• İstanbul 16 °C
  • Ankara 14 °C

Bilime inanalım da “bilim adamı”nı ne yapacağız?

D. Mehmet DOĞAN

Şu sıralar Ankara sokaklarında “Bilime inanın, aşı olun” pankartları görülüyor.

Bilim inanç konusu mudur? İlim inanç konusu değildir. İlime güvenilebilir, fakat inanç konusu yapılamaz. İlim mutlak değildir, değişkendir. Sırf sosyal ilimleri kastetmiyoruz, fen bilimlerinde de sözkonusudur bu. Nevton’un mekanist açıklamalarına kuantum teorisi ortaya atılana kadar herkes mutlak bilgi olarak baktı. Hele de izafiyet teorisi ortaya çıkınca, Nevton’un yüzlerce yıllık kabul görmüş, tek gerçek olarak benimsenmiş ilmi devrini tamamladı. 

Sosyal ilimlerde daha esnek bir ilmilik sözkonusudur. Buna rağmen doğru bilgi ve bunun üzerine bina edilen makul yorumlar sosyal bilimleri kendi içinde ilim seviyesine yükseltir. Fakat bu sahada iddia esaslı tezler, teoriler uçuşur. Bu teorilerin şöyle veya böyle doğru tarafları da vardır. Fakat kesin doğrudur demek mümkün değildir.

20. Yüzyıl, ideolojilerin ilim iddiasıyla, bilimsellik tafrasıyla kendilerini kabul ettirmeye çalıştıkları bir asırdır. Bir sosyalizm vardı, bir de “bilimsel sosyalizm”. Bir tür sosyalizme bilimsellik isnad edince, diğerleri, “gayri bilimsel” oluyordu. Pozitivizm temelli ideolojiler ideolojik iddialarını ilim kavramı ile tahkim ettiler. Kemalizm de böyle bir ideoloji idi. Hayatta en hakiki mürşit ilimdi. Tabiî cümle daha uzundur: “Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için en hakikî mürşid ilimdir, fendir; ilim ve fennin hâricinde mürşid aramak gaflettir, cehâlettir, dalâlettir.”

Bu sözü söylemek mümkündür, ya icabını yapmak?

Biz konumuzla ilgili tarafına bakalım. Bu sözün sarfedildiği tarihten 8 yıl sonra Dolmabahçe Sarayı’nın en muhteşem salonunda 1. Türk Dil Kurultayı toplanmıştı ve neredeyse istisnasız bütün konuşmacılar en hakiki mürşidin cumhurbaşkanı Gazi olduğunu söylüyordu. En başta Dil Kurumu Başkanı Samih Rifat: “Başımızda Büyük Mürşit bize gayelerimizi telkin ettiği gibi çalışma ve muvaffak olmanın sırrını ve esaslarını da ilham edecektir.”

Mürşid ne yapar? İrşad eder. Yani doğru yolu gösterir. Maarif vekili Reşit Galip, “Büyük Reis’in irşadları”ndan söz ediyor. Dil Devrimi’nin ilk saftaki yürütücülerinden Agop Martayan Efendi de onun büyük bir rehber ve müceddid olduğunu söylüyor. Felsefeci Namdar Rahmi işi daha ileri götürüyor: “Reisimiz en büyük filozof, hakikati doğrudan doğruya ilhamla kavrıyan bir Başbuğ” “-İnanmıyanlar varsa kenara çekilsinler!”

Daha kimler ve neler söylemiyordu ki?

O’nun huzurunda böyle konuşulması ve sonuçta konuşanları men edecek bir tavır ortaya konulmaması, 8 yıl önce sarfedilen sözün hükmünü yitirdiğini gösteriyordu.

İlim adamına değil de gazeteciye mi güveneceğiz?

Bu örnekte maalesef öyle!

Cumhurbaşkanı’nın nezaretinde yapılan bu kurultaya bazı üniversite hocaları yanında gazeteciler ve yazarlar da davet edilmişti. Davet edildiği halde gelmeyenlerden birini biliyoruz: Yahya Kemal! Gelmeyiş gerekçesini “benim dil mevzuunda ilmim değil, vehmim” var olarak açıklamıştı. Bunun bir “def-i belâ” sözü olduğu meydanda!

Kurultay’da bir taraftan daha önce planladığı şekilde türkçenin Osmanlılar eliyle nasıl bozulduğu yüksek sesle iddia edilirken, öte taraftan dilimizin Avrupa dilleri ile aynı kökten geldiği, bir anlamda Hind-Avrupa dili olduğu ilan ediliyordu. Dinimizi bir kenara attık, laik olduk. Hani, dilimiz de aynı; biz Avrupalıyız! Hatta Cumhuriyet’in ilk ansiklopedisinde Türklerin ari ırktan, yani avrupalılarla aynı ırktan olduğu savunuldu.

Kurultay fevkalede kalabalıktı. Bu kalabalıkta dille edebiyatla alakalı olanların nisbeti ise hayli düşüktü. Emekli subaylar-memurlar, üniversite talebeleri (çoğu tıbbiyeli), hatta lise öğrencileri dahi vardı. Dil ve edebiyat sözkonusu olduğunda memlekette herkesin ilk aklına gelen şahıs ise, ortalıkta görünmüyordu. Onun sahneye çıkması için 8 gün beklemek gerekti.

Kurultayın altıncı günü konuşan bir gazeteci pişmiş aşa su katmasa idi, belki de o memleketin en tanınmış edebiyat, dil ve tarih hocası sahneye çıkarılmayacaktı.

Gazeteci Hüseyin Cahid’di. Edebiyat-ı Cedideden, bilahire İttihat ve Terakki’nin namlı gazetecilerinden biriydi Hüseyin Cahid. Kesin olarak batıcıydı, laikdi fakat hürriyetçi ve liberaldi. Bu yüzden İstiklâl Mahkemesinde yargılanmış ve sürgünle cezalandırılmıştı. Sonra bir kanun değişikliği ile cezası sona erdi. Yıllardır belli bir işi yoktu. Öyle bol paralı bir iktidar gazetesinde de yazmıyordu. Aradan epeyce zaman geçtiği için yukarıdaki irade onun burnunun yeterince sürtüldüğünü tahmin ederek Dil Kurultayı’nda katılmasını uygun buldu. Bu onun için bir fırsat olabilirdi. Gelir, lidere bağlılığını beyan eder, mürşitliğini tanır, yapılmak istenen işi yüceltir ve nan u nimete kavuşurdu…

Geldi ve Kurultay’ın 6. günü kürsüye çağrıldı. Kurultayın en tutarlı sözlerini fütursuzca o söyledi. Dil zorlamayla gelişmez dedi, kendi tabii seyri içinde zaten değişiyor ve gelişiyor dedi. Beş gündür konuşulanları yerle bir etti:

“Dil sun’i bir âlet değil, tabiî bir kurumdur. Dil sosyal bir müessesedir ve sosyal hareketlerle yürür. Yabancı kelimeler bir dile tarihî bir zaruret ve icap neticesi girerler. Bu itibarla kelimeleri atarak yerlerine eski türkçeyi getirmek lisanda yeni müşkülleri ve ihtilatları mucip olabilir. Lisanda tasfiye zorla olmaz, kendiliğinden ve tekâmül merhalelerile olur…”

Dolmabahçe’nin o muhteşem Muayede Salonu buz kesti…

Ondan sonra sahneye sürülenler, yani rejimin kadrolu dilcileri onun sözlerini red mahiyetinde konuşmalar yaptılar. Fakat bunların zaten beş paralık itibarı yoktu. Asıl toplantıya katılmayan memleketin sahasında en güvenilir ilim adamının sözü bu gazetecinin söylediklerini önemsizleştirebilirdi.

İşte Köprülüzade Fuad’ın 1. Türk Dil Kurultayı’na katılması böyle bir zaruret sonucu oldu. Fuat Köprülü, harf inkılabına karşı çıkmıştı. İnkılaptan sonra da bu görüşlerini değiştirdiğine dair bir beyanı olmamıştı, o yüzden daha önce birçok mühim vazife verildiği halde (Maarif Vekaleti müsteşarlığı dahil) kenara itilmişti.

Fuat Bey, babadan kalma kütüphane köşkten bir gece yarısı alındı, Dolmabahçe Sarayı’na getirildi. Ve ertesi gün kürsüye çıkarıldı, bülbül gibi şakıdı:

İşte söyledikleri:

-Büyük Gazi türkçeyi kurtarmak için umumî seferberlik emri verdi, manevî inkılâba gidiyoruz.

Bir hatip dilin tabiî bir tekâmül takip ettiğini akademilerin bu tekâmülü tesbitten başka bir şey yapamayacağını söylemiştir, bu eski bir itiraz usulüdür. Her inkılâpta kullanırlar. İçtimaî hâdiselerde nazariyelerini ileri sürenler kadere inananlardır. Türkçe 12 asırdır mütemadiyen tekâmül etmiştir, fakat ileriye değil geriye doğru. Sebebi de âmillerin mili vicdandan uzak olmalarıdır. Hele meşrutiyetten sonrakilerde milli şuur olsaydı dilimiz muhakkak ileri giderdi. Tekâmülü iddia eden hatip geriye doğru bir tekâmül olduğunu bilseydi bunu iddia edemezdi.

Bugünkü Türkiye ileri bir cemiyettir. Eski ve orta zaman bağlarile bağlı değildir ve Türk dili determinizm icabı ilerliyecektir. Modern cemiyetler akademilerinde muhafazakârlara yer veremez, çünkü ona kısa değil uzun adım lâzımdır.

Türk tarihine, millî temayüllere en doğru şekli veren, inkılâbın en büyük mihrakı muazzam dil inkılâbını da ilmi esaslara istinat ettirmiştir. Dil inkılâbı bütün ilmî hazırlıkların ve hayati zaruretin tatbikından başka bir şey değildir. Dil inkılâbı Türk inkılâplarının en muazzamıdır.

(Türk dili en zengin dildir, yeter ki millî şuurla işlensin) diyen büyük Gazi tarihî hedefi en kat’i şekilde göstermiştir. Bunda muvaffak olacağımızdan şüphe edemeyiz, çünkü Gazi’nin lisanile söylüyorum. Ey Türk genci bunun için lâzım olan kudret asil damarlarındaki kanda mevcuttur!”

Gazeteciye karşı memleketin en meşhur ilim adamı konuşuyor! Aynen aldık, imlasına bile dokunmadık! Sorumuz şuydu: Bilime inanalım da bilim adamını ne yapacağız? Eh ilim adamı da insandır! İnsanlar tabii olarak korkar veya korkutulur, can azizdir! (Belki de günümüzde o yüzden ilim adamı değil “bilim insanı” deniliyor!)

Gazeteci lânetlendi, “ilim adamı” ise ordünaryüs yapıldı, milletvekilliği ile ödüllendirildi, Halk Evleri’nin dergisi Ülkü’nün yönetimine getirdi…

Mürşit “yürü ya kulum” dedi!

Bu yürüyüş nere kadardı?

Eğer Fuat Köprülü Atatürk’ten önce ölse idi, onun gerçek görüşlerinin bu olduğu sanılabilirdi.

(Devam edeceğiz)

 

Bu yazı toplam 155 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim