• İstanbul 23 °C
  • Ankara 28 °C

D. Mehmet Doğan: “Batı Karşısında İki Kimlik Şairi: Mehmed Âkif ve Yahya Kemal”

D. Mehmet Doğan: “Batı Karşısında İki Kimlik Şairi: Mehmed Âkif ve Yahya Kemal”
Mehmed Âkif Ersoy (1873-1936, 63), Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958, 74); 20. yüzyılımızın iki büyük siması, iki büyük şairi. Yahya Kemal, Mehmed Âkif'ten 11 yaş küçük.

Mehmed Âkif İstanbul doğumlu, çocukluğu İstanbul'un dinî ilimler merkezi Fatih semtinde geçti ve tahsilini İstanbul'da yaptı. Babası Balkan coğrafyasından. Yahya Kemal şimdiTürkiye sınırları dışında kalan bir coğrafyanın, kendi tabiriyle Bursa'ya benzeyen bir müslüman şehrinde, Üsküp'te doğmuştur. Dinî hissiyatını dili gibi annesinden almıştır. Bu hissiyat onu hayatı boyunca etkilemiştir. Küçük yaşta bu şehirden ayrılmış, fakat annesinin vefatı sırasında yine doğduğu şehirde bulunmuştur. Bu bize onun annesine, evine ve geniş ailesi olan milletine bağlılığının özünü verir. Sonraki hayatında Selanik, Avrupa ve İstanbul var. Yahya Kemal, doğduğu şehir ve coğrafya kaybedilince, merkezin, İstanbul'un hayatî önemini terennüm etti. İstanbul varsa, Üsküp -hatıra olarak da olsa- vardır.

Doğduğu şehri kaybetmenin, onu kaybedilen şeylerin önemini idrak etmeye sevk ettiği söylenebilir. İki şahsiyetin bir araya geldiği, tanıştığı, konuştuğuna dair bir bilgiye sahip değiliz.1 Bunu iki şairin muhit farklılıklarına yorabiliriz ve bütün edebiyatçıları kuşatan bir çevrenin o zaman da mevcut olmadığını söyleyebiliriz. Mehmed Âkif, Milli Mücadele sırasında Ankara'da yayınlanan Sebilürreşad'a Yahya Kemal'in Ezansız semtler gibi yazılarını iktibas ediyor (Mayıs 1922).2 Onun az yazan şair imajı zihninde hayli yer etmiş olmalı ki, Mısır'da şiir yazmaktan uzak kaldığı sırada kendi hâlini ona benzetiyor. Mısır'dan "Muallim Mahir"e (Mahir iz) gönderdiği 15 recep 1348 (1929) tarihli mektubunda şöyle yazıyor:

"Geçen kış Eşref Edip Safahatı yeniden bastırmış, ciltli olarak bana da göndermişti. Ötesine berisine baktıktan sonra mahzun oldum. Şu kıt'ayı söyledim duymadınsa işte yazıyorum:

Arkamda kalırsan, beni rahmetle anarsın Derdim, sana baktıkça, a biçare kitabım. Kim derdi ki: Sen çök de, senin arkana kalsın Uğrunda harab eylediğin ömr-i harabım?

Gülme komşuna gelir başına! Meşhur Yahya Kemal gibi felek bizi de kıt'acı etti. Dört yılda on iki mısra! Ne ise Allah beterinden esirgesin.''3

Millî Mücadele'de

Mehmet Âkif Millî Mücadele için daha başlangıçta gerekli görülmüş ve Meclis açılmadan Ankara'ya "İslâm şairi" sıfatıyla dâvet edilmiştir (Nisan 1920). Mehmet Âkif, Anadolu'da halkı Millî Mücadele'ye kazandıran konuşmalar yapmış, islâmcılık akımının yayın organı sayılan dergisi Sebilürreşad'ı TBMM'nin mâlî desteği ile yayınlamış, Meclis'de Burdur meb'usu olarak bulunmuş ve en önemlisi, istek üzerine istiklâl Marşı'nı yazmıştır.4 Yahya Kemal'in de daha sonra (1921 yazı) Ankara'ya dâvet edilen yazarlar arasında bulunduğu belirtiliyor.5 Fakat Yahya Kemal'in bu dâvete icabet etmek yerine, tedavi maksadıyla ve vapurla Bulgaristan'a gittiği söylenmektedir. Bir iddiaya göre, bu seyahat gizli bir vazife ile yapılmıştır.6 Başka bir iddiaya göre ise, Yahya Kemal'in İstanbul'da kalması uygun görülmüştür.7 Yahya Kemal, Anadolu'ya geçmemekle beraber, Millî Mücadele'nin açık ve güçlü bir destekçisi olmuştur. Bilhassa Dergâh mecmuası ile İleri ve Tevhid-i Efkâr gazetelerinde yazdığı yazılar, büyük tesir uyandırmış ve Ankara'da da dikkatle takip edilmiştir.8

Zaferden sonra

Millî Mücadele zafere ulaştıktan sonra Yahya Kemal Ankara'ya gelirken, denilebilir ki, Mehmet Âkif İstanbul'a dönmeye hazırlanıyordu... Bir başka ifadeyle, resmiyet nezdinde Mehmed Âkif'in yıldızı sönerken, Yahya Kemal'in yıldızı parlıyordu. Yahya Kemal,Türk Ordusunun İzmir'e girmesinden sonra, bir Darülfünun Heyeti ile Mustafa Kemal'i karşılamak üzere Bursa'ya gitti. 17 Ekim'de (1922) Mustafa Kemal'in karşılayıcıları arasında yer aldı. M. Kemal Paşa Yahya Kemal'i otomobiline davet etti. Ertesi gün Brod Otel'de verilen ziyafette bulundu ve burada Alfred de Vigni'nin "Kurdun Ölümü" şiirini, Abdülhak Hamid'in Kabr-i Selim-i Evvel-i Ziyaret şiirini ve kendisinin İstanbul'u Fetheden Yeniçeriye Gazel'mi okudu. M. Kemal'in radikal inkılâplar yapma niyetini öğrenince "aman Paşam, inkılâpları yaparken Türk milletinin müslüman olduğunu gözden ırak tutmamak lâzımdır" diyerek itiraz etmek cesaretini gösterdi.9

Bursa'dan Ankara'ya geçen M. Kemal Paşa Yahya Kemal'i de arabasıyla Ankara'ya götürür. Lozan Heyeti'ne basın müşaviri olarak katılır. Dönüşte, Haziran 1923'te Urfa mebusu yapılır. N. Sami Banarlı, Yahya Kemal'in Millî Mücadele sırasında Mehmed Akif'le aynı hissiyat içinde olduğunu belirtir.10 Bu tesbit önemlidir. Yahya Kemal'in Türkiye'ye dönüşünden sonra (1912) daha çok Türk Ocağı çevresinde bulunduğu, türkçülük fikrinin ideologu Ziya Gökalp'la ahbaplık ettiği, Gökalpîn onun ısrarıyla Büyükada'ya taşındığı biliniyor.11

Mütareke devresinde ve sonrasında Yahya Kemal'in halkın inandığı değerlerin ve esas olarak dinin önemini daha iyi kavradığı ve bunu ifade ettiği söylenebilir. Buna karşılık, bu dönemde Mehmed Âkif'in de Balkanlarda ve daha sonra Ortadoğu'da cereyan eden müslümanlar arasındaki ayrılıkçı hareketleri ve İslâm dünyasının bir bütün olarak ayağa kalkmasının güçlüğünü görerek daha yerli ve millî temayüller gösterdiğini söyleyebiliriz.12

Cumhuriyet'ten sonra

Farklı sebeplerle de olsa, iki şahsiyet de Cumhuriyetin ilk yıllarını yurtdışında geçirdi. İkisi de bu dönemde az yazdı.Jkisi de Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında yapılan uygulamalara karşı eleştirilerini açıkça/yazarak ifade etmedi. Buna karşılık, muhalefetleri bilindi. Yahya Kemal'in harf inkılabına muhalefeti bilinmektedir. Dil devrimine de, doğrudan olmasa da karşı durmuştur. Davet edildiği halde, dil çalışmalarına katılmamış, "dilkonusunda benim ilmim değil vehmim var"diyerek bu hareketin dışında kalmıştır.13 Yahya Kemal'in mûsikî başta olmak üzere kültürel konularda 1930'ların "devrimci" anlayışının karşısında olduğu bilinmektedir. "Eski Mûsikî" şiiri, çok açık ve sert ifadelere sahiptir. Mehmet Âkif,Türkiye'de yaşama ortamı kalmadığını gördüğü içini 925 Ekiminde Mısır'a gitmiş ve vefat ettiği yılın yazına kadar orada kalmıştır.14

Yahya Kemal, temmuz 1923'te Urfa milletvekilii olarakTBMM'de idi. Üç yıl dolmadan, 1926 mayıs ayında Varşova orta elçiliğine tayin edildi ve bu vazifeye 14 Haziran 1926'da başladı. Üç yıla yakın bu vazifeyi ifa etti. 6 Şubat 1929'da Madrit'e ikinci sınıf elçi olarak tayini çıktı. 17 Mart ile 21 Mayıs arası Dışişleri Bakanlığı'nın hizmet cetveline göre açıktır. 22 Mayıs 1929'da işe başlar. Bu vazifesi 25 Nisan 1932'ye kadar sürer. Bu arada hem Ispanya içinde hem de dışında bir hayli seyahat eder. Lizbon elçiliği de uhdesine verilir. Yahya Kemal, 5 Nisan 1932'de Ankara'ya çağrılır, merkeze alınır. Bu durum şairi tedirgin etmiştir. Kendi ifadesine göre, elçilikten çekilmiştir.15 Kardeşi Reşat Beyatlı'nın ifadesine göre, merkeze alınmak istenen Yahya Kemal, Ankara'ya dönmek yerine Paris'e gitmiş, bunun üzerine müstafi addedilmiştir.16

Şairimizin merkeze çağrılması ve müstafi sayılması, (kendi ifadesiyle azledilmesi) üzerine döneminin şartlarını bildiğinden korkuya kapıldığı tahmin edilebilir. Müstafi sayılmasından sonra Türkiye'ye dönmez, Paris, Cenevre, Lozan, Hamburg, Bern, Bükreş ve Rusçuk'u dolaşır. O sırada Bükreş'te elçi olan Hamdullah Suphi ona aracı olmak ister, birlikte Ankara'ya giderler. Ruşen Eşrefin de aracılığı ile kabul edildiği Çankaya'da kötü karşılanmaz. 1934 Martında Yozgat milletvekili yapılır.17 Bu iki yıllık boşluğun gerçekçi bir izahını yapmak güçtür.

Mehmet Âkif Mısır menfasından, ölümüne yakın döndüğünde, (Haziran 1936) Yahya Kemal Tekirdağ milletvekilidir...

Modernliğe iki cevap

Mehmet Âkif ve Yahya Kemal, aydınlar arasında batı medeniyetine tam mânasıyla tâbi olmaktan başka alternatif kalmadığı düşüncesinin hâkim olduğu bir dönemde modernliğe karşı verilen iki orijinal cevabın temsilcileridir. Bu iki cevabın esas itibarıyla birbirinden çok farklı olmadığını söylemek mümkündür. Mehmet Âkif, Türkiye'de pozitif bilim tahsil etti. İlk defa açılan Baytar/Veteriner mektebinde okudu. Dünya kavrayışında bu tahsilin önemli rolü olduğunu düşünebiliriz. Pozitivizmi benimsemedi, fakat pozitif metodları, yaklaşımları, aklîliği ön plana aldı. Dini anlayış ve anlatışında da bunun tesiri görülebilir. Din anlayışında tasavvuf) unsurların yer bulmamasını da buna yorabiliriz. Samimi bir müslüman olarak Batı medeniyetine yaklaşımı müsbet olmakla beraber, bu medeniyeti temsil eden sömürgeci batıya karşıdır.

Yahya Kemal, pozitivizmin çıkış yeri olan Fransa'da sosyal-siyasî ilimler tahsil etti. Elbette pozitivizmin ağır tesirleri onun şahsî düşünüşünü, dünya kavrayışını büyük ölçüde etkiledi.18 Fakat, içinden çıktığı toplumun, milletin hayat ve varoluş şartları konusunda şahsî yaklaşımlarını esas almadı. "Mektepten memlekete" dönen bir sosyal bilimci olarak milletini, onun birikimini ve yaşatıcı değerlerini tanıyarak batı karşında var olabilme zeminini tanımlamaya yöneldi. Dinle ilgili yaklaşımı da sosyal bilimciliği ile açıklanabilir. Yahya Kemal genç yaşta, zamanının bir çok Avrupa hayranı genci gibi Fransa’ya kaçmış, orada bu hayranlık dönüşüm geçirmiş ve kendi medeniyetinin, ülkesinin değerini daha iyi kavramıştır. Fransa'dan döndüğünde ev, yani ülke değişmiştir. 1912 yılı, Osmanlı Devleti'nin yeni gailelerle boğuştuğu bir dönemin başlangıcıdır. Balkan bozgunu, ardından 1. Dünya Harbi ve nihayet Millî Mücadele...

Yahya Kemal, bu süreçte, dilini, kültürünü bulmak ve onu sağlam temeller üzerinde sürdürmenin şartlarını kavramak için uğraşır. Nihayet, milliyetçiliğin, türkçülüğün revaç bulduğu, bütün yeni aydınları etkilediği bir dönemde, millet vakıasını ve milliyet kavramını tabiî temellerinde tarif etmeye yönelir. Türkiye'de milliyetçilik, sentetik ve buyurgan bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Milletten, onun değerlerinden kaynaklanmak yerine, milleti kendi tariflerine göre biçimlendirmek esas gaye olarak görülmüştür. Netice olarak, iki şairin eserlerine bakarak şunu söyleyebiliriz: Mehmet Âkif, dinin, İslâmın tebliğcisi; Yahya Kemal, dinin meydana getirdiği kültürün terennümcüsü.

Yahya Kemal, "Mehmet Âkif'in pozitif bilim okumuş bir kişi olarak gerçekçi tasvirlerle, mevcut durumu eleştiren tutumunun tamamen dışındadır. O Fransa'da sosyal bilimlerle meşgul olmuş bir şahsiyet olarak mevcudu eleştirerek, kötülükleri, olumsuzlukları sergileyerek değil, millet olgusunu uzvî/organik çerçevede yorumlayarak düşüncesini şiirleştirir. Mehmet Âkif imanın doğrularını tebliğ etmek isterken, Yahya Kemal islâmın hayata geçmiş, kültür hâlinde halkın yaşadığı kimlik yapıcı, birleştirici tarafını tasvir eder. Âkif, bir bakıma tümdengelim (istidlâl) diyebileceğimiz tarzda fikirlerini ortaya koyar. Yahya Kemal ise, tümevarım (istikra) tarzında düşüncesini gelişirin"19 ikisi de kimlik şairi. Mehmet Âkif, dinin gereklerini söylüyor, Yahya Kemal milliyetin. Yahya Kemal'e göre, "milletlerin mayası kan değil, dindir". Din, toplumun esas kimlik yapıcısı. Yüzyıllarca tarih ve kültürü yoğurmuş, insan davranışlarını belirlemiş. Yahya Kemal sentetik milliyetçilik empoze etmek yerine, tabiî olandan, yaşanandan halkın varlık sebebi olan, mukavemetini sağlayan unsurlardan "milliyet" çıkarıyor. Bu da çoğu zaman dinden tefrik edilemeyecek bir yapıdır.

Mehmet Âkif'in öncülüğü

Mehmet Âkif, 20. yüzyılın başında imanının, düşüncesinin ve milletinin hizmetine verdiği şiiriyle yeni bir yolun açıcısı olmuştur. Kendisinden sonra gelen bütün fikir yoğun yazan ve sosyal konuları işleyen şairlerin (Yahya Kemal, Nâzım Hikmet ve Necip Fâzıl dâhil) ona çok şey borçlu olduğu görüşündeyiz. istiklâl Marşı'na kadar Mehmet Âkif'in bu öncülüğü çok fazla dikkati çekmemiştir. Fakat İstiklâl Marşı'ndan sonra bu Marş'ta terennüm edilen millet tanımlamasıyla ilgili unsurlar zamanının birçok yazar ve şairi tarafından dile getirilmiştir. Yahya Kemal, İleri'de yayınlanan (4.5.1921) "Kurdun dişisi ve yavruları" yazısını istiklâl Marşı'nın son mısraı ile noktalar:

"İnönü ve Dumlupınar çocuklarıdır ki, dul annelerinden aldıkları dersi tekrar ediyorlar: 'Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl"'20

Yahya Kemal'in yoğun dinî muhtevalı yazıları bu arada, Ezansız Semtler21 ile Ezan ve Kur'ân22 istiklâl Marşı'ndan sonradır. Ezansız Semtler, istiklâl Marşı'nın

Bu ezanlar - ki şahâdetleri dinin temeli - Ebedîyurdumun üstünde benim inlemeli

mısralarında ifade edilen düşüncenin bir sosyal vakıa olarak tesbit edilerek sunulması olarak görülebilir

Yahya Kemal, aynı dönemde, "kökü mâzide olan âtî/kökü geçmişte olan gelecek" olarak milletini, medeniyetini kendi gerçekliği içinde kavrayarak organik, gerçekçi ve yapıcı bir millet ve milliyet anlayışına varır, işte 1922 yılında yayınlanan "Ezansız Semtler" yazısı bu anlayışı en iyi şekilde ortaya koyan bir metindir. Bu yazıda Yahya Kemal, aydınların milletin değerleri karşısındaki konumunu öncelikle değerlendirir. Aydınlar ana gövdeden, onun yaşayışından, inanışından kopmuşlardır. Bu kopuş sağlıklı bir gelişmeye engel olmaktadır. Yahya Kemal, bir bayram sabahı, frenk alışkanlıklarının gecesinden müslüman sabaha uyanmanın zorluğunu düşünerek geceyi uykusuz geçirir, Büyükada'da camiye gider. Cemaatin gözleri kendi neslinden birini camide görmeye alışık olmadıkları için üzerine çevrilmiştir. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturur. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp "Muhammed sözü" kulağına geldiği zaman gözleri yaşla dolar.

Zamanında da büyük yankı uyandıran yazısını şöyle bitirir: "Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarak muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakan minaresiz ve ezansız semtlerde doğan frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlıyamayacaklardır."

Yahya Kemal'in bu hissiyatı hayatı boyunca taşıdığı, daha sonra ortaya koyduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. Milletinin değerleri içinde yaşayan bir fert olma imkânını, Avrupa'da alıştığı yaşayış içinde kaybetmiştir. İnancını muhafaza etmekle beraber, ibadetlerden uzak kalmış, fakat hep bu uzak kalışın acısını duymuştur. Bu duyuştur ki, ömrünün sonuna kadar onu bir hasret şairi yapmıştır. Belki inandığı, halkı da inandığı için çok sevdiği dinini bütünüyle yaşasaydı, bu hasreti sona erecek ve bize bu hissiyatı yansıtan şiirler armağan edemeyecekti, Atik Valde'den inen Sokakta şiirinde ifade ettiği gibi, "Madem ki böyle duygularım kaldı çok şükür" diyemeyecekti!

Osmanlı Devleti'nin son döneminde ard arda gelen harbler ve felaketler, Mehmet Âkif'de İslâmın hükümran olduğu, sömürgecilerin eline geçmeyen son toprakların Endülüs gibi kaybedilebileceği kuşkusunu doğurmuş ve bunu 1912'de kitap olarak yayınlanan Süleymaniye Kürsüsünde şiirinde kavramlaştırmıştır.

Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu... Bir bu toprak kalıyor dînimizin son yurdu!

1912'lerde Mehmet Akif'e ait bir seziş olan bu düşünce, Millî Mücadele döneminde Büyük Millet Meclisi'nin metinlerine girmiştir. 23 Nisan 1923'te Büyük Millet Meclisi'nin açılışından hemen sonra yayınlanan "Büyük Millet Meclisi'nin Memlekete Beyannemesi"nde bunu görebiliriz:

"İzmirini, Adanasım, Urfa ve Maraşını elhasıl vatanın düşman istilasına uğramış kısımlarını müdafaa edenleri, din ve milletlerinin şerefi için kan döken kardaşlarınızı arkadan size vurdurmak isteyen alçakları dinlemeyin ve onları Millet Meclisi'nin kararı üzerine cezalandıracak olanlara yardım edin, ta din son yurdunu kayıp etmesin, ta ki milletimiz köle olmasın."23

"Dinin son yurdu" kavramı, Yahya Kemal'in Türk ordusunun Büyük Taaruz ile ilgili olarak yazdığı kıt'ada dinin son yurdu için çarpışan orduyu, "Islâmın son ordusu" olarak nitelemesiyle sürdürülmüş olur.24

Şu kopan fırtına Türk ordusudur ya Rabbî Senin uğruna ölen ordu budur ya Rabbî Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın Galip et çünkü bu son ordusudur İslâm'ın25

Burada dikkatten kaçırılmaması gereken bir husus da şudur: Yahya Kemal'in kıt'ası, Mehmed Âkif'in Süleymaniye Küsüsünde şiirinin sonunda yer alan mısralar gibi dua şeklindedir:

Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu... Bir bu toprak kalıyor dînimizin son yurdu! Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek şer'i mübîn; Hâk-sâr eyleme yâ Rab, onu olsun... -Âmin! Ve'l-hamdu li'l-lâhi Rabbi'l-âlemîn...

"Ahmet Naim Bey'e dair bir hatıra"

Yahya Kemal'in Mehmet Âkif'in din, Islâm anlayışı ile ilgili düşüncesini bilmiyoruz. Fakat onun çok yakın arkadaşı olan, fikren de çok uyuştukları bilinen Babanzade Ahmed Naim Bey'le ilgili görüşlerini ve aralarında geçen tartışmaları biliyoruz. Ne yazık ki, bu tartışmaların bir tarafının görüşlerini, yani Yahya Kemal'in söylediklerini biliyoruz, Ahmed Naim Bey'in fikirlerinden de ancak onun ifade ettiği kadarıyla haberdar olabiliyoruz. Yahya Kemal'in anlattığına göre, 1921-22 arasında Ahmet Naim Beyle edebiyat fakültesinde "islâmiyetin telakkisine dair, sertçe bir kavga"sı olmuştur. Ahmet Naim Bey'le Darülfünun'a hoca olarak 1915'te beraber girmişlerdir. O zamandan beri tanışmaktadırlar. Ahmed Naim Bey, ders aralarında onunla ekseriya "muarızane" konuşmaktadır. "Darülfünunun türkçü mederrislerinden biri olduğumdan bu çok sünnî ve hanefî müderrisimizin fazla teveccühüne muntazır olamazdım" diyor.

Islâm taassubu bir tarafa bırakılırsa Ahmet Naim Bey onun ruhuna çok uzak görünmemektedir. 1921-22 arasında Tevhid-i EfkâKa millî harekete dair, milliyeti kendi anladığı yolda yazılar yazmaktadır. Bu yazılar, İstanbul'un ruhanî semtlerini teşrih etmekte, Fetih hatıralarını, ilk cedlerin mezarları etrafında teşekkül etmiş mahallerin mânalarını, bu toprağın vatan toprağı olarak tekevvün edişini anlatmaktadır. Bu yazılarda "islâmiyetin çok katı, çok maddî adeta riyazî olan uknumlarının üstünden atlayarak, nehy ettiği noktalara yani butlanların zevkine kadar gidiyordum." Bu yazılardan medresenin çok sünnî yapılı kafaları zevk almamakta, hatta ürkmektedir, islâmın bir milletin zevkine ve hülyasına göre anlayışını İslâmî ilimler redderler. Ahmet Naim Bey'le kavga da bu bahisten çıkmıştır. Ogün Tehid-i Efkâfda "Eyüb"e dair bir yazısı çıkmıştır. Bu yazıda Eyüb şehrinin nasıl oluştuğu hikâye edilmektedir. Hz. Peygamberin Hicret'te Mekke’den Medine'ye gelişi, devesinin Eba Eyyub'un evinin önünde duruşu, o eve misafir oluşu, Hicreti müteakip zuhur eden Bedir gazasında Eba Eyyub'un Peygamberin bayrağını taşıyışı, sonra Eba Eyyub'un 80 yaşında olduğu halde İstanbul muhasarasına gelişi, ölüp şimdi yattığı noktada gömülüşü, daha sonra fethe gelen Islâm ordularının onu hatırlayışı, İstanbul'un fethi sırasında Akşemseddin'in onun mezarını buluşu ve bunun fetih ordusunda büyük bir heyecan meydana getirmesi gibi hususlardan bahseder.

Ahmed Naim Bey, Yahya Kemal'e "İslâmiyete sizin ettiğiniz zararı bu aralık kimse etmiyor" der, sebebi sorulunca da, "zaten dalalate düşmüş bu zavallı milleti daima şaşırtıyorsunuz. Bir zamanlar türkçülükle, şimdi de İslâmiyet'i efsaneler üzerine kurulmuş bir din olarak göstererek... Bizim Abdullah Cevdet'in dinsizliğinden korkumuz yoktur, çünkü o sarahatle dinsizdir ve maddidir; İslâmiyet'i yıkamaz. Halbuki sizin Tevhid-i Efkâr'da bir seneden beri çıkan yazılarınız Islâm akaidini ve esasatını baştan başa tahrif ediyor. Beyefendi! İslâmiyette ölülere ibadet, mezarlara muhabbet, ölmüş insanları filan veya falan semtte hâzır ve nâzır zannetmek gibi itikatlara yer yoktur. Peygamber sallalahü sellem efendimiz hazretlerinin kendi naaşı bile İslâm'da takdis olunamaz" der.

Yahya Kemal, Ahmed Naim'in coşkunluğunu bir diyeceği olmadığını, onun inanan insan olmasından hoşlandığını, fakat bazı katı ve kırıcı kelimelerinden ötürü sert tavırla cevap vermek zorunda kaldığını belirtir. Bu tartışmanın üzerinden 13 sene geçtikten sonra, İstanbul'da dolaşırken, Vefa'da Ahmed Naim Bey'le karşılaşır. Naim Bey, kendisini görmeden ölmek istemediğini, Allah'a, bu adamla son bir daha görüşmemi mukadder kıl diye dua ettiğini söyler. Darülfünun'da 13 sene önce yapılan münakaşa zihnini senelerce meşgul etmiştir. Son yıllarda o da İstanbul'un semtlerini gezmeye merak sarmıştır. Ona ne kadar haksızlık ettiğini anlamış ve bir daha görünce özür dilemeyi adamıştır. Yahya Kemal, bu karşılaşmadan bir ay sonra Naim Bey'in vefat ettiğini belirtiyor.26

Yahya Kemal'le Ahmed Naim Bey'in tartıştıkları zemin daha sonra da mevcudiyetini sürdürmüştür. Ahmed Naim Bey'in yaklaşımına sahip olanlarla Yahya Kemal'in tutumunu benimseyenler arasında tartışmalar bitmiş sayılmaz. Geçen sene kaybettiğimiz şair Erdem Bayazıt, bu iki yaklaşım hakkında düşüncesini şöyle ortaya koyuyor:

"Bu tartışmada gerek Ahmet Naim Bey'e, gerek Yahya Kemal'e hak vermemek mümkün değildir. Ahmet Naim Bey meselelere mesleği icabı İlmî bir biçimde, Yahya Kemal ise şair hassasiyeti ile yaklaşıyorlar. Biri fetva mevkiindedir, diğeri ise islâmın vecdini yaşamak ve millete hissettirmek cehdinde. Aradaki ufak tefek aşırılıkları ise ülkemizin o günler içinde bulunduğu çok acı şartlarla izah etmek ve hoş görmek her zaman mümkündür."27

Yahya Kemal Atik Valde'den inen sokakta...

Yahya Kemal olmak zor. İnanmakla inanmamak arasında, inanmayı önemsiyor, milletin değerleri ve varlığı açısından esas unsur olarak görüyor. Kişi olarak pozitif bilimin verilerinin çok etkisinde bir yaklaşıma sahip olmasına, bu yüzden gençlik çağından sonra dindarlık iddiası ve uygulaması olmamasına rağmen toplum için dinin gerekliliğini yine akıl yoluyla kabul etmektedir. Bu noktada Yahya Kemal'in inanıyorsa, inandığını yaşamama, yaşayamama sıkıntısının belirleyici olduğunu düşünebiliriz. Kendini aşan bir şekilde, konuyu ele alması, kendi konumunu da bu çerçevede tanımlamaktan çekinmemesi samimiyetinin delili sayılmalıdır. Bilhassa Süleymarıiye'de Bayram Sabahı ve Atik Valideden inen Sokakta şiirleri bu psikolojinin meydana getirdiği gerilim veya trajik durumun izlerini taşır. Fakat, çözüm konusunda tereddütü yoktur:Toplumun dini yaşatıcı kuvvet olarak esastır.28

Yahya Kemal'in "Atik Valde'den inen sokakta" şiiri yazılış hikayesiyle birlikte onun içinde bulunduğu ruh halini çok güzel yansıtır. Bu şiir, tarih içinde var olan toplumun esas kitlesinin kavrama ve varolma biçimlerini her şeye rağmen müsbet olarak sürdürdüğünü çok güzel anlatır. Buna karşılık, ana gövdeden ayrılmış, yabancılaşmış kesimin içine düştüğü açmazı, sıkıntıyı da ortaya koyar. Şair, 1934yılında bir ramazan günü, ramazanın hissedilmediği İstanbul'un yeni semtlerinden Moda'dan Üsküdar'ın AtikValde semtine gider. AtikValde camiinden Karacaahmet'e inen sokakta durur, yoksul halkı, kerpiç evleri, bakkal dükkânını seyreder. Bu sırada edindiği izlenimi daha sonra şiir olarak kaleme alır.

iftardan önce gittim Atik Valde semtine, Kaç defa geçtiğim bu sokaklar, bugün yine, Sessizdiler. Fakat ramazan maneviyeti Bir tatlı intizara çevirmiş sükûneti;

Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün. Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri Bir nurlu neş'e kapladı kerpiç evleri. Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz! Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neş'esiz. Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı. Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime: Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime: "Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür; Mâdem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür."

"Atik valdeden inen sokakta" şiiri, Mehmet Âkif'in Âs/m'da anlattığı ramazan vak'asının zıddıdır. Yahya Kemal, bu şiirle, yeni aydınların halktan kopuk, sentetik dünyası yerine, halkın tabiî yaşayışını tercih ettiğini ortaya koyar. Ana gövdeden şu veya bu sebeplerle ayrılanların eninde sonunda hakikati göreceğini, kendi durumunu ortaya koyarak hissettirir. Halktan böyle duyarlı bir zamanda ayrı kalmak ona bir gurbet akşamı yaşatmıştır. Bu hadsiz üzüntüyü ancak onlardan ayrı kalma duygusunu hissedebiliyor olmak hafifletir. Madden onlarla beraber olmasa bile, hissen onlarla birliktedir. Ana gövdeden tam olarak kopmamış, başka bir milliyete mensup olmamıştır.

Mehmed Âkif, cepheden dönen Âsım'ı ve arkadaşlarını Avrupa'da tahsile gönderir. Asımlar Avrupa'dan dönünce Atik Valide'de yaşamadılar her halde; bulundukları yerde halkın değerlerine sahip olarak yaşadılar veya tahsilleri sırasında değerlerini yitirdikleri için başka bir kimliğe sahip oldular. Bu arada Yahya Kemal gibi, hissiyatı halktan ayrılmayanlar da oldu. İşte onlar bu dramı derinden hissettiler, fakat ülkelerinde dinin öğretilebilirliği tamamen ve yaşanabilirliği kısmen imkânsız hâle getirilmiştir. Yahya Kemal, 1934'te bu şartlar içinde tasarladığı ve yazmaya başladığı şiiri, ancak 1956'da yayınlayabilmiştir!29

Yahya Kemal'e göre Mehmed Âkif

Mehmet Âkif olmak zor... inanmak. İnandığı gibi yaşamak. Düşünmek ve yazmak. Onun mücadelesini yapmak. Her türlü sıkıntıya rağmen şahsiyet bütünlüğünü hiçbir şekilde bozmadan varolabilmek... Yahya Kemal'in Mehmed Âkif'i ve zaman zaman eleştirse bile şiirini önemsediğinden şüphe yoktur. Ona göre, Fransız şairi Verlaine katolikliğin Mehmet Âkif de İslâmın şiirini bulmuştur. İslâmlığın, akidelerini, faziletlerini tegannî etmektedir.30 "O İslâm ahlâk ve akaidinin şairidir. İslâmın şiirinin şairi değildir. İslâmın şiirinin şairi olsaydı, vaiz gibi değil, şair gibi şiirler yazardı"31 der.

Kardeşi Reşat Bayatlı, Mustafa Baydar'a ağabeyinin "Mehmet Âkif'i dahi büyük bir hiss-i tazim (saygı) ile karşıladığını yakinen bilirim" demiştir.32 Yahya Kemal'in sohbetlerine katılan Cahit Tanyol, zaman zaman şairin Mehmet Âkif'ten hoşlanmadığını belirtse de, bir yazısında "Süleymaniyede Bayram Sabahı, Hayal Şehir, Kocamustapaşa, Atik Valdeden İnen Sokakta" gibi şiirlerini henüz tamamlamadığı yıllarda kendisini ziyarete gittikçe yatağının yanındaki küçük masada iki değişmez kitap gördüğünü belirtir: Safahatve Tarih-i Cevdet.

Yahya Kemal'in üzerinde Mehmed Âkif'in tesiri ondan 45 yıl sonra aynı tarihi mekânı şiirinin konusu yapmasında da görülebilir. Elbette, Yahya Kemal gibi büyük bir şairin başka bir şairin tesirini açıkça gösterecek şekilde yazması sözkonusu olamaz. Yani, eseri taklit değil orijinaldir. "Osmanlı mimarisinin olgunluk devrinin şaheseri, Kanunî Sultan Süleyman'ın Mimarbaşı Sinan'a yaptırdığı, onun da ustalık devri eseri saydığı Süleymaniye Camii 20. yüzyılın iki büyük şairini buluşturur. Mehmet Âkif'in ilk baskısı 1912'de yapılan Süleymarıiye Kürsüsünde isimli şiir kitabıyla, Yahya Kemal'in 45 sene sonra ilk defa 1957'de Hürriyet gazetesinde yayınlanan Süleymaniye'de Bayram Sabahı şiiri aynı tarihî mekânın ilhamını şiirleştirir." "Süleymaniye Camii, İstanbul'un muhteşem mimarî eserleri içinde tek değildir. Avrupa'nın en eski binası olarak günümüze intikal eden Bizans eseri Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed tarafından camiye tahvil edilmiş ve İstanbul'un fethi hatırasını yaşatan bir cami olarak kabul edilmiştir. Nitekim, Yahya Kemal 30 Mart 1922'de Tevhid-i Efkâr gazetesinde yayınlanan "Ezan ve Kur’ân" başlıklı yazısında, Ayasofya Camii'nin minaresinden Fatih'ten beri okunan ezanı, Hırka-ı Saadet dairesinde Yavuz Selim'den beri okunan Kur'an'la beraber Devlet'in iki manevî temelinden biri olarak gördüğünü belirtir. Osmanlı mimarisinin Sinan sonrası en önemli eseri olarak bilinen ve günümüzde bütün dünyada "Mavi Camii" olarak tanınan ve Süleymaniye'den daha büyük şöhrete sahip olan Sultanahmet Camii de iki şairin konusu olmamıştır."

"Yahya Kemal, İstanbul'da döndüğü sene, 1912'deyayınlanan SüleymaniyeKürsüsünde'den 45 yıl sonra yayınlanan şiirinde, yine aynı mekânda, kalabalık bir cemaatin bulunduğu bir zamanı seçerek şirini oluşturur. Bu bir bayram sabahıdır. Bayram namazları, en çok katılımın olduğu, cemaatin en kalabalık bulunduğu toplu bir ibadettir. Yahya Kemal, işte böyle bir birlik ve beraberlik anını seçmiştir. Onun derdi Âkif'inki gibi doğrudan çağın gerçekleri ve modern dünyada varolabilme kaygısı değildir. O millet vakıasını böyle geniş katılımlı bir anda, tarihin derinliklerine giderek ve estetik bir veçhe vererek anlatmak ister." Yahya Kemal, şiirin sonunda vatan düşüncesiyle imanı birleştirir. Allah'a şükreder. Bir bakıma, Süleymaniye Kürsüsünde'deki gibi şiir dua ile sona erer.

Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine. Çok şükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine Yaşayanlarla biraber bulunan ervahı, Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.

"Yahya Kemal, Mehmet Âkif gibi tamamen caminin içinde değildir, hatta daha çok dışındadır. Dışarıdan içeriye bu bakışta, millet vakıasını tabiî haliyle, halkın inandığı ve yaşadığı din ve kültürle birlikte ele alır ve tarihle bugünü, yaşayanlarla geçmişleri bir bütün halinde tasvir eder."

"Yahya Kemal'in, Mehmed Âkif'in"İslâm Şairi"unvanını önemsediğini, onun İslâmın ahlâk ve akaidinin şiirini yazdığı görüşünde olduğunu, islâmın şiirinin şairi olmadığını, öyle olsa idi, vaiz gibi değil şair gibi şiirler yazardı, dediğini dikkate alarak, asıl islâmın şiirini kendisini yazdığına inandığını söyleyebiliriz. Bu tabiî olarak,"İslâm şairi"unvanının Mehmed Akif'e değil, Yahya Kemal'e uygun olacağı düşüncesini uyandırır."

"Yahya Kemal'in Süleymaniyede Bayram Sabahı şiiri başta olmak üzeri, bazı dinî muhteva taşıyan şiirlerini Mehmet Akif'ten mülhem olmasa bile, onu gözeterek, hazmederek yazdığını söyleyebiliriz. Süleymaniyede Bayram Sabahı her ne kadar Süleymaniye Kürsüsünde'nin muhtevasından farklı bir şiirse de, İstiklâl Marşı gibi, kimlik tanımlaması yapan bir şiir olduğu şüphesizdir. İstiklâl Marşı ile Süleymaniye'de Bayram Sabahı şiirlerinin birlikte okunması halinde, ilgi çekici benzerlikler dikkatimizi çekecektir."34 Yahya Kemal'in her bakımdan talebesi olan ve vefatından sonra onunla ilgili çok önemli bir monografi3S yazan Ahmet Hamdi Tanpınar, yazılarında onunla Mehmet Âkif arasında ilgi kurmasa da, günlüklerinde bu hususu sözkonusu etmektedir. 10 nisan 1961 tarihli günlükte, Yahya Kemal kitabının provalarını okurken, Yahya Kemal üzerinde düşüncelerini kaydeder.

Ona göre, Yahya Kemal kendisini de şiirini de millî şair olmak için yıkmıştır. Milliyet nazariyesine kendini feda etmiştir. Tanpınar, Yahya Kemal'in Kocamustapaşa'da Akif'le yanyana yürüdüğünü yazar. Dostluk ve aile yokluklarını bir takım muvazalarla doldurmağa çalıştığını, Nihat Sami (Banarlı)nın damarına girmesiyle para hırsı ile zayıf şiirlerini de yayınladığını iddia eder. "Bütün bunları kitap çıkınca yazacağım makaleyi düşünerek yazıyorum" der.36 Bu makale 15 Temmuz 1961'de Varlık'ta çıkmıştır.37 Bu yazıda, Tanpınar'ın günlüklerinde dile getirdiği şahsî kanaatleri yer almaz. Bu kanaatlerin kısmen, sürekli maddi sıkıntı çeken ve parasızlıktan yakınan Tanpınar'ın, Yahya Kemal'in son yıllarında Nihat Sami aracılığı ile Hürriyette şiirlerini yayınlamasından etkilendiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, Yahya Kemal'in eserlerini yayınlama konusunda kendisini değil de zaman içinde Nihat Sami Banarlı'yı seçmesinden de rahatsız olduğu anlaşılmaktadır. Ruh hâlinden kaynaklanan ve şahsiyat kokan görüşleri yanında Yahya Kemal'le ilgili bazı tesbitlerinin üzerinde düşünmek lâzımdır.

Yahya Kemal'in Mehmet Âkif gibi şiirini düşüncesine feda etmesi aynı zemin üzerinde, içinde yaşadıkları toplumun kimlik kavramlaştırması konusunda düşünen iki büyük şairi birbirine yaklaştırmıştır. Tanpınar, Yahya Kemal'in daha önemli şeyler yapabileceğini, Türkiye sınırlarını aşan evrensel bir alana mal olabileceğini ima etmektedir. Elbette bu Mehmet Âkif için de sözkonusudur. Mehmet Âkif de, şiirlerini cemiyete faydalı olmak için yazdığını, asıl vadisinin bu olmadığını söyler38 ve Safahat dışında kalmış bir kıt'asında "gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum" der.39 (Yahya Kemal'in, tarihe kaçarak gül devrinde değilse de zaman zaman Lâle devrinde yaşamayı başardığını hatırlamalıyız!)

Yahya Kemal'in şuurlu olarak, şahsî tercihlerini değil, milleti için doğru olanı asas aldığı söylenebilir. Bu Bektaşîliğe meyilli ve melamî meşrep iken, toplumun yaşayışı için Sünniliğin esas alınması gerektiği görüşünü savunmasında da görülebilir.40

Mehmet Âkif: Edebî ve Fikrî Akımlar/3. Mehmet Akif Ersoy Bilgi Şöleni’nde sunulan tebliğlerin kitap haline getirilmesi ile oluşan kitap TYB'nin 39, Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 3.kitabı

Bu haber toplam 1947 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim