Şimdi sevmediğimiz bir dostla bir arada yaşamak zorunda kalmış bir bedbaht gibiyiz. Aradaki fitnecilerin iğvâlarıyla nefret ettirildiğimiz ama aslında bizi gerçekten seven, her an sarıp sarmalamaya hazır bir dost…
Ev, milletimiz için madde ötesi bir değer taşır. Orası dünyâya gözümüzü açtığımız, anamızın-babamızın yüzünü ilk gördüğümüz, sesini ilk duyduğumuz, dedemizin-ninemizin kucaklarında sevgili torunları olarak oturduğumuz, ezan sesiyle ilk müşerref olduğumuz, Allah kelâmıyla ilk tanıştığımız, ilk namaz kılan mü’min gördüğümüz, anamızın sandığında birbirine sarılmış bayrak ve Kur’an’a bakarak millî ve dînî şuurumuzun temellerini attığımız mukaddes mekân…
Bacasından ince dumanların süzüldüğü, ocağında pişen aşa dedelerle torunların birlikte kaşık salladığı, böylece ezel-ebed çizgisinde millî birliğin en küçük teşekkülü; büyüklere hürmetin, küçüklere şefkatin ilk tâlimgâhı…
Dertlerin paylaşılarak azaltıldığı, saadetin ise çoğaltıldığı küçük yurt.
Ateşi hiç sönmeyen ocak… Ki bu ocaklar sönmeden şafaklarımızda yüzen al sancaklarımız da hiç sönmeyecektir. Ocak bizde mukaddestir. Her aile bir ocak etrafında toplanmış millettir.
Bir hanımla bir erkeğin hayatlarını birleştirmesi hâdisesini “ev” kelimesiyle isimlendirmiş bizden başka bir millet var mıdır acaba? “Evlenmek…” Bizde âile olmak demek ev sâhibi olmak demektir. Evlenmek, Arapçada “tezevvüç-izdivaç”, Farsçada “izdivaç”, İngilizcede “married”… Hiçbirinin “ev”le alâkası yoktur.
Ev, en mahrem sırlarımızı saklayan karakutumuz. Hiçbir yerde evimizde olduğu kadar hür ve rahat olamayız.
Eskiden evlerin avlusuna da “hayat” derlerdi. Bildiğimiz “hayat” kelimesi ile farklı kökten gelse de halkımız muhayyilesinde hayâtın türlü hallerinin kaynaştığı bu mekâna mâlum “hayat” mânâsını vermiş ve öylece kullanagelmiştir.
İşte zihnimizde, gönlümüzde böylesine derin bir yeri olan evimizi unutmaya yüz tutmuştuk. Modern hayat şartları insanı evinden uzaklaştırıyor, iş ve eğlence arasında hayatları telef etmeye zorluyordu. Âileden sorumlu bakanlık öz çocuğunun bakıcı parasını ödeyerek kadını dışarda çalışmaya özendiriyor, bunu başardığı kadın sayısıyla övünüyordu. Herkes “Hayat dışarda!” diye haykırıyordu âdetâ. Şerrin içinde hayır olarak Korona belâsı herkese evin yolunu gösterdi, ev -mecbûriyetten de olsa- yeniden keşfe açıldı. Âileden sorumlu bakanlık ve onun sivil ayağı KADEM bile “Hayat eve sığar, evde hayat var.” diye halka evde oturma telkinleri yapmak zorunda kaldılar. Allah nelere kâdirmiş, bir daha gördük.
O eski ev şuurumuza tekrar kavuşur muyuz bilinmez ama hatırlamak yine de iyidir.
Hz. Peygamber (sav) de fitne zamanlarında “evde oturma”yı tavsiye etmiştir. Bir hadîsinde fitne tasvir edilirken, emniyetin, insanlara güven ve itimadın kaybolması, iyi, kötü fark edilemeyecek derecede insanların her an değişeceği belirtildiği sırada, ne yapılması gerektiği sorulunca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Evine kapan, diline sahip ol, iyi bildiğin şeyi yap, kötü bildiğin şeyi de terk et, kendi yakınlarınla meşgul ol, ammenin işini terk et." der.
Şarihler eve kapanma emrini, zaruri olmayan işler dışında, halkla irtibatı kesmek şeklinde anlarlar. Zaruri temaslardan vazgeçilmemesi gerektiğini de belirtirler. (https://sorularlaislamiyet.com/hadis-i-serifte-yakinda-buyuk-fitneler-olacak-o-fitnelerde-yerinde-oturanlar-ayaktakilerden-0)
Necip Fazıl’ın ömrünün son zamanlarında yazdığı güzel bir şiirini de paylaşmak istiyorum:
EVİM
Cenâb-ı Hak’tan bu korona belâsını bir an evvel başımızdan defetmesini, bizi de eski ev şuurumuza yeniden kavuşturmasını dilerim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.