Bugüne kadar darbe arası demokrasi modelinde hükümetler haliyle bu konulara hazırlıksız yakalandılar. Esasında kendilerini hep misafir gibi gördüler ve asıl sorumluluğu askere bıraktılar. Büyük yatırımlara ve önemli politik değişikliklere Milli Güvenlik Kurulu eliyle askerler karar veriyordu. Fakat asıl işi sınırları beklemek ve ülkeyi dışardan gelecek düşmanlardan korumak olan asker diplomasiden eğitime, ekonomiden kolluk güçlerinin görevlerine kadar uzanan bir alanda nasıl uzmanlık yapabilecekti!
Henüz 2000’li yılların ortasında kıta görevinden Genelkurmay karargahına atanan bir kurmay subay anlatmıştı. Kendisine Diyanet teşkilat kanun tasarısını inceleme ve milli güvenlik açısından kontrolü görevini vermişler. “Önce ben ne anlarım Diyanet’ten” dese de, emir demiri kesermiş, sonuçta kanun tasarısına epeyce bir katkısı olmuş. Benzer şekilde Milli Güvenlik Kurulu’na danışmanlık yapan veya brifing veren dış politika uzmanlarıyla sohbetlerimizde, “geleneksel yöntemlerle mesafe alınamayacağını ve gördüğünüz hataları niçin söylemiyorsunuz” sorumu genellikle şöyle cevaplıyordu: “Milli Güvenlikle ilgili konuların hassasiyeti gerekçesiyle bizden mevcut politikaları destekleyici rapor ve sunumlar hazırlamamız isteniyor.”
Lafı dolandırmaya lüzum yok. Türkiye’nin iç ve dış tehdit algısı bugünlere kadar hep NATO kanalıyla ABD tarafından belirlendi. Buradan yazılan tehdit ve hedeflere göre iç ve dış politikamız belirlendi. Maalesef kimsenin de böyle bir sisteme ciddi bir itirazı yoktu. Hikmet-i hükümet sanılan şey NATO çıkarlarıydı. Ülkemizin kritik kurumlarının hangisinde Arapça ve Türk lehçelerinde (üniversiteler dahil) yetişmiş uzman vardı ki, Türkiye’nin milli bir dış politikası olsun? Hasbelkader anadili olan veya öyle bir çevrede büyüyen yahut özel çabasıyla kendini yetiştirenler de olmasa Türkiye soydaşları ve dindaşlarıyla doğrudan temasa bile geçemiyordu.
Ankara kendi inisiyatifiyle bir şeyler yapmaya kalkacak ve buna eyvallah denilecek... Washington’dan izin almadan Moskova ile Mavi Akım’ı imzalayan hükümet bir ay dayanamamıştı. “Adriyatikten Çin Seddi’ne” ve “M-8” hayallerinin ise bugün yerinde yeller esiyor. Büyük Birader’in düşmanına dost ve dostuna düşman diyeceksiniz ve bunun bedelini size ödetmeyecekler! Ne kadar sadık bir müttefik olursanız olun, bu tür keyfi uygulamalara ilerde daha bağımsız politikalara yol açacağı için sessiz kalmazlar.
Sorun şu, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu iyisiyle kötüsüyle kendi yazdığı bir derin strateji modelini uygulamaya çalışıyor. Bu fazla hayalci ve hatalı olabilir. Ancak bunu eleştirenlerin öncelikle milli bir dış politika programını kaleme almaları gerekiyor. Aynı husus terör ve milli güvenlik konuları için de geçerlidir. Devletin asıl sahibi olduğunu ve milletin bizzat kendisi olduğunu iddia edenlerin köklü programlar yazmaları, bunun için de doktora seviyesinde uzman yetiştirecek üniversiteler açmaları gerekiyor.
10.08.2012 Yeni Çağ































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.