Biz kimiz ve bizim için hakikat nedir? Hakikati nerede aramalıyız? Hakikate yakın durmak için insanlar ne yaparlar? Pratik olarak var mıdır bir çabaları? Bu soruların cevapları nerede?
Herkesin bir hakikat arayışının olduğunu kabul edelim. Kiminin başka bir insan tekiyle, kiminin mekânlarla, kiminin de bir türkü ile münasebete geçerek bir hakikat arayışına girdiğini düşünelim. Bireylerin ayrı, toplumların kolektif olarak içine sığınma ihtiyacı duydukları bir hakikat tarifinin olduğunu hatırlayalım.
Bizim hakikatimiz, varlığımızın anlamında gizlidir. Anlam ise Müslümanların hafızasında, bilhassa bu toprakların insanının hafızasında -hâlâ- unutulmuş değildir. Biz hakikatimize antropolojik endişelerle bakamayız! Şüphesiz “tüm varlık” Allah’ın âyetlerindendir. Biz onu yaşadığımız zamanda, bulunduğumuz yerdeki kabullerimizle “anlamlı” kesitlere ayırırız. Ve biz Müslümanlar bunu yalnızca kime kulluk yaptığımızı, kimin ümmeti olduğumuzu “bileceğimiz” alanlar açmak adına yaparız…
Bizim hakikatimiz annemizin duasındadır. Sahih olanla irtibat kurduğumuz vakit kendimize, kendi gönlümüze dokunmuş oluruz.
Türkülerimiz, Türkçemiz, Türkiye’miz… Bunlar, bu topraklarda kendimize mahsus tarihimizin, tevekkülün, düşüncenin, tasavvurun, inancın, sanatın, yaşamın “nimetleridir.”
Peki, Türkiye’siz bir hayat tasavvuru mümkün mü? Asla!
Çünkü insan bir şeye “bir yerden” bakar. Her yerden bir bakış hiçbir şeyi görmez. “Bir yer” lâzım bize, ayaklarımızı basabileceğimiz bir zemin. Bize temiz bir toprak gerekli. Bizim için Türkiye, ayaklarımızı basabileceğimiz tertemiz “bir yer.” Biz insanlığa dokunabilmek için bir yerdeyiz, Türkiye’deyiz. Bizim hafızamız bu toprakların hafızası aynı zamanda. Büyüklerimizin hafızası. Bu topraklarda öğrendik nereden başlayacağımızı, nereye gideceğimizi. Yani demem o ki ancak kalıpları kırarak yaklaşabiliriz hakikat ve güzellik dediğimiz o şeye. Varlıkla ilişkimizi “sorunsallaştırdıkları”, bizi bir denek objesine dönüştürdükleri zaman felsefenin de, bilimin de, teknolojinin de kalıpları kırılmalıdır! İşte bizi hakikate, durduğumuz yere bağlayacak olan o şey, dildir. Ancak dile yaklaşırsak dokunuruz hakikate. Yani, tüm kalıpları kıra kıra en dipteki dile ulaşmayı başarabilirsek açılır hakikatin kapıları. İşte o zaman açılır büyük, güzel, bereketli topraklarımızın dili kalbimize.
Evet, sahih olanla irtibat kurmanın yolu Türkiye’yi sevmekten geçer.
İman, kalbe düşen bir hassasiyettir. İmanımız, kalbimizin derinliklerine kök saldığı gibi sılamızın, tüm yeryüzünün derinliklerine de kök salmalıdır.
Yeryüzü coğrafyasında başka başka insanlık durumları da yaşanıyor. Onları da anlayıp seviyoruz elbette. Yeryüzünün dört bir yanında yaşayan Müslümanlara da sonuna kadar bağrımızı açıyoruz, açacağız… Kardeşlerimizin dertleriyle dertlenmek, mücadelelerine destek vermekle mükellefiz. Bu sorumluluğun farkında olmalıyız. Yeryüzü bize mescit kılındı ama Türkiye’nin bu mescidin Mekke ve Medine’den sonra en önemli cüzü olduğunu unutmayacağız.
Türkiye sılamızdır, vatanımızdır. Kudüs gözbebeğimizdir. Kudüs’ü seven adam güzeldir. Ama Türkiye’yi sevmeden Filistin’i tam olarak sevebilmek mümkün değildir. Hatta Medine’yi, Mekke’yi bile sevebilmek mümkün değildir. Bilmeden sevilemez. Çünkü O’nu ancak hakkıyla bilenler sever.
Bu topraklar bugün kendimizi tarif ederken kullandığımız Batılı kavramların dünyasıyla çatışmanın cereyan ettiği yerdir. Bu topraklardaki varlığımızın başka türlü bir izahını ne resmîmakamlar ne alternatif tarihçiler yapabilir; ne de bunu bizlerden sonsuza kadar gizleyebilirler. Bu toprakların hafızasında yeri olmayan kavramların kime ait olduğunu hatırlamamız gerek.
Bu toprakların da bir hafızası var. Tıpkı Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün hafızası olduğu gibi. Bu toprakların türkülerinde, kültüründe, edebiyatında, düşüncesinde her şeye rağmen muhafaza edileni sevmezsek şuurlu bir Müslüman olamayız.
Bekir Fuat bekirfuat@yahoo.com
03.02.2014 Milat Gazetesi































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.