• İstanbul 20 °C
  • Ankara 26 °C

"Cumhuriyet'imiz ve Düşünce Geleneğimiz"

Musa Kazım ARICAN

Türkiye Yazarlar Birliği Genel Başkanı Prof. Dr. Musa Kazım Arıcan ile "Cumhuriyet'imiz ve Düşünce Geleneğimiz" üzerine konuştuk

Konuşan: Taner Namlı

Kıymetli Hocam, Cumhuriyet Türkiye’sinin düşünce geleneğinin bir değerlendirmesini yapmak istiyoruz. Böyle bir gelenek kendini var edebildi mi? Önemli aşamalar nelerdir bu süreçte?

Yüz yıl, kolay zaman dilimi değil. Zor bir süreçten geçen milletin düşünce aşamaları, bir rö portajın sınırlarını aşar. Türkiye Cumhuriyeti ve bu bağlamda oluşan Cumhuriyet düşünce dönemi, dünyamız için yeni ortaya çıkmış bir yapı değildir, yoktan ortaya çıkmış bir yapı da değil dir. Aslında çok kadim bir geleneği sürdüren bu düşünce geleneği, Cumhuriyet’le birlikte yeni bir yoruma ve forma büründü. Tarihsel köklere ya da askerî, siyasi taraflara çok değinmeden düşünsel temellere işaret ederek bir defa bin küsur  yılı aşan bir geleneğin devamı olarak Cumhuriyet Dönemi’nden bahsetmeliyiz. Cumhuriyet Dönemi’nin kendisi yeni bir devlet teşekkülü, sadece bir yönetim şeklinin değişimidir. Bin küsur yıllık devlet geleneği yeni bir form kazanmıştır. Bunu nereden biliyoruz çünkü Cumhuriyet’in kurucuları zaten bir önceki gelenekte yetişmiş ki şiler… Millî Mücadele’nin tüm mensupları… Bu  mücadelenin içerisindeki askerî, siyasi fikir insanları, edebiyatçılar… Her kişi, aslında bu geleneğin  devamı… Çok güçlü temelleri olan Cumhuriyet, aslında yönetim biçiminde yeni bir form… Çünkü Cumhuriyet’in temellerinde yüzüncü yılını konuştuğumuz bu serencamın köklerindeki yeni düşüncelerde aslında önceki köklerin devamıdır. Türkiye Cumhuriyeti çok güçlü bir temel üzerine  inşa edildi. Erken dönemin üzerine yapılan birçok  kaotik husus var. Bu köklerin birçok ismi olmakla  beraber - belki ilerleyen sorularda buna yer verebiliriz- bir fizik bir metafizik, herkesin bir zahirî- şeklî tarafı var. Cumhuriyet’in biz genelde şeklî tarafını konuşuyoruz. Geleceğe daha güçlü devam edebilecek belki başka devlet yok, bunu güçlü köklere bağlıyorum. Cumhuriyet Dönemi’nin bir düşünce geleneğinin olduğuna inanıyorum. Bu cihan imparatorluğunun son iki yüz yılında, yeniden cihan imparatorluğu, fikrî mücadeleler; Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük, Osmanlıcılık gibi ekolleşen yapılar vardı. Meşrutiyet, Tanzimat fikriyatı üzerinden bunları biliyoruz. Bunlardan sürekliliği olan Cumhuriyet’in içinde kurucu olan unsurlar, var olan anlayışlar devam etti. Mesela İstanbul Üniversitesi olarak yeniden birçok ismin  buradan devam ediyor olmasını önemli bir adım  olarak düşünüyorum. Babanzâde Ahmet Naim’in hikmet dersleri, ahlak dersleri… Yahya Kemal ve Mehmet Âkif ’in Darülfünundaki hocalığı… Hem  edebî hem felsefi tartışmalar bakımından kuvvet li bir zeminin oluştuğunu görüyoruz. Mehmet Âkif ’in içinde bulunduğu Sebilürreşat ve Sıratı müstakim öncesinde fikrî tartışmaları fazlaca görüyoruz. Celal Nuri   İleri, Mustafa Şekip Tunç gibi isimler var. “Bir gelenek var edilebildi mi?” sorusuna cevap olarak ben bugüne geldiğimizde şunu söylemek isterim tabi… Biraz eserlerinden de bahsetmek gerekir. Erken fikir dünyamızı aydınlatan Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma’sı, Hilmi Ziya Ülken’in eserleri, Adnan Adıvar’ın eserleri… Erken dönemin tartışmalarına dikkat çeken eserlerdir. Burada özellikle fikrî boyutuyla Hilmi Ziya’ya fikrî düşünceleri anlamında dikkat çekmek isterim. O dönemin aktivistleri anlamında Mehmet Âkif ’i sadece Safahat yazarı ve İstiklal Marşı yazarı anlamında tanıyoruz. Oysa ben onu düşünce geleneğimizin oluşması açısından büyük çaba sarf eden önemli bir münevver, bir  filozof olarak da tanımlıyorum. Çünkü Akif ’in mücadelesi, bizim güçlü bir fikrî zeminimizin olmasını istiyordu. İster edebiyat ister tarih olsun hangi alanda ilerleyeceksek de fikrî köklerimiz, geleneğimiz iyi olmalıydı. Yazılarında da bunu görürüz. Mustafa Şekip Tunç, Darülfünunda hocalık yapmış olsa da daha çok felsefe, ruhiyat dersleri okutmuş biridir. Bu alanda önemli isimlerdendir. Babanzâde Ahmet ile Yahya Kemal’in  kalem kavgaları var. Babanzâde’nin fikrî tartışmaları var. Aynı gazetede tartışırken aynı okulda, Darülfünunda hocalık yaparlar. Babanzâde, “Sahabeden sonra en çok Mehmet Akif ’i severim.” der ve Edirnekapı Mezarlığı’nda onun yanına gömülmek ister. Evet, bizim bir düşünce geleneğimiz aslında teşekkül etmeye başladı ve bugüne kadar da böyle bir gelenek var oldu. Köklerini bu  isimlerden alan bir gelenek... Tabii bunlar yer yer kırılmalar yaşadı. İşte bunları biz farklı şekilde Kemal Tahirlerin, Tarık Buğraların edebî eserlerinde de gördük. Daha çok kuruluşu anlatan, yeni bir modernleşmeyi anlatan edebiyatta yazılan denemeler, hikâyeler, romanlar aslında biraz da bunlar üzerineydi ve mesela bu önemli aşamalardan bir tanesi olarak özellikle Mehmet Âkif üzerinden ben özellikle Mehmet Âkif ’i merkeze alıyorum- Türkiye Cumhuriyeti’nin düşünce geleneğinin (ki Türkiye Yazarlar Birliğinin aslında kuruluşundaki en önemli fikrî zemin ve tüm gelenekleri kuşatan isim olarak Mehmet Âkif’i görüyoruz) Türkiye Yazarlar Birliğinin de kendisine bir yol haritası olarak seçtiği isimdir. Mehmet Âkif etrafında bu isimleri genişletebiliriz. Ama Mehmet Âkif, bir semboldür. Mehmet Âkif ’i bir aşama olarak sorulduğu için kısaca şöyle özetliyorum: Mesela Mehmet Akif ’ten sonra Nurettin Topçu, bizim önemli isimlerimizden bir tanesidir. Felsefî anlamda da bir felsefe oluşturma adına da önemlidir. Şimdi şu kadarına işaret edeceğim: Mesela Nurettin Topçu’nun bir Mehmet Âkif kitabı var. Aslında kendi fikrî zeminini, düşünce geleneğini işaret etmesi anlamında çok kıymetli. Ama ben şöyle düşünüyorum: Nurettin topçu, “isyan ahlakı”yla tanınır ve “hareket felsefesi”, “aksiyon felsefesi” ile bilinir. Genelde isyan ahlakını ve hareket felsefesini Fransa’daki hocası Blondel’e dayandırır ve buradan beslendiğini dile getirir. Kanaatimce Nurettin Topçu’nun “isyan ahlakı”nın gerçek anlamda kökleri Mehmet Âkif ’tir. Çünkü Mehmet Âkif, aynı zamanda mücadele insanıdır. Haksızlığa isyan eden bir insandır. Cumhuriyet’ten önce de Balkan Harbi’nde de bizatihi mücadeleye girip aksiyon alabilen bir insan… Yani edipliğini sahada da gösterebilen birisi… Çanakkale Savaşı sırasında yine Mehmet Âkif sahada… Dolayısıyla Nurettin Topçu’nun isyan ahlakı ve hareket felsefesi, kanaatimce Mehmet Âkif ’ten referansını alan ve yeni bir felsefî düşünceye, bir ahlak ve hareket felsefesine dönüşen yeni bir aşamadır diye düşünüyorum. İkincisi yine Âkif ’e dayandığını düşündüğüm -tabii bu arada Cemil Meriç ve Tarık Buğra’yı da unutmamalı- Tarık Buğra’nın Millî Mücadele yıllarını anlatırken yer yer Âkif ’ten, Âkif ’in mücadelesinden söz ettiği kısımlar vardır. Mesela insanların Tanrı’dan bile ümidini kestiği bir anda, böyle bir ümitsizlik anında Âkif geldi, Millî Mücadelenin manevi cephesini güçlendirdi. İstiklal Marşı’nda mesela daha zafer yok ortada, hatta düşman Ankara yakınlarına kadar gelmiş, Polatlı’dan top sesleri duyuluyor… Âkif, böyle bir ortamda İstiklal Marşı’nı yazıyor ve “Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın / Belki yarın  belki yarından da yakın” diyor. Böylesi bir ümit insanı ayakta tutar. Tarık Buğra da mesela buna  dikkat çeker ve hep yeniden bir diriliş ve yeniden  doğmaktan bahseder. Ben ikinci olarak en tipik  örneğini gördüğümüz bu aşamayı, fikri aşamayı bir önceki yıl kaybettiğimiz önemli edibimiz burada da gençlerimizin okumalarını yaptığı Sezai Karakoç üstadımızın diriliş felsefesi olarak düşünüyorum. Sezai Karakoç Diriliş yazarıdır aynı za manda. Bir diriliş felsefesi vardır. Ben bu anlamda Sezai Karakoç’un aslında anlatmak istediği şey ile Nurettin Topçu’nunkinin aynı olduğunu düşünüyorum. Sezai Karakoç, Topçu’nun isyan ahlakı düşüncesini diriliş felsefesi olarak manzum şekil de, şiirle dile getiriyor. Yani bir bakıma Topçu’yu  ve Akif ’i diriliş felsefesi ile yeniden yorumluyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında bunu artık konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Batı’da şu  kavramları çok kullanıyoruz: neoliberalizm, neo marksizm, neokant, neohegel, neoplatonizm; yeni Platoncular, yeni Kantçılar, yeni Hegelciler… Yani onlardan sonra gelen ve onu yorumlayıp yeni bir fikrî ve felsefi hareket oluşturan isimler… Türkiye’de biz bunu dillendirmekten korkuyoruz ya da dillendirmiyoruz. Ben diyorum ki Türkiye  Cumhuriyeti’nde Mehmet Âkif ’in İstiklal Marşı- ki ben bunun sembolik bir anlamı olduğunu düşünüyorum –aslında bir marştan ibaret değildir, bir felsefeyi ifade eder. Bu Cumhuriyet’in kökleri nin dayandığı isim, Âkif ’tir. Felsefe de buraya dayanıyor. Bunu; “yeni Âkifçilik”, “yeni Âkifanelik” olarak isimlendirebiliriz. Âkif gibi düşünen, Âkif gibi yaşayan… Mesela bizim düşünce geleneğimizin, İslam düşünce geleneğinin önemli bir ismi var: Zekeriya Er-Râzî… İyi bir tabiptir. Modern  tıbbın da bugünkü anlamda öncüsüdür ve tıpta  asistanlık sistemini oturtan bir isimdir. Onun Filozofça Yaşam adında bir kitabı vardır. Filozofça yaşamı ve Sokrat’ı anlatır. Genelde Sokrat kitap yazmamıştır ama filozofça yaşamıştır ve filozofça  konuşmuştur. İşte Platon’un talebesi ve ondan sonra gelenler bu felsefeyi sürdürmüştür. Bence filozofça yaşamın örneği Âkif ’tir. Hem duruşuyla hem yaşantısıyla hem de fikriyatıyla… Biz buna artık bugün Âkifane düşünmek, Âkifane yaşamak diyebiliriz. Dolayısıyla ikinci isim olarak,-tabi  birçok isim sayabiliriz- bunu ekolleştirenler olarak, yeni Âkifaneler ortaya koyan isimler olarak, Nurettin Topçu’nun isyan ahlakı-hareket felsefesi  ve Sezai Karakoç’un diriliş felsefesi olarak kavramsallaştırıyorum. Belki bunun üzerine daha çok konuşmalıyız diye düşünüyorum. Nurettin Topçu’nun Yarınki Türkiye’si bile bana kalırsa Akif ’ten ilhamını alan ve Cumhuriyet’in nasıl kurulması gerektiğini anlatan bir eser… Aslında bir mücadeleyi yaptık, devleti kurduk ama bu devletin ruh cephesinin manevi işçilerine ihtiyacı mız var. Nümayişsiz, gösterişsiz hiçbir hesap kitap yapmaksızın bu çabayı ortaya koyacak insanlara ihtiyacımız var. Ben o nedenle aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci periyodunda, artık ikinci yüzyılın başlarında 2023 ve 2024’le devam edecek süreçte, hem Topçu’nun Yarınki Türkiye’sinden hem Sezai Karakoç’un o hiçbir zaman ümitsizliğe  düşmeyen, her an yeni bir ümitle, her sabah yeni bir uyanışla yeni bir harekete konu edebileceğimiz bir anlayışın var olabileceğini düşünüyorum. Çünkü dünya her gün yeniden kuruluyor. Ben bu fikri zemini zor zamanlarda bulan insanların çok iyi tespit ettiğini, hiçbir zaman ümitsizliğe düşme diklerini ve her an yeniden ruhen, manen ve fikren inşa etmek gerektiğini bunları vurguladığını  düşünüyorum. Bu isimler aynı zamanda bugüne gelmemizin çok önemli sembol isimleridir diye düşünüyorum.

Cumhuriyet Türkiye’sinin yol açıcı felsefecileri, düşünce insanları olarak kimleri işaret edebilirsiniz?

Babanzâde Ahmet Naim’in çok önemli olduğunu düşünüyorum. Özellikle Darülfünun’da  önemli felsefeciler var. Doğru bulmadığım şöyle de bir şey var. Sanki Türkiye Cumhuriyeti kurulurken dışarıdan gelen felsefeciler aracılığıyla bizde  felsefe var oldu. Hayır, Cumhuriyet’in erken dönemindeki düşünürlerimiz, münevverlerimiz Batı’yı  bildiği gibi; Kant’ı, Hegel’i bildiği gibi; Spinoza’yı bildiği gibi; Aristo’yu, Platonu bildiği gibi bunların geleneğini sürdüren Farabi ve İbni Sina’yı da çok iyi biliyorlardı. Nitekim eğer İbn-i Rüşd  olmasaydı, Farabi olmasaydı, İbni Sina olmasaydı belki bugünkü insanlık Aristo’yu da Platon’u da hakkıyla tanıyamayacaktı. Aristo’nun tüm eserlerini alıp tercüme eden en önemli isimlerin başında İbn-ü Rüşd gelir. İbn-i Rüşd, Aristo’nun tüm  eserlerini o günkü şartlarda almış, bunları tercüme etmiş ve yorumlamıştır. Ve İbni Rüşd’ü Batılılar “şarih yorumcu” (commentater) olarak tanır. Şarih şöyle dedi, Şarih böyle dedi derler. Ve ondan  daha öncesinde Kindi, Farabi, İbni Sina gelene ği üzerinden müthiş bir tartışma zeminimiz var. Gazali’nin bunlara eleştirisi var: Mekasidul Felasife. Ve Osmanlı… Yani Cumhuriyet’in üzerine inşa olduğu, aslında çok köklü bir gelenek var demiştim. Aslında bugün, Cumhuriyet’in 100. Yılında  çok güçlü bir fikri zeminimizin, düşünce zeminimizin olduğunu ki gerçekten sanki yeni kurulmuş  gibi bir heyecanımız var. Bu kök, bence zengin bir geleneğe dayanıyor. Ve bu gelenek Tehafüt geleneği olarak sürdü. Tehafüt geleneği diye bir gelenek  vardı; tartışmalar geleneği… Bu tartışma, Gazalinin başlattığı filozoflara eleştiriyle başlayan tartışmaları sürdüren gelenekti. İşte Babanzâde Ahmet Naimler, Yahya Kemaller, Ahmet Haşimler… Tabii bunları biz daha çok edebiyatçı biliyoruz ama bunların güçlü bir felsefi zeminleri var aslında. Ben felsefeci, yol açıcı bir felsefeci, bir filozof  olarak yine Âkif ’i görmeliyiz diyorum. Hilmi Ziya Ülken önemli bir isim, Nurettin Topçu… Nurettin Topçu şunun farkındadır: Yeni kurulan bir Cumhuriyet vardır ve bu Cumhuriyet’in fikrî ve felsefi bir çabası da olmalıdır. Nurettin Topçu Sorbonne’dan reddedilemeyecek bir teklif almasına rağmen ülkesine döner ve 40 yıl öğretmen olarak çalışır. O günün İstanbul Üniversitesi’ndeki felsefe bölümünde yer alamaz; asla bir kırgınlık, asla bir küskünlük yaşamaz, felsefe öğretmeni olarak kalır. Kendisinin zaten iftiharla söylediği şey “felsefe muallimi” olduğudur. Felsefe muallimi olarak hareket felsefesiyle, kitaplarıyla, öğrencileriyle hep felsefe çabası ortaya koyar. Dolayısıyla ben, Nurettin Topçu’yu Cumhuriyet Dönemi’nin yol açıcı felsefecisi olarak, en önemli isimlerden bir tanesi olarak görüyorum. Tabii Topçu üzerine uzun uzun konuşma yapılabilir. Ama ikinci bir isim daha zikretmek istiyorum. İhmal edilen, göz ardı edilen bir isim: Erol Güngör… Erol Güngör rektörlük yapmış bir meslektaşım, onunla iftihar ediyorum. Erol Güngör ismi gerçekten çok değerli bir isim çünkü geleneği çok iyi okumuş, ahilik  geleneğinin son temsilcisidir dedesi… Böyle de bir geleneğin evladıdır. Bu isimlerin her biri de aslında aynı zamanda çok asil köklerden gelen, fikri köklerden gelen insanlar. Mesela onun “sosyal ahlak” felsefesinin ben hâlâ bir şaheser olduğunu düşünüyorum. Sosyal ahlak ve ahlak psikolojisi… Ve burada da genç Türkiye Yazarlar Birliği’nde de bir Erol Güngör Okumaları yapılmasından yanayım çünkü İslam’ın Bugünkü Meseleleri diye kaleme aldığı önemli bir eseri var. İslam Tasavvufunun Meseleleri bir diğer eseri… Erol Güngör, sosyal psikolog aynı zamanda. Birçok fikrî geleneği çok iyi özümsemiş biri. Onu önce kendi geleneğini, sonra Amerika’ya, Avrupa’ya gidip oraları çok iyi özümseyerek tam da Cumhuriyet Dönemi’nin ihtiyaç duyduğu ve beraberinde var olan sorunlara çözüm oluşturacak fikirler elde etmiş biri olarak görüyorum. Erol Güngör ismi de bu anlamda bir yol çizgisi. Tabii bununla beraber yakın zamanda kaybettiğimiz çok erken dönemin felsefecilerinden Mübahat Küyel Hoca… Türkiye’nin belki de ilk kadın felsefecilerinden… Bir filozoftur; İbni Sina, Farabi üzerine çalışmıştır. Mübahat Küyel Hoca Cumhuriyet’in ilk yıllarında Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan Dil Tarih Coğrafya Fakültesi hocalarından biri. İşte yine bilim felsefesi, bilim tarihi alanında Aydın Sayılı hocamız Mübahat Küyel’in sınıf arkadaşıydı, bi- zim de hocamız oldu. Biz burada geçen yıllarda andık Necati Öner Hoca mesela… Necati Öner Hoca’nın İnsan Hürriyeti kitabının, Felsefe Yolunda Düşünceler kitabının mutlaka okumalarının yapılması lazım. Necati Öner Okumaları’nı da burada gerçekleştirmek lazım. Çünkü Necati Öner Hoca da çok erken dönemde az önce söylediğim isimlerin fikriyatıyla yetişmiş ve yeni fikirler ortaya koymuş bir isim. Biraz daha mantık hocası olarak ortaya çıkan birileri, bir isim, ben bu anlamda yaşayan filozofların da olduğunu düşünüyorum. İşte Mehmet Bayraktar Hoca bana göre bir filozoftur, Ahmet İnam Hoca bir filozoftur. Her insanın beslendiği kaynaklar farklı olabilir, Ionna Kuçuradi yine bu dönemde, Cumhuriyet Dönemi’nde önemli bir isimdir. Özellikle etik üzerine Ahmet İnam Hoca, biraz daha bizim geleneğimizi gönül felsefesi, can felsefesi olarak ortaya koyan ve Anadolu irfanını yeni felsefî kavramlarla ifade etmeye çalışan bir isimdir. Bugün hâlâ yaşayan Süleyman Hayri Bolay Hoca doksan yaşına yaklaştı, çok önemli bir felsefeci-filozof… Batı’da olsa, bunlar çağdaş filozoflar olarak hep dillendirilir; ülkemizde bu kadirşinaslığı biraz daha fazla göstermemiz, vefayı biraz daha fazla göstermemiz gerekir diye düşünüyorum.

Yaşadığımız çağın gündeminde bütün dallarıyla sosyal bilimler, sanat ve kültür kendine yer bulabilecek mi? Sosyal bilimlerin önemine insanımızı nasıl ikna edebileceğiz?

          Tabii çok önemli bir konu aslında. Bunların  belki her biri, bir seminer konusu. Soruların hepsi aslında bir konferansın konusu. Kesinlikle sosyal bilimler, sanat ve kültür bence bundan sonra da  kendine yer bulacaktır. İnsan, sosyal bir varlıktır. Teknoloji bizi ne kadar kuşatırsa kuşatsın ne kadar ilerlerse ilerlesin, Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”nde olduğu gibi insanlar kendini ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra mutlaka ve mutlaka manevi boşluklarını, duygu boşluklarını sosyal bilimlerle -ki ben sosyal bilimleri Farabi gibi medeni bilimler olarak tanımlıyorum- Farabi’nin medeni ilimleri aslında bütüncül bir ilimdir. Kısa ca onu şöyle ifade edelim: Farabi aslında ilimler sınıflaması -ihsâu’l ulûm-yapar. Dil, mantık talimi, ilim, metafizik ilimler ve medeni ilimler olarak sınıflar. Medeni ilimlerin içinde de siyaset, ahlak, felsefe, fıkıh vardır. Ben bugün “sosyal bilim” dediğimiz kavrama Farabi’den ödünç alarak “medeni ilim” diyorum. Buna Almanlar “manevi ilimler” dediler. Cassirer’in “kültür bilimleri” tabiri var. Buna “insani ilimler” diyorlar. Bu bilimler yani sosyal bilimler, medeni bilimler, kültür ve sanat, aslında insanın sosyal varlık olarak, medeni  bir varlık olarak en önemli tarafını dolduran alanlardır. Belki insan koşuşturmacalardan, belki bazı imkânsızlıklardan dolayı bu alanlara eğilmemiş, eğilemiyor olabilir. Ancak bundan sonraki günlerde insanlığın daha fazla teknik ve teknolojiyle kuşatıldığı bir dönem diliminde insanlığı ayakta tu tacak, insanlara insan olduğunu hatırlatacak, unutturmayacak ve dünyanın daha yaşanabilir, daha barışçıl, daha huzur içinde yaşamasına imkân verecek yegâne disiplinlerin sosyal bilimler, kültür ve sanat bilimleri olduğunu düşünüyorum. Hatta bunu bizim belki de bu bilimin mensuplarının daha iyi bir şekilde anlatması gerektiğini dü şünüyorum. İkinci soru aslında tam da bu. Yani bu sosyal bilimlerin önemini insanımıza nasıl anlatmalıyız? Evet, önemli olan kısmı bu. Çünkü insanlarımız belki de bu çağın gereği olarak hep homo-economicus, ekonomi insanı, yani geçim  derdiyle kendini var etmeye çalıştığı için, hep bunu öncelediği için belki de kültüre, edebiyata, sanata olan ihtiyacını tam anlamıyla fark edemiyor. Ben buradaki en önemli argümanımızın, gerekçemizin şu olduğu kanaatindeyim: Tüm bu ekonomik imkânlara rağmen, insanların refah seviyesinin yükselmesine, maddi anlamda çok iyi noktalara gelmiş olmalarına rağmen, insanların çoğu hep bir manevi yoksunluk yaşamaktadırlar. İnsanlar mutlu değil. İnsanlar huzurlu değil. Hatta refah düzeyleri yükselmiş olmasına rağmen in tiharların arttığı, krizlerin arttığı sosyolojik istatistikler var. Son covid de bize şunu gösterdi; insanlar bir an boşluğa düştü, eve kapandı ve birçok ülkede yalnızlık bakanlığı kuruldu. İntiharlar arttı. Çok önemli isimler, 7/24 çalışan insanlar bunalıma girdi. İntihar yaşları çok erken yaşlara düştü. Ben bunalımdan kurtulmanın, insanların hep aramış olduğu o mutluluğu, huzuru onlara sağlayacak en önemli bilim alanın, uğraş alanının sos yal bilimler, kültür, edebiyat, sanat olduğunu düşünüyorum. Farabi, ilimler sayımında en zirvedeki, en üst düzey ilim olan medeni ilimi zikrederken, tâ o dönemde, 8.yüzyılda Tahsilu’s-Sa’ade (Mutluluğun Kazanılması) adında bir kitap yazdı. Tahsil, sürekliliği olan bir şeydir. Sa’ade kelimesini  bugün de saadet olarak çok sık kullanırız. Farabi  şöyle diyor: «Bu dünyadaki mutluluk, felah, yani sürekli manevi iyi hâlde olma; bir de bu dünyadan sonra bizim yaşayacağımız bir hayat var. Aristo’nun da Platon’un da işaret ettiği bir hayat.  Ona da “necat” diyor. Biz aynı zamanda bu dünyada mutlu olurken, medeni olurken daha erdemli, daha değerler odaklı giderken, aslında kültürle, edebiyatla, sanatla yaşarken, bundan sonraki hayatta da bir kurtuluş, bir mutluluk yaşayacağız. Mutluluk sadece buraya özgü değil. Bu anlamda çok kapsamlı bir kurtuluşu da bize işaret ediyor. Dolayısıyla ben sosyal bilimlerin önemini insanla rımıza bundan sonraki dönemlerde maddi  imkânların, fırsatların hiçbir şekilde insanları nihai bir mutluluğa ulaştıramadığını dile getirerek, tüm bunlara sahip olan insanlar en nihayetinde  bir eksikliği hissettiklerini hep söylerler. Bununla  ilgili bilimsel çalışmalar da var. İnsanlar ne zaman  tüm bu imkânlardan sonra bir değeri öğretmek  gibi bir yola, bir sanatsal faaliyete, bir kültürel, edebî faaliyete, bir gönüllü faaliyete, bir sosyal so rumluluk içeren çaba içine girdiğinde kendini daha huzurlu ve daha mutlu gördüğünü biliriz. Ama buraya bir Sosyal Bilimler Üniversitesi Rektörü olarak biraz daha akademik bir yaklaşım da getirmek isterim. Ülkemizde ilk sosyal bilimler temalı devlet üniversitesi kurulmuş olmasını da çok önemsiyorum. Bu üniversite de aslında bize şunu gösteriyor; tüm ülkelerin maddi kalkınmaları, gayrisafi millî hasılalarına rağmen, her ülkenin bireyleri başına düşen gayrisafi millî hasılalarını önemli görmekle beraber, tüm bu kalkınmalarla beraber insanların sosyal kalkınmasının, sosyal açıdan dil anlamında, kültür anlamında hangi aşamaya geldiklerini de kendi o millet olma köklerine, tarihine, geleneğine, örflerine ne kadar bağlı olduğunu da çok iyi bilmeleri adına bu çalış malar yapılıyor. Yani kalkınmaların artık sosyal kalkınmalar kısmı da önem arz ediyor. Ayrıca bugün teknik ve teknolojik gelişmeleri, aynı zamanda sosyal bilimlerle yani bu gelişmelerin sosyal etkileri, etki analizleri ve insanlara nasıl bir tesir bıraktığının da bilimsel olarak çalışılması gerekiyor. Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nde biz  Türkiye’de ilk kez ‘sosyal bilimler altyapı projesi’ diye bir projeyi Cumhurbaşkanı aracılığıyla devraldık ve bunun çıktısı olarak da Sosyal Araştırmalar ve Yenilik Enstitüsü kurduk. Burada amaç şu: İnsanlığı bekleyen, muhtemel yaşanacak hem  ülkemizi hem insanlığı bekleyen ya da insanlığın  dışında gelişen muhtemel sorunları teknikle, tek nolojiyle çözmek. En başta mesela iklim krizleri bekleniyor. İklim krizleriyle birlikte doğabilecek göçler, ekonomik, siyasi, uluslararası sorunlar, tüm bu sorunların çalışıldığı ve bu sorunlara yenilikçi bir yaklaşımla muhtemel senaryoları, çözümleri sunan, bir enstitü olarak kuruldu. Dolayısıyla  bundan sonra insanlığın yaşayacağı en önemli sorun ve problem alanları sosyal bilimler marifetiyle çözülecektir. Başka türlü bunlar çözülemeyecektir. Az önce söylediğim salgında bile insanlar bir sürü  teknik ve teknolojik imkânlarımıza rağmen küçücük bir virüs karşısında yetersiz kaldığımız, tıbbın bile çaresiz kaldığı yerde hep insanlarımız nasıl ayakta kaldı? Belki de bunda en başarılı olan ülkelerden bir tanesi bizdik. Dayandığımız köklerimizle, maneviyatımızla, psikolojimizle. Ve hep bu dönemde sosyolojiye, toplumsal dayanışmaya vurgu yaptık. Gönüllü çalışmalar ortaya konuldu. Geleneksel uygulamalarımızla büyüklere yardımlar yapıldı. Psikoloji ve sosyoloji ilminden yararlandık. Dolayısıyla sosyal bilimler bundan sonraki dönemde yapay zekâ çalışmalarının, robotik çalışmaların, yazılımlarla, teknolojik gelişmelerle daha çok kuşatıldığımız bir dönemde daha insanca yaşamamıza imkân verecek, bize teorileri sunacak disiplin diye düşünüyorum sosyal bilimleri. Bu konuda iki isme işaret ederek cevabımı tamamlayacağım. İngiliz fizikçi Stephan Hawking vefat etmeden önce yapay zekâ çalışmalarının insanla rın sonunu getireceğini söyledi. Aslında ne demek istediğini çok iyi anlamalıyız. Aslında insanlık bu  teknik ve teknolojik gelişmelerle hayatı kolaylaştırırken, bunlarla insanlığın, dünyanın sonunu getirecek çalışmalara da sosyal bilimler perspektifinden yaklaşılmasının zaruri olduğunu gösteriyor. Michio Kaku Japon asıllı Amerikalı bir fizikçi. Türkçeye birçok eseri çevrildi. Geleceğin Fiziği kitabında 01.01.2100 yılından bir kesit sunuyor. Diyor ki: “İnanılmaz bir teknik ve teknolojik gelişme olacak ama herhâlde yeryüzünde artık insan diye bir varlık kalmayacak belki de.” Çünkü bilim; ahlakını, merhametini kaybediyor. Dolayısıyla teknik bir teknoloji alanındaki, tıp ve sağlık alanındaki inanılmaz gelişmeler aynı zamanda belki de acaba insanlığın yok oluşunu mu hazırlı yor? Bu soruları soracak, bunlar üzerine düşünmeyi gerektirecek bilim dalları sosyal bilimler, medeni ilimlerdir. Felsefe, psikoloji, sosyoloji, edebiyattır. Hatta bu anlamda yeni edebiyatın, yeni edebiyat türlerinin, roman ve hikâyelerin muhtemel bu teknik ve teknolojilerin gelişmesi karşısında insanın yüz yüze kalacağı sorunları anlatmalı diye düşünüyorum. Bu anlamda edebiyatçılara, tarihçilere, ilahiyatçılara hatta sanatçılara çok büyük iş düşüyor. İnsanlığın bu gidişattan çıkışını sağlayacak yani bu muhtemel tehlikeleri ha tırlatacak en önemli disiplin sosyal bilimlerdir. Ve  çözümleri de sunabilecek yine sosyal bilimlerdir diye düşünüyorum.

Türkiye Yazarlar Birliği’nin genel başkanlığı görevini yürütüyorsunuz. Yarım asra yak laşan mazisiyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin Türk edebiyat ve kültür hayatında çok önemli bir işlev yüklendiğini görüyoruz. Birliğin mis yonunu, nasıl bir boşluğu doldurduğunu sizden dinlemek isteriz.

Aslında şu ana kadarki soruların bir yerde cevabı niteliğinde olan hususlar aynı zamanda Türkiye Yazarlar Birliği’nin bir vizyonu ve misyonudur. Türkiye Yazarlar Birliği 1978 yılında Mehmet Doğan’ın başkanlığında ve beraber olduğu arkadaşlarıyla, kendi millî-manevi değerlerini Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki en başta Mehmet Akif Ersoy, Nurettin Topçu, Erol Güngör, Tarık Buğra olmak üzere bu fikir ve düşünce isimlerini kendi kültür, edebiyat, fikir ve sanat  tarihlerinin en önemli zemini olarak kabul etmiş  bir kuruluştur. Türkiye’de başka bir örneği yoktur. Alanında belki de kültür, fikir, sanat faaliyeti yapan en nadide, en özgün kuruluşlarımızdan bir tanesidir. 45.yılına geldiğimiz bir kuruluştur. Ben bu alanda kuruluşumuzu en uzun soluklu, kesintisiz, aynı Cumhuriyetimiz gibi güçlenerek, büyüyerek zirveye doğru giden bir yapı olarak görüyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderiyle kaderdaş olduğunu düşünüyorum. Yani yarım asrı en azından Cumhuriyet’in belki de o ikinci ellinci  yılı dolayısıyla tam da Topçu’nun Yarınki Türkiye’sini, Türkiye’nin o ruh cephesinin manevi işçiliğini yapmak üzere. Tabii bu ruh cephesinin ma nevi işçiliğini kültür, edebiyat, fikir ve sanat olarak anlamamız gerekiyor. Kastımız bu ve misyonu; kültür, fikir, edebiyat, sanat üzerinden medeni bir  dünya oluşturmak. Türkiye Cumhuriyeti’ni daha medeni, entelektüel düzeyleri yükseltmek; daha münevver, daha mütefekkir insanların arttığı bir zemini çoğaltmak olarak söyleyebiliriz. Çünkü bugün birçok edebî/akademik eserleri görüyorsunuz, okuyorsunuz. Bir entelektüel yoksunluk var. Zayıflık var. Bu sadece bir alana yoğunlaşmakla elde edilmiyor ne yazık ki. Belki de en büyük so run bu. Bir alanın tek başına uzmanı olmak yetmiyor. Tabii bugünkü bilim paradigmasında da  temel bir sorun var. Bugün o 19. yüzyıldaki mantıkçı pozitivizm ile inşa olunan, şu an tüm dünya yı etkisi altına alan bilim paradigması da ne yazık ki sosyal bilimleri dışlamıştır. Sosyal bilimler zaten ikinci plana itilmiş. Önemi dünyada ve ülkemizde yeni yeni fark ediliyor. İnsanlığın şu an içine düştüğü krizin ve bunalımın ana nedeni budur. Türkiye Yazarlar Birliği aslında ülkemizde o kalkınma hamlelerinde maddi kalkınmalara manevi kalkınmayı katmayı amaçlayan yani kültür, fikir, sanat hayatındaki boşluğu doldurmak üzere kurulmuş bir kuruluştur. Ve ben ayrıca bu kuruluşu en baştan itibaren sorduğunuz o sorulardaki yani Cumhuriyet Türkiye’sinin o düşünce geleneğinin, o kurucu düşünürlerin, felsefecilerin, münevverlerin aslında hikâyelerini sürdüren bir sivil toplum  kuruluşu olarak görüyorum. Türkiye Yazarlar Bir liği aynı zamanda gerçek anlamda bir sivil toplum kuruluşu, gerçek anlamıyla kamu yararına bir kuruluş. Ve biz gönüllü bir kuruluşuz, kamu yararınayız ve halkımızın ihtiyaç duyduğu bu çalışmaları tamamen gönüllülük esasıyla yürütüyoruz. Bu anlamda iki temel kavramımız var: Birincisi, istikamet üzere olmak… Bu istikameti biz yine Türkiye Cumhuriyeti’nin bin küsur yıldır devamı  olduğu bu fikrî zemin olarak anlıyoruz. Bu istikametten hareket ediyoruz. O yerli ve millî olmayı biz böyle anlıyoruz. Medeniyet kökleri dediğimiz şeyi böyle anlıyoruz. Bin yıldır bizi neler var  etti? Biz nelerle ayakta kaldık? Hangi değerlerle?  İşte bu istikametimiz. Türkiye Yazarlar Birliğinin ikinci kavramı da samimiyet… Yani gönüllülük, gerçek anlamıyla gönüllülük. Hiçbir maddi hesap,  hiçbir ekonomik çıkar, makam-mevki beklentisi olmaksızın, tamamen samimilikle yine Nurettin Topçu’nunki gibi nümayişsiz, gösterişsiz, hiçbir beklenti ortaya koymadan bu çabayı ortaya koymak… Ben bu anlamda Türkiye Yazarlar Birliği ni “yeni Akifâne”yi sürdüren, Akif ’in hikâyesini bıraktığı yerden devam ettiren, Âkif’in ideallerini, Âkif ’in hayallerini, Âkif ’in aslında olmasını  istediği fikriyatı sürdürme gayretinde olan bir sivil toplum kuruluşu olarak görüyorum. Nurettin  Topçu’nun ahlak davamızda, maarif davamızda, Yarınki Türkiye’de işaret ettiği ideallerini, hayallerini, felsefesini sürdürmeye çalışan, yeni Topçuluk  fikriyatı oluşturan - ki burada Safahat okumaları ve Topçu okumaları yapıldı, onlara devam edeceğiz -bir kuruluş olarak görüyorum. Yazarlar Birliği’nde kurulduğu günden itibaren yirmi kü sur yıldır en uzun süren Mesnevi okumaları devam ediyor. Aslında bu şuna da işaret ediyor: Mesnevi aynı zamanda Anadolu’yu mayalayan, Yunus düşüncesi, Mevlâna düşüncesi, insan merkezli bir irfan geleneğini de savunan dolayısıyla biz Mesnevi okuyarak yeni bir Mevlâna geleneği yani kültür, fikir, edebiyat faaliyetlerimizde Mesnevi’den ruhunu alan bir çalışma… Ve Sezai Karakoç’un o diriliş hikâyesini, diriliş ideallerini sürdürmeye çalışan aslında bu bayrakları, onların bayraklarını ayakta tutmaya çalışan ve sürdüren bir yapı olarak düşünebiliriz. Bunlar fikir bayrağıdır, düşünce bayrağıdır, edebî bayraktarlıktır; Yazarlar Birliği bu anlamda belki de fikrî zeminde böyle ama  edebî anlamda da Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Tarık Buğra gibi birçok  edebiyatçının hatta bizim şu an coğrafyamızın dı şında da olsa da Cengiz Aytmatov’un -ki Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir aynı zamanda Aytmatov- edebiyatını, edebî düşüncesini, dünya edebiyatının insanlığa katkı sunan ve insan merkezli medeni tasavvurlar içeren dünya edebiyatının tüm önemli isimlerini kendine temel zemin alan bir  sivil toplum kuruluşudur diyebiliriz.

Kıymetli Hocam, vakit ayırıp sorularımızı içtenlikle cevaplandırdığınız için teşekkür ederiz.

Bizim Külliye Dergisi 95. Sayı Mart-Nisan-Mayıs 2023

Bu yazı toplam 264 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim