Sanat değil midir, bir dilim ekmeği huzurla yiyebildiğimiz anda ruhun aramaya başladığı incelik? Su içtiğimiz tası, toprak çanak olmaktan çıkarıp üstü zarif işlemeli porselene dönüştüren sanat, sadece silahların masada olmadığı zamanlarda icat edilebilir. Sanatın varlığı insana her şey yolunda mesajını verir. Bir yerlerden müzik sesi geliyorsa işler yolundadır. Yolunda değilse de öyle gibi düşünülebilir.
TRT 2’yi seviyorum. Bir iki. İki… İki! İki! Üçe geçmeyin diyor kanal. İkiden sonrası yok. İyi reklam.
Taşlarda anlam arayan bir adam gördüm kanalda. Doğada kendiliğinden var olan bir sanattan söz ediyordu. İnsan yüzüne benzeyen taşlar. “Bir taşı yerden alıp koyun sürüme doğru atmak için elimi kaldırdım. Sektirip sürüyü yönlendirmek için… Bir baktım elimdeki taş, insan yüzü biçiminde. Atamadım. Sonra o taş beni fırlattı.”
Taş onu sanatsal bir tutkuya doğru fırlatıyor. Sürünün peşinden gider gibi görünürken aslında doğanın usul usulbiçimlendirdiği taşları aramaya başlıyor. Tabiat denen, o hem apaçık hem pek gizli sanatçıya hayran. Sıra dışı bir çoban. Biraz peygamber mizaçlı, dağ yalnızlığı seven, sözcüklerini güzel güzel seçen biri. Aslında yüz biçimli taşları değil, anlam yükleyebileceği taşları arıyor ve buluyor. Bulduklarıyla bir açık hava taş müzesi de açmış.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.