eserlerden bizim bugün anlayacağımız şeyleri anlayamaz.”

Bu musikiyi ve klasik sanatlarımızı medeniyetimizin, kültürümüzün tabiiliği içinde geliştirmişizdir. Eskiler bu tabiiliğin dışına çıkarak mûsıkîmizi anlayamazlar. “Onun için mesela Dede Efendi’nin herhangi bir bestesi onun hayatına (ait) olan bir akidenin bir parçası idi, keza Fuzulî evliyaullahtan bir zattı ve Mevlâna şiir yazmaz, bir takım tasavvufî hakikatleri tebliğ ederdi.”

“Emin olalım ki, bu eserlerin yarım aydınlığında bizim en küçük çığlığımıza cevap vermeye hazır olan binlerce ruh vardır. Memleketimizin her tarafında harsımızın her köşesinde nefha nefha ruh esiyor. Dünküler bunu göremezlerdi. Çünkü onlar bu eserlerin hiçbir değişikliksiz, binaenaleyh şuursuz devamıydılar.”

“Hulasa bizden evvel gelenler asil bir sabır ve civanmert bir feragatle, kâinat görüşlerinin müsaade ettiği bir kemâl anlayışıyla asırlarca çalışarak bir güzellik âlemi yaptılar. Bu âlemi sevmek ve tanımak kendi kanımızın tecrübeleriyle kendimizi zenginleştirmektir.”

Tanpınar’ın Huzur romanında, bir meşk silsilesinin temsilcisi olan ünlü neyzen Emin Dede ve talebesi Ressam Cemil (Halil Dikmen) de vardır.

Tanpınar “Sahnenin Dışındakiler” romanında İhsan’ı şöyle söyletir: Mûsıkî düşünceyi değil, nabzı idare etmektedir. İnsanımız ‘alaturka mûsıkî’ dedikleri acayip tokmakla dövüle dövüle’ şekillenmiştir ve bunun için halâ direnme gücü vardır.

Tanpınar Halil Dikmeni dinledikten sonra, “Halil, bu yaptığının ne kadar büyük bir iş olduğunu bilemezsin. Bununla Türkiyeyi yeniden inşa ediyorsun” der.

Sahnenin Dışındakiler’de Boğaz’da adeta bir mûsıkî meydan muharebesi anlatılır.

“Çocukluğumda o kadar yekpâre şekilde bizim olan, bizim zevkimizi veren Boğaziçi’nde şimdi birkaç ayrı mûsıkî birden duyuluyordu.”

“Rum halkın bindikleri sandallardan kitara ve mandolin sesleri geliyordu. Kanlıca koyundan bir türlü çıkmayan genişçe bir istimbotta ise, Amerikan neferleri kendilerine balalayka çaldırıyorlardı. Bütün bu yabancı akisler bizi öldüresiye rahatsız ediyordu.”

“Bu nasıl oldu, ben de anlayamadım. Kanlıca koyundan, tam çıkmak üzere idik ki, Tevfik Bey birdenbire Yani’ye: ‘Dön! Dedi, şu heriflere bir ders verelim!’ Ve birdenbire denizin ortasından aya karşı bu toprakta, bu şehirde yaşayanların sesi, kendi medeniyetimizin sesi, en geniş şekilde yükseldi.”

“O anda, bütün Boğaz tepelerinin, Tevfik Bey’in okuduğu gazeli birbirine gönderdiği muhakkaktı.”

“İlk önce kitara ve mandolin sesleri sustu, sonra istimbottakiler sustular, sonra bütün etraf sustu. Tevfik Bey’in sesi Boğaz’ı tek başına zaptetmişti. Tevfik Bey Yani’ye:

-Bebeğe çek! dedi.

“Halinde, malikânesinde isyan çıkmış da onu tenkil etmeğe gidiyormuş gibi bir eda vardı. Bebeğe doğru döndük. Fakat bu sefer tek sandal değildik. İstimbotun dışında bütün yoldaki sandallar bizimle beraberdi. Artık yanı başımızdan ayrılmayan bir sandaldaki tanbur, ud, keman, Tevfik Beyin emrine girmişti.”

“Bebek koyunda da aynı şey oldu. Yolda sadece Şakir Ağa’dan bir beste ile Hacı Arif Bey’in iki şarkısını söyliyen Tevfik Bey, körfeze girer girmez tekrar gazele başladı. Ve hemen arkasından halkımızın bütün hüzün ve hasretiyle dolu bir maya geldi.

“Tevfik beyin sesi Boğaz gecesinde (Oğul…Oğul..) diye sızlanırken biz Boğaz tepeleriyle Bingöl dağları öpüşüyor sanmıştık. Hepimiz galiba Yani ve İstratos da beraber ağlayabilirdik.”

“Fakat Tevfik bey coşmuştu. ‘Şimdi doğru eve…’ diyordu. Eğer bu gece bir zeybek oynamadan yatarsam hasta olurum.’ Neredeyse az evvel tenkil ettiği, susturduğu sandalların içindekileri köşke davet edecekti.”

“Tevfik Beyin Boğaz sularını kendi zevkinin malikanesi addettiği aşikârdı. Orada kendi İstanbul efendisi zevkini ve kulak terbiyesini tırmalayan yabancı âhenkleri dinlemeyi aklı almıyordu. Bu yüzden pek haklı olarak güvendiği sesiyle onları susturmak istemişti.”

“Selâm olsun” şiirine dönelim, Tanpınar’ın o yakıcı mısraını hatırlayalım: “Adımızı soran, arayan var mı?”

Ahmet Hamdi Tanpınar, 60 yıl önce 24 Ocak 1962’de vefat etti.

Yuvarlak hesap 60 yıllık ömründe dilimiz ve edebiyatımız için güzel ve büyük işler yaptı. Şaheser addedilmesi gereken romanlar yazdı, “edebî” edebiyat tarihinde ve şehir edebiyatımızda gerçekten çığır açtı. Beş Şehir, onun Anadolu’da meydana getirdiğimiz medeniyet terkibinin şiirli bir dille ifadesi olan ve mutlaka genç nesiller tarafından dikkatle okunması gereken bir eseridir. Diyebiliriz ki, Beş Şehir bizde yaygın bir şehir edebiyatını doğuran ana kitaptır. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, ilim ve edebiyat tarihimizde benzeri olmayan bir şaheserdir. Bugünün yeni Türk edebiyatı hocaları, onu okuyup talebelerine aktarıyor ve sevdirebiliyorlarsa, gerçekten kendilerini huzur içinde hissedebilirler.

Tanpınar, edebiyatımızın öncelikle “şair” saydığı bir büyük isim. Şiirde, üstad addettiği Yahya Kemal’in yolundan gitmez. Meşhur Bursa’da Zaman şiiri hariç, Tanpınar, Güzel Sanatlar Akademisi’nde estetik ve mitoloji derslerinden halefi olduğu Ahmet Haşim’in izindedir. Tıpkı Haşim’de olduğu gibi, Küçük bir kitap teşkil eden şiirleri hakkıyla değerlendirilmiş değildir. Bunun önemli sebeplerinden biri, Tanpınar’ın ölümünden sonra daha çok hikâyeci ve romancı olarak tanınmasına bağlanabilir.

Sağlığında beklediği ilgiyi göremeyen Tanpınar, 1970’lerden itibaren tanınmaya, 1980’lerden itibaren de bazı kesimler tarafından keşfedilmeye başlanan bir yazarımızdır. Onun Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı, bürokratik yapıları ince bir alaycılıkta ele alan bir dünya şaheseridir. Eğer Türkçe 20. yüzyılda dar bir alana hapsedilmese idi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün bütün dünyanın tanıyıp değer verdiği bir eser olarak kabul göreceğinden şüphe edilmez.

Tanpınar’ın eserlerini okuyan bir kimsenin en fazla aklında kalacak olan ibare, “Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek”tir.

Tanpınar, unutulmadı. Bugünlerde onunla ilgili toplantılar yapılıyor. Burada yapılan “60 yıl sonra Bursa’da Tanpınar zamanı” başlıklı toplantı çok anlamlı. Bursa elbette bizim için çok kıymetlidir. Osmanlının beşiğidir. Tanpınar’ın Bursa’da Zaman şiiri ile zihnimizin Bursasını inşa ettiğini unutmayalım. Bursa denilince hatırımıza gelen isimlerin başında da Tanpınar gelir. Bu yüzden Yıldırım Belediyesi ile Türkiye Yazarlar Birliği’nin müştereken düzenlediği bu faaliyet her türlü takdirin üstündedir.

Türkiye Yazarlar Birliği, 1982’den beri çeşitli vesilelerle Tanpınar’ı anıyor. 1982 vefatının 20. Yılı idi. Doğumunun yüzüncü yılında yine Bursa’da “Tanpınarla 100 yüze” bilgi şölenini yapmıştık. On yıl önce, vefatının 50. yılı dolayısıyla Ankara’da düzenlediğimiz bilgi şölenini de burada hatırlatmak isterim.

Bu yazı toplam 138 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim