"Bu yüzden, ruhlarımız tek olduğu için,
Ben gidecek olsam bile, asla kopmazlar
Birbirlerinden, hava inceliğinde
Dövülmüş altın gibi, uzayıp giderler sadece.
Bir değil, iki olsalar da tıpkı
İki sağlam ayağı gibidirler bir pergelin;
Senin ruhun, pergelin sabit ayağı,
Hiç kımıldamaz, öbürü oynamazsa yerinden.
Merkezde dursa da senin ruhun,
Öbürü uzaklara gittiği zaman,
Eğilir kulak kabartır ardından
Ve öbürü döndüğünde doğrulur yeniden."
Bu ateşli hatibe Ömer Hayyam'ın Pergel şiiri ve Mevlâna'nın pergel metaforuyla cevap verebilirdim ama zaman dardı. Oltamı bir kez daha çantamın berrak sularına bıraktım. Bu kez çırpına çırpına bir cetvel çıktı içinden ve yılan balığı gibi kavisler çizmeye başladı masamda. Oysa cetvele düşen düz çizgiler çizmektir. Eğilip bükülmeden milimetre duyarlığıyla belirlemektir uzaklıkları. Fakat ortaokulda matematik öğretmenimiz Sezai Boyacıoğlu -Belli ki Dickens'ın "David Copperfield"ını okumuştu- cetvelin aynı zamanda bir acı ölçme aracı olduğunu bize göstermek için beş parmağımızı ince titrek dallar gibi bir araya getirmemizi istiyordu cetvelin altında. David Copperfield'la kesişiyordu kaderimiz. Onun öğretmeninin adı Micawber'dı; Bay Micawber! Hadi Copperfield anlat bize Bay Micawber'ı: "Bu kelimelerle beyazdan çok morarmış bir şekilde Uriah yırtmak ister gibi mektuba uzandı. Becerinin gerçek bir mucizesi ya da şans eseri Bay Micawber uzanan elin kemiklerine cetvelle öyle vurdu ki el, felç olmuş gibi düştü. Oduna vurulmuş gibi bir ses yankılandı."
Kurtarıcılar böyle anlarda ortaya çıkar. Sanırım makasımın çantamdan çıkma zamanı geldi. Çıkması ve Necip Fazıl'ın şiiriyle bastırması cetvel yankılarını:
"Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden..."
Karanlık kubbemizden çatırtılar gelmeye devam etse de çok şükür ki böyle öğretmenler kalmadı hemen hemen. Fakat cetvel hâlâ bir suç aleti gibi duruyor kırtasiyecinin tezgâhında. Makas mı? Onu iki usta yazarın berber kahramanlarına bırakalım şıkırdatsınlar: Çehov'un "Berber Dükkânında"ki Makar Kuzmiç'e ve Hasan Ali Toptaş'ın "Gölgesizler"de adı yerine kendine sığmadığı belirtilen berberine.
Sanırım ben de kendime sığamıyorum. Elimi bir kere daha çantama atıp karıştırdıktan sonra bir hile yapıp defterimi çıkarıyorum kuyudan. İçimi dökmeye ihtiyacım var. Ben her zaman bir yazarın kitabından çok defterinin önemli olduğuna inanmışımdır. Bu yüzden "orta" sayısı belirtilerek istenen defterlerin gün gelip kiloyla satılması beni yaralamış, defterimi bir terazinin üstünde görmekten korkmuşumdur hep. Fakat korkunun ecele faydası yok. Bütün defterler teraziye konacaktır bir gün ve defterleri bu yüzden önemlidir kitaplarından yazarların. Bütün mesele bakış açısındadır ve bunun için bir gönyeye ihtiyaçları vardır.
Önce defter! Fakat defter yetmez, kalem olmadan ne yapabilir defter! İlk önce kalem yaratılmıştı evrende. Ucu körelmeyen bir kalem. Fakat benim kalemimin ucu açık değil. Elimi çantama atıp kalemtıraşımı çıkarmalıyım. Sâdî'den ödünç aldığım kalemtıraşı: "Hayattan meyus olanlar, güzel sözler söylerler. Görmez misin ki, kalemin ucu kalemtıraş ile kesilince, kalemin dili daha keskin olur."
İyi de kalemin dili keskin olunca da berber usturası gibi kan akıtıyor beyaz sayfaların üstüne. Elimi bir kez daha atıyorum çantama. Silgi kalem kadar önemli. Öyle olmasaydı kalemlerin başına bir taç gibi yerleştirirler miydi onu. Fakat ne kadar yumuşak olsa da şairin dediği gibi geride iz bırakıyor:
"Yumuşak bir silginin de izi kalır kâğıtta."































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.