• İstanbul 13 °C
  • Ankara 9 °C
  • İzmir 13 °C
  • Konya 10 °C
  • Sakarya 11 °C
  • Şanlıurfa 17 °C
  • Trabzon 12 °C
  • Gaziantep 11 °C
  • Bolu 8 °C
  • Bursa 10 °C

Kıbrıs’ta Son Cumhurbaşkanlığı Seçimi Perspektifinde Türkiye’nin Güvenlik Geometrisinde Kırmızı Çizgisi

Kıbrıs’ta Son Cumhurbaşkanlığı Seçimi Perspektifinde Türkiye’nin Güvenlik Geometrisinde Kırmızı Çizgisi
Ercan Demirci

Kıbrıs: Bir Adadan Fazlası

Yıl 2008’di. Siyaset Akademisi Genel Koordinatörlüğü günleri…

Sekreterya o sabah, “Efendim, Kıbrıs’tan bir öğrenci grubu sizi ziyaret etmek istiyor,” dedi.

“Ne güzel,” dedim, “buyursunlar.”

Biraz sonra geldiler. Yirmili yaşlarının başındaydılar; heyecanlı ama ölçülü, biraz da çekingen… Kıbrıs’ta öğrenciliklerini yalnızca bir diploma süreci olarak görmüyorlardı. Anlattıklarına bakılırsa, sınırlı imkânlara rağmen kendi çevrelerinde sosyal, kültürel ve entelektüel bir hayat kurmaya çalışıyorlardı.

Grubun başındaki genç her haliyle tipik bir Karadenizliydi; o kendine özgü Of’lu açıklığı ve zekasıyla, doğrudan ama nezaketle konuştu: “Hocam, biz Kıbrıs’ta sadece okumuyoruz; hayatı da anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyoruz,” dedi.

Katsayı mağduruymuş; ancak yaşadığı bu mağduriyeti bir kayıp değil, yönetilmesi gereken bir süreç olarak görüyordu. Krizlerin doğru yönetildiğinde fırsata dönüşeceğinin farkında bir bilinçle hareket ediyor; bu farkındalığın getirdiği dirayet, her davranışına yansıyordu. Cümleleri sade ve derindi. Gözlerinde mütecessis bir merak, içinde derin bir istikamet arayışı vardı.

Gülümsedim. “Ne isabetli bir muhasebe bu,” dedim. Ancak Kıbrıs’ı anlamaya çalışırken onu yalnızca Türkiye’nin bir uzantısı olarak değil, kendi özgün derinliğiyle bir insanlık deneyimi olarak görmelisiniz. Kıbrıs’ı anlamak, Türkiye’yi de yeniden düşünmek ve doğru yere konumlandırmak için bir imkândır. Çünkü Türkiye–Kıbrıs ilişkisi bir mülkiyet değil, kimlik ilişkisidir. Kimlik, toprağın değil, hatıranın ürünüdür. Bu nedenle Kıbrıs’ı değerlendirirken onu Kıbrıslının gözünden görmeye çalışın; haritadan veya dedikodulardan değil, insandan, insanından okuyun. Kanaatinizi coğrafyaya değil, o coğrafyada yaşanan hikâyelere yaslayın. O zaman göreceksiniz ki Kıbrıs, yalnızca bir ada değil; duygularınıza yön veren bir tecrübe, dayanıklılığınızı sınayan ama aynı zamanda sizi sükûnete davet eden bir mürebbi olacaktır

Kısa bir sessizlik oldu. Of’lu genç başını hafifçe eğdi, belli ki ne demek istediğimi anlamıştı. Usulca, “Haklısınız hocam,” dedi, “ama Kıbrıs’ta bazen o hatırayı korumak, okumaktan daha zor oluyor diye de ilave etti.” Evet bazen bir coğrafyayı savunmak, haritayı değil hafızayı korumaktan geçiyor. Ve bu hususta başta Türkiye olmak üzere Kıbrıs’ta yaşayanlara büyük sorumluluklar düşüyor.

Kıbrıs’ı anlamak, Türkiye’yi yeniden konumlandırmak demektir. Çünkü Kıbrıs, yalnızca bir coğrafya değil; Anadolu’nun tarihsel sürekliliğini Akdeniz’e taşıyan bir medeniyet hafızasıdır. Türkiye için Kıbrıs meselesi, hiçbir dönemde salt askerî ya da diplomatik bir başlık olmadı; olamazdı da. Zira Kıbrıs, bir kimliğin sınandığı derin bir o kadar asil bir aynadır. Ada’nın sessiz sokaklarında esen her rüzgâr hem binlerce yıllık tarihî derinliğin hem de Türkiye’nin kendi iç sesinin yankısıdır. Bu nedenle Kıbrıs’a her temas, aslında Türkiye’nin kendi varlığıyla da yeniden temas etmesi vermektedir.

Türkiye uzun yıllar boyunca Kıbrıs’ı ne pahasına olursa olsun savundu; bu savunma hem meşru bir savunuydu ve hem de tarihsel olarak zorunluydu. Ancak bugün, savunma çağını geride bıraktık, tüm konvansiyonel savunular raflara mütemayil. Artık kurma, tasarlama, kodlama, inşa etme devrindeyiz. Çünkü içinde bulunduğumuz çağ, sınırların değil, akışların çağıdır. Kıbrıs artık bir mevzi değil, finans rejim ve sistemlerinin, enerji hatlarının, dijital ağların, deniz altı kaynaklarının, diplomatik geçitlerin kesiştiği stratejik bir düğüm noktasıdır. Akdeniz’deki bu kavşak, yalnızca coğrafi değil; finans, enerji, iletişim ve güvenlik sistemlerinin merkezî omurgası potansiyeline gelmiş ve mahir eller marifeti ile doğumunu beklemektedir. Türkiye bu kavşağı sadece korumakla yetinirse zamanla etkisini yitirir; fakat onunla bir düzen kurmayı irade eder ise eğer hem Akdeniz’in hem de geleceğin merkezine muhkem bir şekilde yerleşir.

Bugün Kıbrıs’a yeniden bakmak ve anlamak, Türkiye’nin kendine şu soruyu sormasıyla başlamalıdır:

“Biz bu adayı ve soydaşlarımızı sadece korumalı mıyız, yoksa onlarla yeni bir anlam mı kurmalıyız?”

Zira artık coğrafya, yalnızca askerî üstünlükle değil, anlamın sürekliliğiyle korunur. Haritalar el hak mülkiyeti gösterir; fakat kimliği, hafızayı ve kudreti asla ve kat’a tarif edemez. Türkiye, Kıbrıs’ı bir harita meselesi olmaktan çıkarıp bir kimlik meselesi olarak yeniden tanımladığında, sadece adayı değil, Akdeniz’in geleceğini de kendi tarihsel aklının eksenine oturtma imkânı bulacaktır. Bu perspektif, duygusal refleksleri değil, stratejik sürekliliği gerektirir ve esas alır. Kıbrıs artık Türkiye’nin bir uzantısı değil; Türkiye’nin varlık bilincinin, devlet aklının ve Akdeniz’deki karar üstünlüğünün de göstergesidir.

Of’lu gencin “Biz hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyoruz” derken kastettiği şey belki de tam da buydu. Onlar farkında olmadan, bir ada üzerinden Türkiye’nin kendini anlamasının ipucunu veriyorlardı. Çünkü kimliğini anlamadan coğrafyayı koruyamazsın; coğrafyasını anlamadan da hiçbir kişi ve yapının kimliğini tanıyamazsın, tarifleyemez ve hatta taşıyamazsın.

Bugün Kıbrıs, Türkiye için yalnız bir jeopolitik, bir sorunsal değil, bir zihinsel eşiğin adıdır. O eşiği geçebilmek, Türkiye’nin kendini savunma refleksinden kurucu akla taşıyabilmesiyle mümkündür. Savunmak geçmişin diliydi cancağızım, bu köprünün altından çok sular aktı; kurmak geleceğin ve fakat en azından bizim için geçte olsa bir farkındalık seviyesinde el’ an. Artık meselemiz, Kıbrıs’ta neye sahip olduğumuz değil, neyi inşa ettiğimizdir.

Türkiye’nin Kıbrıs politikası bundan böyle askerî ya da siyasî mevcudiyetin ötesinde, fikrî hâkimiyetle güçlenecektir. Çünkü çağ artık toprakla değil, anlamla yönetiliyor; kudret, sahip olmakta değil, yön vermekte aranıyor. Kıbrıs, Akdeniz’in belleğiyle Asya’nın sezgisinin kesiştiği yerde duran bir eşiğin adıdır. Bu eşik, sadece coğrafi değil, zihinsel bir konumdur. Türkiye bu eşikte misafir değil, başrolünü üstlendiği bir sahnenin locasında oturmaktadır. O loca, tarihin seyrini izlemek için değil, sahnenin yönünü tayin etmek içindir.

Ada’nın geleceği artık hangi gücün hüküm sürdüğünden çok, hangi fikrin yön verdiğiyle belirlenecektir. Kıbrıs’ta yaşayan herkes için de asıl mesele, yaşadıkları toprağın kime ait olduğu değil, o toprağın hangi anlamı taşıdığıdır. Bu bağlamda Kıbrıs, Türkiye için sadece bir stratejik mevzi değil, bir anlam merkezi hâline gelmiştir. Türkiye, Akdeniz’in ritmini Asya’nın sezgisiyle buluşturabildiği ölçüde, Kıbrıs’ta bu büyük oyunun şeref locasında yer almaya devam edecektir. Ve işte bu aşamada bütün mesele, o Of’lu gencin cümlesinde saklı:

“Hayatı anlamaya çalışmak, aslında coğrafyayı anlamaya çalışmaktır.” Türkiye bugün Kıbrıs’ı savunmuyor; onunla bir düzen kuruyor. Çünkü artık düzen, sınırlarla değil, yukarıda da ifade edildiği üzere akışlarla yani hatlarla, koridorlar ile kanallar ile rota ve güzergahlar ile inşa ediliyor. Tarih boyunca her ada, karaya yöneltilmiş bir sorudur. Kıbrıs da anakarası olan Anadolu’ya şu soruyu sorar: “Denizle ne kadar devam edebilirsin ve bunu hangi kurumsal kapasiteyle yönetebilirsin?” Osmanlı bu soruya fetihle, Cumhuriyet ise ancak farkındalıkla karşılık verdi. Bugün yeni bir vizyona yeni bir cesarete ve yeni bir dirayet ve basirete muhtacız.

1571’deki fetih, bir toprağın haritaya eklenmesinden ziyade, Doğu Akdeniz’de sürekliliği tahkim etme iradesiydi. 1878’de İngiltere’nin adayı devralması ise coğrafyadan çok zamana müdahaleydi; çünkü Londra, bugün olduğu gibi o günde akışı yani yolu merkeze koyan bir perspektifte idi ve can damarı olan Süveyş’in güvenliğini Kıbrıssız uzun süre elde tutamayacağını biliyordu. Cumhuriyet’in ilk on yıllarında Türkiye, kara merkezli bir güvenlik zihin dünyasına yaslandı; bu, devlet inşasının tabiatı gereğiydi. Ancak 1950’lerden itibaren dünya siyaseti yeniden deniz eksenine döndü. İkinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren unsur, deniz hâkimiyetinin stratejik belirleyiciliğiydi. Türkiye de bu dönüşümle birlikte kara reflekslerini deniz üzerinde sınamak zorunda kaldı.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, bu dönüşümün dönüm noktasıdır. O gün mesele, toprak kazanmak değil; anlamın payitahtı hafızayı ve dolayısı ile sürekliliği yeniden tanımlamaktı. Endülüs’ün, Sicilya’nın, Girit’in, Rodos’un, Ege’nin pak gerdanındaki inci misil adaların akıbetinin salık verdikleriyle son bir hamle ile elde tutulabilinenin kıymetinde bir kıymette idi bu teşebbüs. Harekât, anavatanın deniz bilincine yeniden geçtiği andır.  Türkiye, o tarihten itibaren denizle ilişkisini de yeniden kurgulamak zorunda kaldı. Harekât, askeri bir müdahale olmanın ötesinde, denizle kurumsal ilişkiyi zorunlu kılan bir hafıza da üretti. Bugün Türkiye’nin ihracat kalemleri arasında sivil ve askerî denizcilik sektörlerinin ulaştığı düzey, o hafızanın gecikmiş ama kalıcı bir sonucudur. Kıbrıs, bu yönüyle bir jeopolitik mevzi değil; Türkiye’nin denizle kurumsal ilişkisinin hem motivi hem de aynasıdır.

Bugün Kıbrıs, Akdeniz ve özelde de Doğu Akdeniz güvenlik mimarisinde sabit bir eksendir. Ada, enerji hatlarının, veri kablolarının, lojistik ağların ve göç rotalarının kesişiminde daha da fark edilmiştir. Gücün ölçüsü artık yüzölçümü değil, bu temas noktalarını yönetebilme kapasitesidir ve Kıbrıs’ta bu ziyadesiyle bulunmaktadır. Türkiye için Kıbrıs bir ileri karakol ya da tek başına bir üs değil, bölgesel istikrarın yönetildiği merkezî bir düzendir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin adadaki varlığı bir gösteri değil; müzakereden krize, tatbikattan caydırıcılığa uzanan çizgide sürekliliğin vazgeçilmez ilkesidir. Bu mevcudiyet yalnız Güney Kıbrıs’a veya Yunanistan’a karşı değil; bölgede aynı anda varlık gösteren aktörlerin toplamına karşı denge kurmaktadır. İngiltere’nin 1960’da gasp ettiği ‘toprakları’  üzerinde kurduğu üsleri, ABD’nin gözetim ve istihbarat altyapısı, Fransa’nın deniz devinimi, İsrail’in hadsizlikleri ve bu amaçla inşa ettiği istihbarat teknolojileri ve erken uyarı sistemleri ve Rusya’nın çoğu askeri amaçlı lojistik erişimleri, Mısır’ın veya Suud’un, BAE’nin ihtirasları aynı coğrafyada kesişir. Türkiye bu yoğunlukta, gücünü tarihi müktesepten de almak sureti ile kendi dengesini dışarıya devretmeden kurabilen nadir aktörlerden biridir.

Kıbrıs’ın güvenlik perspektifindeki ihtiva ettiği anlam, 21. Yüzyıl, yani uzay çağının arifesinde kara ve deniz ayrımına artık sığamaz. Enerji sahaları, deniz yetki alanları, liman–hat–terminal zinciri, deniz altı fiber kablolar ve bunları koruyan siber katman, adanın değerini ikiye değil üçe katlar: askerî caydırıcılık, jeoekonomik erişim ve bilgi egemenliği. Bu üç alanda eş zamanlı kapasite kuramayan bir devlet, elinde toprak tutsa da karar üstünlüğünü kaybeder. Bu nedenle Ankara açısından mesele, Kıbrıs’ta “mevcudiyet”i tartışmak değil; mevcudiyeti yönetecek kurumsal düzeni sürekli kılmaktır. Modern güvenlik, nihayetinde ABD-Çin rekabetinde de ifşa olduğu üzere akış yönetimidir; akış yönetimi ise en başta teknik kapasite ve kurumsal disiplin ister.

Kıbrıs’taki son Cumhurbaşkanlığı seçimi, bu kurumsal disiplin ihtiyacını netleştirdi. Seçim sonucu, Türkiye’ye duyulan duygusal bağlılığın ötesinde, işleyen bir düzen talebini yansıttı. Bu düzen talebi, Türkiye karşıtlığı ya da yanlılığı üzerinden okunamaz; çünkü Kıbrıs Türk siyasetinde asıl mesele bugün temsil değil işlevdir. Yeni Cumhurbaşkanı’nın önünde duran görev, ilişkileri sembolik bir kardeşlik dilinden çıkarıp kurumsal eşgüdüm seviyesine taşımaktır. Ankara adına doğru karşılık ise rehberlikten ortak yönetime geçiştir. Bu, yetki devri anlamına gelmez; işin doğasına uygun bir sorumluluk paylaşımıdır.

Türkiye–Kıbrıs ilişkisi uzun yıllar merkez–taşra metaforuna benzeyen bir katmanla yürüdü. Bu, koşulların zorladığı bir pratikti; fakat bugün sürdürülebilir değil artık. Bölgesel güvenlik, hiyerarşik talimat zincirinden çok ritim uyumu ister. Ritim uyumu, birlikte tasarlanan süreçlerle ancak mümkündür. Burada mesele, siyasî yakınlık cümleleri, kardeşlik, analık, yavruluk kurbiyetleri kurmak değildir. Gerekli olan, üç alanda tesis edilmesi elzem eş zamanlı ve şeffaf mekanizmalardır: güvenlik planlamasının müşterek zamanlanması; enerji ve dijital altyapıda ortak karar döngüsü; uluslararası sahnede söylem ve temsil tutarlılığı. Bu üç alanda düzen kurulduğunda, kısa vadeli krizlerin etkisi azalır; orta vadeli kapasite inşası görünür hâle gelir; uzun vadeli istikrar makul bir maliyetle yönetilir.

24 Ekim 2025 tarihinde açık ara seçim galibiyeti ile iktidara gelen Tufan Erhürman’a dair ilk günden itibaren oluşturulan dil gayet makuliyet seviyesinde bir dildir. Kanaatim o ki Erhürman’a bir fırsat verilmemelidir ve bilakis Erhürman, Türkiye ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti açısından büyük bir fırsattır.

Yeni Cumhurbaşkanı’nın ilk günden itibaren kullandığı siyasal dil ve mutedil ve makul ve bir o kadar pragmatik yaklaşımı ve özelde hukuk nosyonunun terbiye ettiği bilişsel derinliği Türkiye ile Kıbrıs meselesine dair gereken rasyonel mekanizmaların kurulmasını kolaylaştırabilir. Zira Kıbrıs Türk siyasetinde Denktaş akabinde uzun bir aradan sonra, aidiyeti bir söylem olarak değil yönetişim disiplini olarak kavrayan bir çizgi öne çıkma potansiyelindedir. Bu çizgi, Türkiye’nin “garantörlük” başlığı altında yıllardır üstlendiği güvenlik yükünü, siyasî ve idari eşgüdümle destekleme imkânı sunar. Ankara, bu imkânı duygusal yakınlığın sıcaklığıyla değil, kurumsal sürekliliğin soğukkanlılığıyla değerlendirmelidir. İlişkiyi kalıcı kılan iyi niyet değil, iyi tasarlanmış işleyiştir.

Burada unutulmaması gereken bir husus ise Türkiye’nin garantörlüğünün tüm adaya şamil oluşudur. Ve Kıbrıs’ın fonksiyonu Türkiye açısından savunma hattı olmaktan çıkmıştır artık. Ada artık süreçlerin yönetildiği bir merkezdir. Enerji sahasında anlaşmazlıkların yönetimi, deniz yetki alanlarında meşruiyet üretimi, lojistik ve liman işletme zincirinde verimlilik, veri kablolarında erişim ve koruma; bunların her biri tek başına değil bir arada anlamlıdır. Türkiye bu alanlarda Kıbrıs’la birlikte karar ürettiği ölçüde, bölgesel istikrarın maliyetini düşürür ve öngörülebilirliği artırır. Bu, askeri varlığı gereksiz kılmaz; tam tersine askeri varlığın caydırıcı etkisini gerçek bir düzenin içine oturtur.

Düzen olan yerde jestlere, abartılı ifadelere, anlık çıkışlara ihtiyaç kalmaz; kurumlar işler. “Ada’da bir Türk yaşamasa dahi Kıbrıs, Türkiye’nin millî güvenlik meselesidir.” Bu ifade duygusal değil, stratejik bir tespittir. Zira bazı coğrafyalar nüfusla değil, fonksiyonla tanımlanır. Kıbrıs, Türkiye için bir hatıra değil, hattır ve vazgeçilmez süreklilik kaydıdır. O kayıt silinirse kayıp coğrafyada değil, zamanda yaşanır. Zamanın kaybı, karar üstünlüğünün kaybıdır. Devlet, bu üstünlüğü koruduğu sürece coğrafya lehine işler; kaybettiğinde ise en geniş toprak bile yük olur. Bu nedenle mesele, “kime ait ne kadar alan var?” değil, “hangi kapasite, hangi düzen, hangi ritim yönetiliyor?” sorusudur.

Yeni dönemde doğru ilişki biçimi, retorik yakınlığı değil kurumsal senkronu önceleyecek bir modeldir. Ankara ile Lefkoşa arasında, güvenlik koordinasyonu günlük reflekslerle değil, periyodik müşterek planlama döngüleriyle yürütülmelidir. Enerji ve deniz yetki alanları, çağrışımlara veya günübirlik çıkışlara değil, harita, veri, hukuk ve maliyet–fayda analizi üzerine kurulu somut takvimlere bağlanmalıdır. Limanlar, lojistik merkezler, antrepolar, demiryolu–denizyolu entegrasyonu, gümrük ve dijitalleşme adımları, ada–Türkiye–Doğu Akdeniz üçgeninde verimlilik üretecek şekilde standardize edilmelidir. Uluslararası sahnede, temsilin dili kimlik beyanına sıkışmadan, hukuki argüman ve teknik dosya yoğunluğuna yaslanmalıdır. Bunlar, slogan üretmeyen ama sonuç üreten adımlardır.

Kıbrıs Türk yönetiminin önünde de net başlıklar vardır. İdari kapasitenin güçlendirilmesi, hukuki süreçlerin öngörülebilirliği, mali disiplindeki ısrar, bir ada için en elzem olan şeffaf tedarik zinciri ve bağımsız denetimin işletilmesi, Türkiye’nin verdiği desteğin etkisini çarpar. Türkiye’nin beklentisi, bu alanlarda düzenli bir ilerleme ve geri besleme mekanizmasıdır. Böyle bir mekanizma olduğunda, taraflar arasındaki güven söylemde değil işleyişte üretildiği için kalıcı olur. İlişkinin ağırlık merkezi şekil değil içerik olur.

Son seçim sonrasında yeni Cumhurbaşkanı ile Ankara arasındaki diyaloğun, kişisel yakınlığın diline yaslanmadan, kurumsal kayıt altına giren bir işleyişe dönmesi esas olmalıdır. Taraflar birbirini ikame etmeye çalışmamalı; birbirini tamamlayan fonksiyonlar üstlenmelidir. Türkiye’nin caydırıcı kapasitesi, Kıbrıs’ın idari direnciyle birleştiğinde, ada üzerindeki istikrar da etki alanındaki meşruiyet de güçlenir. Bu birleşme, dış aktörlere verilmiş bir mesajdan çok, içeride kendimize verilmiş bir teminattır: süreçlerimiz çalışıyor.

 

Sonuç: Süreklilik Doktrini ve Türkiye’nin Kırmızı Çizgisi

Kıbrıs meselesi, Türkiye için duygusal bir aidiyet alanı değil, stratejik süreklilik alanıdır. Devlet aklı açısından bu mesele, çözüme değil yönetime tabidir; çünkü yönetilebilen her dosya kalıcı, çözülen her dosya ise geçicidir. Türkiye’nin Kıbrıs’taki mevcudiyeti aradan geçen 65 yılda artık bir varlık beyanı değil, bir düzen beyanıdır. Düzen kurmak, askeri varlığı tahkim etmekten önce onun anlamını tanımlamaktır. Devletin görevi, caydırıcılığı sürdürmek kadar, bu caydırıcılığın dayandığı düzeni de sürekli kılmaktır.

Kıbrıs, Türkiye’nin Akdeniz güvenlik geometrisinde bir kırmızı çizgidir. Bu hat, yalnızca bir coğrafi çizgi değil; devletin varlık bilincinin, karar üstünlüğünün ve zaman hâkimiyetinin sınırıdır. Bu çizgi, geri çekilme hattı değil; geri dönülmeyecek sınırın adıdır. Bu hattın korunması, duygusal bir direniş değil, sistematik bir stratejidir. Devletin sürekliliği, duygunun değil disiplinin ürünüdür. Kıbrıs bu disiplinin en görünür laboratuvarıdır.

Türkiye’nin Kıbrıs’taki varlığı, artık savunma değil yönetişim karakteri taşıma evresine irfa’ etmiştir. Askeri mevcudiyet, diplomasiyle, ekonomiyle ve teknolojiyle aynı anda işleyen bir düzenin parçasıdır. Türkiye bu düzeni kurabildiği ölçüde, sadece Akdeniz’de değil, karar coğrafyasında da hâkimiyet sahibidir. Çünkü modern çağda egemenlik, toprak üzerinde değil; zaman, akış ve veri üzerinde ölçülür. Kıbrıs’ta bu üç unsurun kontrolünü elinde tutan Türkiye, coğrafyasını sadece korumaz, biçimlendirir.

Bundan sonraki dönem, Türkiye açısından yeni bir stratejik eşik olacaktır. Bu eşiğin adı Süreklilik Doktrinidir. Süreklilik Doktrini, Kıbrıs’ta artık savunma refleksinden çıkıp, planlı bir düzen inşasına geçmeyi ifade eder. Doktrinin esası, “askerî mevcudiyetin anlamı, idari işleyişin kalitesi kadar güçlüdür” ilkesidir. Kıbrıs’ta güvenliğin geleceği, sadece tankların değil, kurumların istikrarına bağlıdır. Ankara’nın görevi, bu istikrarı kalıcı kılacak kurumsal yapıyı desteklemektir.

Sonuç: Kıbrıs – Devlet Sürekliliğinin Jeopolitik Bilinci

Kıbrıs, Türkiye Cumhuriyeti için salt bir dış politika meselesi değil, devletin güvenlik, istikrar ve zaman yönetimi sisteminin merkez unsurudur. Adadaki Türk varlığı, sadece tarihsel bir hak değil, geleceğe dair de bir zorunluluktur. Çünkü Kıbrıs, Doğu Akdeniz’de denge kuran, Afro-Avrasya hattında bağlantı sağlayan, Türkiye’nin jeopolitik sürekliliğini koruyan stratejik eksenin temel yapı taşıdır. Ve bugün Ankara’nın Kıbrıs’taki varlığı, geçmişin askeri reflekslerinin değil, modern yönetişim kapasitesinin bir sonucudur. Güvenlik, artık mevzi tutmakla değil; akışları yönetmek, kurumları işletmek ve öngörülebilir bir düzen kurmakla sağlanır. Türkiye’nin Kıbrıs politikası bu nedenle savunma değil, sistem kurma stratejisidir.

Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin gücü, uluslararası tanınma arayışından önce kurumsal derinliği, ekonomik üretkenliği ve idari istikrarında aranmalıdır. Türkiye-KKTC ilişkisi bir hami-himaye ilişkisi değil, stratejik eşitlik temelinde kurumsallaşmış bir ortaklık modeli olmalıdır. Bu model, iki cumhuriyetin egemenlik alanlarını değil, ortak kader alanlarını güçlendirir.

Kıbrıs, artık sadece bir güvenlik coğrafyası değil, bir istikrar laboratuvarıdır. Türkiye, son tahlilde adadaki varlığıyla büyük bedeller ödeyerek oluşturduğu dengeyi korumakla kalmamakta; yeni bir yönetişim paradigması üretmektedir. Bu paradigma, savunmadan ekonomiye, diplomatik temsilden dijital altyapıya kadar uzanan çok katmanlı bir stratejik bütünlüğü esas alır. Bu bütünlük, Türkiye’yi bölgesel bir aktör değil, bölgesel düzenin kurucusu konumuna taşır.

Kıbrıs’ta süreklilik, askeri varlıkla birlikte, kurumların işlerliği ve siyasetin tutarlılığıyla sağlanabilir. Devlet aklının görevi, slogan üretmek değil; düzen üretmek, duygusal bağ değil; rasyonel istikrar inşa etmektir. Türkiye’nin Kıbrıs’taki konumu, bir toprağı değil, bir zamanı korumak olmalıdır. Bu zaman, Türkiye’nin Akdeniz’deki varlığını geleceğe taşıyacak tarihsel sürekliliğin adıdır. Kıbrıs meselesi işte bu nedenle sadece çözülmesi gereken bir sorun-mesele değil; yönetilmesi gereken bir stratejik dengedir. Türkiye, bu dengeyi koruyabildiği sürece yalnız coğrafyasını değil, geleceğini de yönetebilir. Mevzu-u bahis dengenin korunabilmesi de hakikati anlama cesareti ve dirayeti ile ilintilidir.

Evet aradan yıllar geçti, fakat 17 yıl öncesinde o gün karşımdaki Of’lu gencin sade ama derin cümlesi, hâlâ devlet aklının özünü kapsamakta: ‘Biz Kıbrıs’ta sadece okumuyoruz, anlamaya da çalışıyoruz.’ Çünkü anlamak, var olmanın değil, varlığı yönetmenin ilk şartıdır.” Ve Kıbrıs’ın anlaşılmaya hala ihtiyacı olduğu kanaatindeyim.

Bu haber toplam 69 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim