• İstanbul 17 °C
  • Ankara 19 °C

Celalettin Divlekci: Edebiyat Tarihine Küçük Bir Not

Celalettin Divlekci: Edebiyat Tarihine Küçük Bir Not
Aynı mazmunun, aynı anlamın farklı şairler tarafından birbirlerinden habersiz bir şekilde şiire dönüştürülmesine tevârüd diyoruz.

Şairin biri diğerinden almışsa onun adı da intihaldir yani hırsızlık. Bir de bir şairin diğerinden etkilenmesi yahut ilham alması söz konusudur. Bu genel anlamda olduğu gibi bir beyit, berceste bir mısra düzeyinde de olabilir.

Biz yazımızda bu sonuncusu üzerinde duracağız. Bazen bir şaire ait bir buluş, muasırları yahut kendisinden sonra gelenler tarafından benimsenir. Mesela Cahiliye şairi İmruü’l-Kays’ın, obası göçmüş, kabilesi konduğu yeri terk etmiş, sevgiliden geride kalan izlere bakıp arkadaşlarına “Gelin beraber ağlayalım” demesi klasik Arap şiirinde bir üslûp hatta bir gelenek hâline gelmiştir.

Dile getirmek istediğiniz duygu, düşünce bazen yabancı bir şair tarafından sizden önce yakalanmış ve dile getirilmiştir. O yazıldığı dilde kalmamalı; ya çevrilmeli ya da sizin ikliminizde yeniden dirilmelidir.

Âkif merhum Prenses Emine Abbâs Halim Hanımefendi’ye (ö.1934) yazdığı bir mektupta bu hususa şöyle temas eder: “Vakıa her millet için başka milletlerin edebinden, irfanından müstefit olmak, müteessir olmak tabiîdir; lâkin bu istifade, bu tesir hiçbir zaman müfrit bir taklit, sarih bir soygunculuk derecelerine varmamalı.”[1]

Nitekim kendisi de tam olarak bunu yapmıştır. Âkif, önce Ebu’l-Alâ el-Maarrî’ye (ö. 1057) ait bir beyti tercüme eder:

    ما في الديار مُجاوِبٌ إلاّ صَدَى المُتصّوِتِ    نادَيْتُ: أين أحِبّتي؟ فأجاب أين أحِبَّتِي [2]

“Kendi feryâdımdır ancak ses veren feryâdıma…

Kimseler yok âşinâdan, büsbütün hâli diyar.

Nerde yâranım” diyorken ben bülend âvâz ile,

Nerde yâranım” diyor vâdi, beyâbân, kûhsâr.”[3]

Sonra bu duygu kendi dilinden şöyle dökülecektir:

“İlâhî, kimsesizlikten bunaldım, âşinâ yok mu?

Vatansız hânümansız bir garibim… Mültecâ yok mu?

Bütün yokluk mu her yer? Bâri bir “Yok!” der sâda yok mu?”[4]

Yalnızlık, kimsesizlik ve çaresizlik iki şairin ortak hissiyatıdır. Maarrî içinde bulunduğu durumu; ben iç içe üç zindandayım sözleriyle özetlemiş; gözlerinin kapanmasıyla yaşadığı zindan, kendisini insanlardan kaçarak eve kapatması ile yaşadığı zindan ve nihayet ruhun beden kafesi içinde bulunması sebebiyle yaşadığı zindan... Bu hakiki yalnızlığı bir vadiye karşı haykıran ve sesinin aksinden başka ses duymayan koca bir maddi yalnızlık üzerinden anlatmıştır.

Âkif, “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı!” derken de -kuvvetle muhtemel- aynı şairin Hanefi bir fakih için yazmış olduğu mersiyeye ait bir beyitten ilham alarak, ama kesinlikle daha muhteşem söyler.

 أرْضِ الا مِن هذه الأجْسادِ    خَفِّفِ الوَطْءَ ما أظُنُّ أديمَ الْ

  هَوانُ الآباءِ والأجْدادِ [5]     وقبيحٌ بِنا وإنْ قدُمَ العهدُ  

“Yavaş bas, bastığın yerler kesinlikle hep ceset...

Ardır bize aradan çok zaman geçse (toprak olsalar) bile,

Atayı, ecdadı önemsememek…”

Aynı şekilde, “Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım.

Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım.”[6] mısralarında Muallaka şairi İmruü’l-Kays’ın (ö. 540), aşağıdaki beytinden etkilenmiş olması zayıf bir ihtimal de olsa düşünülebilir.

 

  بِسِقْطِ اللِّوَى بَيْنَ الدَّخُولِ فَحَوْمَلِ[7]    قِفَا نَبْكِ مِنْ ذِكْرَى حَبِيبٍ ومَنْزِلِ

 “Durun! Sevgiliyi, onun Dehulle Havmel mevkileri arasında, Sıktıllivâ’daki yurdunu anıp ağlayalım…”

İki beyit arasında durmak ve ağlamak gibi şekle dair iki unsurun ötesinde imgesel benzerlikler dikkat çekmektedir. Arap şairi sevgilisine, onun yurdundan arda kalan izlere bakıp ağlar; arkadaşlarını da derdine ortak olmaya davet ederken; çilekeş şairimiz sevgilisi olan yurduna, o aziz varlığın başına gelen felaketlere ağlar ve geçen yolcuyu durdurup elemini paylaşmak ister.

Mehmet Âkif’in Arap edebiyatına vukûfu kendi ifadesiyle dile olan “itinâ-yı fevkalâde”si malumdur. Sultan Abdülhamid döneminde, İstanbul’da Arapçaya vukufta öne çıkan dört isimden birisi de Âkif’tir.[8] Cahiliye dönemi Arap şiirinin en seçkin örnekleri olan Muallakât’ı Ders vekili Halis Efendi’den (ö. 1913) ve bir edebiyat klasiği olan Müberrid’in el-Kâmil adlı eserini Hersek Müftüsü Ali Fehmi Cabiç Efendi’den (ö.1918) okuduğunu biliyoruz.[9] Arap edebiyatına dair okuduğu edebî metinlerin, berceste beyitlerin his dünyasında yer etmesi ve münasebet düştüğünde şairi olduğu dilde kendini göstermesi son derece tabiidir.

Nitekim kendisi Mahir İz’e (ö.1974) yazdığı bir mektupta “velînimet” dediği, Abbâs Halîm Paşa’nın (ö.1934) bayramını tebrik için yazdığı kıtadan[10] bahisle şöyle der: “O kadar hoş bir şey değil. Hatta içindeki düşünüşün bile pek kendimin olduğuna kâni değilim. (…) Biz de Türk’ten Arap’tan, Acem’den, Frenk’ten bir sürü şairin eserini okuyoruz. (Şimdi değil ya, vaktiyle okumuştuk!) Ağzımızdan çıkan sözlerin, bunlardan birine ait olmadığını kim temin edecek?”[11]

Elbette bu intihal yahut soygunculuk derekesinde olmamalıdır. Bunun ölçüsünü bir misalle şöyle ortaya koyar: “Meselâ, İslanda Balıkçılarındaki sis tasvirinden sanat itibariyle müstefit oluruz. Lâkin Pierre Loti’nin, ‘obscurite balanche’ vasfını ‘zulmet-i beyzâ’ şeklinde koyduktan sonra şahsımıza mal etmeye kalkışırsak pek küçük oluruz.”[12]

Vereceğimiz bir diğer örnek Arap şiirinin prensi İmruü’l-Kays ile Türk şairlerinin sultanı Necip Fazıl’ın karamsarlığı ortak dile getirdikleri şu dizelerdir:

   بِصُبْحٍ وَمَا الإصْبَاحُ منِكَ بِأَمْثَــلِ[13]   ألاَ أَيُّهَا اللَّيْلُ الطَّوِيْلُ ألاَ انْجَلِــي   

“Ey uzun gece sabah olsa da aydınlansan!

 Gerçi senin sabahın da senden farklı değildir ya...”

Bohem Arap şairi ümitsiz ve bunalmış hâlini, gecenin uzunluğu ve geceyi bekleyen sabahın geceden farksız oluşu ile dışa vururken Necip Fazıl gecenin karanlığına bir karanlık daha ekleyerek bunu yapar:

“Sanma bir gün geçer bu karanlıklar

Gecenin ardında yine gece var!” (1926)[14]

Ne tesadüftür ki söz konusu dizelerin geçtiği “Anneciğim” şiiri şairin bohemlik dönemlerine rastlar. Her iki şair de çağlarında farklı bir ses olmakla temâyüz eder.

Soru şudur: Necip Fazıl söz konusu dizelerin geçtiği “Anneciğim” şiirini yazdığında İmruü’l-Kays’ın bu beytinden haberdar mıdır? Muallakasına ait bir çeviriye ulaşmış mıdır? Zira o dönemde parça parça da olsa Muallaka’nın tercümeleri mevcuttur.[15] Muallaka’ya dair tercümelerde, ilgili beytin tercümesi mevcut olsa da bunun şaire ilham verecek türden bir çeviri olduğunu söylemek zordur. Nitekim İmruü’l-Kays’a ait Muallaka’yı tercüme eden ilk isim olarak bilinen Mehmed Kâmil Bey’in (ö. 1900) mezkûr beyti tercümesi şu şekildedir: “Ey leyle-i tavîl! Sen subh ile münkeşif ol! Yani senin zalâm-ı nevâib-i insicâmın zıyâ-i behcet-bahşâyı-ı bâm ile muzmahil olsun. Hâlbuki sabah da senden efdal ve ercah değildir. Çünkü leylen çektiğim meşâkk-ı bî payân nehâren dahî beni giryân u nâlân ediyor.” Mehmed Kâmil Bey,[16] tercümeyi henüz Dâru’t-Ta’lîm’de bir öğrenciyken yapmış ve 1890’da İstanbul Matbaa-i Osmâniye’de Terceme-i Muallakât-ı Seba’ ismiyle yayımlamıştır.[17]

Bağdatlı Mehmed Fehmi’nin 1917’de çıkarttığı Târih-i Edebiyât-ı Arabiyye adlı eserinde de aynı şekilde söz konusu beytin tercümesi yer almaktadır. Ama onun da ilham vermekten uzak bir tercüme olduğunu belirtmeliyiz: “Vaktâki gece arkasını uzattı, göksünü uzaklaştırıp, sonlarını bir biri ardınca terdîfe başladı, ona dedim: Ey şeb-i târik ü dırâz! Artık sabahını göster. Velev ki sabah da senden beterdir.” [18]

Necip Fazıl’ın yayın hayatına 1943’te başlayan Büyük Doğu dergisinde Doğu edebiyatına, “Doğudan” başlığı altında Prof. Ş. Ü. müstear ismiyle yer verdiğini,[19] daha sonra da bunların bir kısmını Edebiyat Mahkemeleri eserinde topladığını bilmekteyiz.

Edebiyat Mahkemeleri eserinde İmruü’l-Kays’ın şairliğinden ve şiirlerinden bahseder ve bu beytin de tercümesini verir: “Ey uzun gece! Göreyim seni, açıl, sabaha yol ver! Hoş sabah da senden hayırlı değil ya!...” (1945) [20] Bu çeviri, Şerefeddin Yaltkaya’nın 1943’te Yedi Askı ismiyle tercüme ettiği, Millî Eğitim Bakanlığı yayınlarından çıkan Muallaka tercümesinden, kaynak göstermeden, ufak tefek değişikliklerle yapılmış bir alıntıdır: “Ey uzun gece… Seni göreyim açılıver.. sabah olsun.. Fakat sabah da senden hayırlı değil a..!”[21]

Ezcümle ilgili beytin Büyük Doğu dergisinde tercümesinin yayımlandığı tarih 1945, Yaltkaya tarafından tercümesinin yayınlandığı tarih ise 1943 yani “Anneciğim” şiirinden çok sonradır. Şairin bu şiiri “Anneciğim” şiirini yazdığı sırada bildiğini farz edersek, adına “etkilenme”, daha sonra öğrendiğini farz edersek adına tevârüd dememiz gerekecek.

 

 

[1] Mehmet Âkif’in Mektupları, Haz. Yusuf Turan Günaydın, Ebabil Yay., Ankara 2009, s. 124.

[2] Safahat’ta beyit “Tercümedir” başlığıyla verilir; orijinal metni yahut kime ait olduğuna dair bir bilgi yer almaz. Bkz. Mehmet Âkif, Safahat, (haz. Ertuğrul Düzdağ) 1989 İstanbul, s. 120. Beytin Maarrî’ye ait olduğunu Mahir İz’den öğreniyoruz. İz, Mahir, Yılların İzi, 2. baskı, 1990 İstanbul,  s. 182.

[3] Beyâbân: Çöl. Kûhsâr: Dağlık yer.

[4] Safahat, s. 182.

[5] Maarrî, Ebu’l-Alâ, Saktu’z-Zened, Dâr Sâdır, Beyrut 1957, s. 7.

[6] Agy.

[7] ez-Zevzenî, el-Huseyn b. Ahmed, Şerhu’l-Muallakâti’s-Seb‘, (Tah. M. Hayr Ebu’l-Vefâ), Dâru İhyâi’l- Ulûm, Beyrut 1990, s. 13.

 

[8] Cündioğlu, Dücane, Bir Kur’an Şâiri, Kapı yay., İstanbul 2010, s. 22.

[9] Bkz. Age. s. 23, 28.

[10] Söz konusu kıta,

  “Dört taraftan akın etmiş de, nasıl çepçevre,

    Saracaksa yarın Kâbe’yi huccâc-ı kirâm,

    Öyle sarsın Paşa’mın ömrünü, Hak’tan dilerim,

    Tutunup el ele yüzlerce mübarek bayram…” Bkz. Safahat, s. 457.

[11] Mehmet Âkif’in Mektupları, s. 51.

[12] Mehmet Âkif’in Mektupları, s. 124.

[13] ez-Zevzenî, Şerhu’l-Muallakâti’s-Seb‘, s. 33.

[14] Necip Fazıl, Çile, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1990, s. 320.

[15] Mesela Hersekli Mehmed Kâmil Bey’in (ö. 1900) 1305’te İstanbul Matabaa-i Osmâniye’de Terceme-i Muallakât-ı Seba’ ismiyle bastırdığı tercüme. Aynı şekilde Abdullah Hasib’in 1305’te İstanbul’da Matbaa-i Âmire’de İmruü’l-Kays Kaside-i Muallakası’nın Şerhi ismiyle bastırdığı tercüme, Şerefeddin Yaltkaya’nın 1329’da Bilgi Mecmuası’nda Arap Edebiyatı başlığı altında yaptığı tercüme ile Bağdatlı Mehmed Fehmi’nin 1332’de çıkarttığı Târih-i Edebiyât-ı Arabiyye adlı eserinde geçen tercümeler sayılabilir. Yaltkaya’nın Bilgi Mecmuası’nda tercümesini yaptığı beyitler arasında üzerinde durduğumuz beyit yer almamaktadır.

[16] Bkz. Mehmed Kâmil, Hersekli, Terceme-i Muallakât-ı Seba’ Dersaâdet, Matbaa-i Osmâniye, 1305, s. 97-98.

[17] Mehmed Kâmil’in hayatı ve tercümesi hakkında bkz. Irmak, Mustafa, “Hersekli Mehmed Kâmil Bey ve İmruu’l-Kays Muallkasına Yaptığı Tercüme”, Doğu Araştırmaları, S: 13-14, 2014, İstanbul 2015, s. 25-50.

[18] Mehmed Fehmi, Târih-i Edebiyât-ı Arabiyye, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1332/1917, I. s. 627.

[19] Okay, Orhan, “Büyük Doğu”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 1992 İstanbul, VI. 514.

[20] Büyük Doğu, S: 3, “Doğudan: İmriülkays”, 16. Kasım. 1945, s.10. Krş. Necip Fazıl, Edebiyat Mahkemeleri, Büyük Doğu Yayınları, 2013 İstanbul, s. 97.

[21] Yedi Askı, terc. Şerefeddin Yaltkaya, Maarif Matbaası, 1943 İstanbul,  s. 25.

Bu haber toplam 893 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim