• İstanbul 17 °C
  • Ankara 15 °C

Cumhuriyet’in 100. yılında okunacak kitaplar 3

Cumhuriyet’in 100. yılında okunacak kitaplar 3

 

“Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu”

*

Cumhuriyet bu sene yüz yaşına giriyor.

Memlekette yaygın bir cumhuriyet övgüsü var, bu yıl kim bilir kaça katlanacak.  

Cumhuriyet övgüsü esas olarak 1950’ye kadardır.

1950’da halkın seçimle iktidarı değiştirmesi elit cumhuriyetçileri bozguna uğratmıştır. O yüzden cumhuriyet değerlerinin çiğnendiği iddiasını yükseltmeye başlamışlardır. 1950’ye kadar gerçek cumhuriyettir, ondan sonra tahrif edilmiş cumhuriyet!

Neden böyle denilir?

Sistem seçime rağmen ideolojinin devamı üzerine kurulmuştur. Halbuki 1950’de halk ideolojiyi reddeden bir seçim yapmıştır. Bu redde rağmen ideolojiye dokunulmamış, Demokrat Parti böylece yoluna devam edebileceğini sanmıştır.

10 yıl sonra darbe! Buna “10. yıl darbesi” diyebiliriz! “On yılda darbeciyiz her rütbeden!” İdeolojiye rağmen Türkiye’yi yönetmeye çalışan seçilmiş iktidar alaşağı edilmiştir.

Benzer müdahaleler (12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 15 Temmuz ve çok görünür olmayanları) seri halinde devam etmiştir.

Cumhuriyetin. 100. yılında farklı bir darbe ile karşılaşma ihtimali vardır.

Cumhuriyet tarihini, resmi ideolojinin mahiyetini en doğru şekilde kavramak için D. Mehmet Doğan’ın kitaplarını size tanıtacağız.

Üçüncü kitap: Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu.

“Mağlubiyet İdeolojisin Sonu” kitabı hakkında Ahmet Doğan İlbey’in yazısını sunuyoruz:

Kemalist cumhuriyet "mağlûbiyet ideolojisidir"

Saltanat ve Monarşi taraftarı değiliz. Millet değerlerimizle uyuşan millî bir Cumhuriyet sisteminden yanayız elbet. Kemalist ideolojisinin Türkiye’ye dar gelmeye başladığı şu günlerde Atatürkçü Cumhuriyet rejiminin Müslüman Türk milletinin temel değerleriyle uyuşmadığını anlamak için Türkçenin hasbî müdafîi D. Mehmet Doğan’ın Kemalist Cumhuriyet târihinin surlarında gedik açan, Millî Mücadele’ye dair resmî tarih bilgileri yerine gerçeğini anlatan “Mağlûbiyet İdeolojisinin Sonu” (Yazar Yayınları) adlı kitabına müracaat etmek lâzım.

Kemalist şeflerin Millî Mücadele’de dâva arkadaşı oldukları, fakat kurulacak olan Cumhuriyetin ilkelerinde anlaşamadıkları Kâzım Karabekir gibi bâzı paşaları mertçe olmayan usûllerle tasfiye edişleri, İstiklâl Savaşı’nın açıklığa kavuşturulmayan yönleri, Fransa tarzı laikçi ve pozitivist cumhuriyetin ilân ettirilişinde başta İngiltere olmak üzere dış baskılar, Türk milletinin irfanını özünden koparan zorba “devrimlerin” karanlık yüzleri “Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu” nda belgelerle anlatılmaktadır.

MİLLETİ OLMAYAN CUMHURİYET

Kemalist Tek Parti şeflerinin Halk Fırkası’yla başlayan “Halksız Cumhuriyeti” nasıl yerleştirmeye çalıştıklarını, “Türklük” ve “kimlik” üzerinde yapılan içi boşaltılmış târiflerin Müslüman Türk milletinin değerlerinden ne kadar uzak “kurgusal” târifler olduğunu, Cumhuriyet seçkinlerinin milletsiz ulusçu bir rejim arayışlarını, İstiklâl Harbi’nin Hint ve Pakistan Müslümanlarının nakdî ve diplomatik destekleriyle nasıl başarıyla neticelendiğini resmî târih sansürüne tâbi olmadan yazıyor bu kitap.    

M. Kemal’in başkanlığında ilk Meclisin açılışının özellikle Cuma gününe getirildiğini, hatm-i şerifler, Buharî-i şerifler okutulduğunu, Hacı Bayrâm-ı Velî Câmiinde M. Kemal’in de olduğu bir cemaatle cuma namazı kılındığını, câmiden sonra önde dinî semboller taşıyan ulemadan kişiler olmak üzere Meclis binasına gidildiğini, M. Kemal’le vekillerin hilafetin, vatanın ve milletin istiklâlinden başka maksat gütmeyeceklerine yemin ettiklerini bu kitaptan etraflı bir şekilde öğreniyoruz.

İLK MECLİS’TE “MİLLET Mİ?” “ULUS MU?” TARTIŞMALARI

“Kimlik Değiştirme İnkılâbı” başlıklı yazı küllenmiş kimlik yaramıza neşter vuruyor. Türklüğün Müslümanlıkla aynı mânaya geldiği hakikati göz ardı edilerek, İslâm mâzisiyle zihnî irtibatı koparılmış ve laikleştirilmiş bir Türk kimliği dayatması hâlâ açıklığa kavuşmamış bir mesele… İlk Meclis’te “millet mi?”, yoksa Fransız menşeli “laik ulus mu?” tartışmaları başlar. Kemalistlerin “ulus” fikri tepeden inme bir şekilde resmî kavram olarak yürürlüğe girer. 

“M. KEMAL DEVLET KURUCUSU MU, CUMHURİYET KURUCUSU MU?”

Devlet ayrı, cumhuriyet ayrı bir kavram. Devlet olmadan cumhuriyet olmaz. Kemalist solcu ve sağcı seküler milliyetçi cenahın hiç yanaşmadığı bir mevzu olan “M. Kemal devlet kurucusu mu, yoksa cumhuriyet kurucusu mu?” meselesine ilk kez bu kitap temas ediyor. Ve anlıyoruz ki M. Kemal devlet kurucusu değil, Osmanlı Devleti bakayası olan laikçi ve pozitivist bir cumhuriyet rejiminin kurucusudur. M. Kemal’in “kurtarıcı”, Vahdettin’in “hain” edilmesinin ideolojik arka plânını sarahatle gün ışığına çıkarıyor adı geçen kitap. Yakın tarihin hakikatlerini cesur bir şekilde işleyen kitabın Kemalist rejimin çekmeye cesaret edilememiş çivilerinin çekilebileceği şuurunu da verdiğini belirtelim.

KURTULUŞ SAVAŞI MI, MİLLÎ MÜCADELE Mİ?

“Millî Mücadele, Çılgın Türklerin değil, gâzi ve şehit Türklerin savaşı” dır diyen ve Kemalist târih ezberlerimizi bozan kitaptan hülâsa ettiğimiz aşağıdaki satırlar resmî tarihin temel kavramları ve hâdiseleri zihinlerimize hiç de doğru yerleştirmediğini anlatıyor:  “1919-1923 arası dönem zamanında Millî Mücadele, Millî Mücahede, Millî Cidâl ve İstiklâl Harbi gibi isimlerle anılmıştır. Sonradan bu isimlendirmeler bir kenara bırakılarak Kurtuluş Savaşı adlandırması öne çıkarılmıştır.” Atatürkçü resmî târihin zihinlerimize yanlış naklettiği kavram ve isimlendirmeler o kadar çok ki:

“KURTULUŞ SAVAŞI” DEĞİL, “İSTİKLÂL SAVAŞI’DIR”

“Türkiye’nin 1918-1922 dönemi, ‘kurtuluş savaşı’ olarak adlandırılabilir mi? Sömürgeleştirilmiş ülkelere mahsus bu tarz bir mücadele veya savaş Türkiye’de cereyan etmiş midir? 1918’den sonra Türkiye sömürgeleştirilmemiş; fakat müstakilliği zedelenecek şekilde müdahalelere maruz kalmıştır. Bu yüzden İstiklâl Harbi adlandırması doğru bulunabilir. Müstakil olmak için yürütülen bu mücadele, Türkçe bakımından kusurlu, uydurma bağımsızlık kelimesi ile ifade edilmek istenirse, ‘Bağımsızlık Savaşı’ da denilebilir. Fakat Kurtuluş Savaşı deyimi gerçeğe tekabül eden bir adlandırma değildir.”

“HER ŞEYİN CUMHURİYET’LE BAŞLADIĞI TEZİ”

Adı geçen kitabın “Cehaleti Tahsil Etmek” başlığını taşıyan yazı “Her şeyin Cumhuriyet’le başlamadığını” ispat ediyor. Cumhuriyetçi aydınlar bir nas gibi inandıkları Kemalizm’i Cumhuriyetle aynı görmenin cehaleti içindedirler. Cumhuriyet, M. Kemal Paşa olmasaydı bile, Millî Mücadele’nin öncüleri olan birçok paşanın ve Mehmed Âkif, Hüseyin Avni Ulaş, Ali Şükrü Bey gibi münevveranın fikriydi ve muhtevası farklıydı. Yâni Cumhuriyeti yalnızca M. Kemal düşünmüş değildir. Her güzel ve erdemli hareketin Cumhuriyetle başlamadığı gibi, Cumhuriyetin erdemli olanı da illa ki Kemalist önderlerin kurduğu Cumhuriyet değildir. İnkılâp Târihi Dersleri’nin kurbanı olan en az üç neslin zihnî selâmeti için şu satırlar donmuş idrakleri açıcı fikirler veriyor:

“Her şeyin Cumhuriyet’le (...) başladığı tezi, yeni olmamakla beraber, tek parti iktidarının ve rejiminin hayli uzakta kaldığı 21. yüzyılda öne sürülmesi bir çağ yanılması (anakronizm) tesiri uyandırıyor. Türkiye’nin gündemine bir emekli subay derneğinin yöneticisinin beyanatı olarak giren, her şeyin Cumhuriyet’le başladığı, hatta ordunun Cumhuriyet’le kurulduğu görüşü fazla tartışılmadan unutulup gitti. Bu primitif, mantıktan, muhakemeden, akıl ilkelerinin sınamasından yoksun görüşlerin zaman zaman ortaya çıkması, inanç düzleminde, dogmatik bir tarzda savunulması, her şeyden önce Türkiye’nin yakın tarihinin çok az veya hiç bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki bu bilmeme, yani cehalet de tahsil ile elde edilmektedir! Bugünkü öğretim sisteminin belkemiği olan ideolojikleştirme, câhilleştirmeyi sistemli hâle getirmektedir. Türkiye’de ilköğretimden yükseköğretimin sonuna kadar okutulan inkılâp tarihi dersleri, kapsadığı dönemin gerçek anlamda bilinmesi yerine, hurafevî bir şekilde öğretilerek bilinmemesini sağlıyor. Bu yüzden, çok yüksek bürokratik ve hattâ ilmî mevkilere yükselmiş kişiler dahi böylesine câhilane görüşler ortaya atabiliyor.”

Kemalist târih tezinin yalanlarının en meşhurlarından olan “Bandırma Vapuru” ve M. Kemal’in Samsun’a kendi başına çıkması yalanlarını Atatürkçü güruh hâlen söylemeye devam ettiği aşikâr. Bu fahiş çarpıtma hakkında adı geçen kitap yüreğimizi soğutuyor: “Mustafa Kemal Paşa’nın sırf kendi kararıyla Samsun’a çıktığı veya padişahı kandırarak –atlatarak Anadolu’ya geçtiği, İngilizlerin durumdan haberdar olmadığı, olsa engel olacağı gibi ucuzundan kovalamacalı ‘Bandırma Vapuru’ senaryoları gerçekmişçesine piyasa sürülmüştür.” Hülâsa olarak; bu hâdise bütünüyle yalan ve ideolojik bir kurmaca. M. Kemal, Vahdettin’le görüşmüş, onun ahbaplığını kazanmış. Ona, “kulları Mustafa imzası ile bağlı olduğunu” bildiren birkaç mektubu mevcut.

“TÜRKLÜK SADECE ETNİK BİR AİDİYET Mİ?”

Yıllardır çeşitli fikir gruplarınca tartışılan “Türklük Sadece Etnik Bir Aidiyet mi?” sorusunun cevabını yerli yerince verilmiş değildir. Birkaç istisna fikir adamı dışında, Türklüğe dair yapılan târifler seküler ve eklektikti. Atatürkçü güruhun “ulusalcılık” altında dayattığı sun’î bir Türklük târifinin bâzı milliyetçi çevrelerde hâlâ esas alınması vahimdir. Bu meselenin vuzuha kavuşmuş târifini adı geçen kitap da tam mânasıyla yapmış:                                                                                                                                                                                                                                 “Türklük, sadece etnik bir aidiyet olsaydı, onu modern bir sentetik millî kimliğe dönüştürmek mümkün olabilirdi. Oysa Türklük, sadece etnik aidiyet değildir. Tarih boyunca çeşitli coğrafyalardan geçip gelmiş, Anadolu’dan batıya yönelmiş; fakat son asırda, olayların sevkiyle dalga dalga göçlerle tekrar ana topraklarda cem olmuş bir topluluğun kimliğini etnik tanımlamalarla oluşturmak imkânsızdır. Bir Türk, birçok şey olabilir; fakat bunlar onun Müslümanlığını ortadan kaldırmaz. Aidiyet unsurları içinde esas olan Müslümanlıktır. Müslüman olmayan veya Müslümanlığa karşı olan bir Türk ve Türkiyeli kimliğinin oluşmasının ve genelleşerek yerleşme şansının olmadığını, Cumhuriyet’ten seksen küsur yıl sonra daha iyi görebiliyoruz. Cumhuriyet’in ilk döneminde açıkça bir kimlik değiştirme programı uygulanmıştır. Dini dışlayan bu değişim projesi, öncelikle dinin alanını daraltmıştır. Dîni, devletle birlikte düşünmeye alışmış ve ‘dîn ü devlet’, mülk ü millet’ ibaresini şiarlaştırmış olan Türkler, dinle devletin ayrılmasından sonra da dar bir kesim hâriç, dinden uzaklaşmadılar...”

KEMALİST CUMHURİYET ORGANİK MİLLET VARLIĞINI YOK SAYDI

İçinde yaşadığımız Atatürkçü Cumhuriyetle ilgili meselelerin şahdamarına parmak basan “Mağlûbiyet İdeolojisi Son Perdeyi Oynuyor” başlığı altında yazılanlar Kemalist rejiminin bize ağyar olan “niteliklerini” bir kez daha ortaya çıkarıyor: “Türkiye’nin 1990 sonrasında yaşadıkları, eski kabullerin yıprandığını ve hatta çürüdüğünü; bu sebeple yeni ve köklü toplumsal kabuller üzerine bir yapı oluşturmak gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. (...) Türkiye’nin binlerce yıl içinde oluşmuş tabiî / organik millet varlığını yok saymak, halkın yazıya geçirilmese de zihninde, şuur altında duran meşruiyet temellerini reddetmek, günümüzde tam bir mağlubiyet ideolojisinin mümkün olabilecek en iyi ideoloji olduğu, hatta gerçek galibiyet ideolojisi olduğu yönündeki fikirler sistematik eğitim programlarıyla, yayınlarla ve onları destekleyen ritüeller yoluyla tebliğ ve telkin edilmektedir.”

KEMALİST CUMHURİYETİN SONU MU?

Askerî ve sivil Kemalist bürokrasinin “derin” imkânları, Anıtkabir törenlerinin sürmesi, Atatürkçü İnkılâp Tarihi kitaplarının varlığı, Anayasa’nın bâzı maddelerinin dokunulmazlığı göz önüne alındığında Kemalist Cumhuriyetin sonunun gelip gelmediğini kestirmek zor. “Mağlûbiyet İdeolojisi” olduğunu kavramak bile önemli bir merhale… Şuurumuzu artıran bu kitabın yazarının şu ifadelerini ufukta fecir pırıltıları olarak okumak gerek:

“Mağlûbiyet ideolojisinin sonu, bir anlamda Türkiye’nin yakın tarihini doğru okuma kılavuzu mahiyetinde bir kitap. Tarihsizleştirilmiş bir halkın kimlik ve aidiyet arayışının seyir defteri bir yönüyle de. Resmî tanımlamaların temelsizlikleri ve bu temelsizlikten kaynaklanan yetersizlikleri derin bir kimlik bunalımı meydana getiriyor. Aidiyetle meşruiyet arasındaki açıklık hiçbir ülkede Türkiye ölçüsünde değildir. 20. yüzyılın başındaki şartların dayattığı kavramlaştırmalarla 21. yüzyılın dünyasında ayakta kalmanın imkânı yoktur. Bu yüzden, günümüzde savaş sonrası ideolojisi ancak skolastik düzeyde savunulabiliyor. Onu da içinde barındıran mağlûbiyet ideolojisi ise artık Türkiye için tasarlanmış savaş sonrası ideolojisini destekleyecek güçten mahrumdur. Esasında bu korkulacak bir durum değil. Her son bir başlangıç müjdeler. Ayağa kalkmanın, kendi ayakları üzerinde durmanın tam zamanıdır.” (ilbeyali@hotmail.com)

adsiz-033.png

Bu haber toplam 774 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim