• İstanbul 13 °C
  • Ankara 10 °C

D. Mehmet Doğan: Gençlik için iki model: Hâluk ve Âsım

D. Mehmet Doğan: Gençlik için iki model: Hâluk ve Âsım
Mehmet Âkif hâlâ, yani 21. yüzyılda da halk nezdinde yaşayan bir şahsiyet.

Şunu bekledim: Her şey zıddı ile anlaşılır; döneminde onun zıddı olan veya öyle bilinen bir şahıstan da söz edilmesi gerekirdi. Şu ana kadar neredeyse hiç bahsi geçmedi. Bu şuna delâlet ediyor: Mehmet Âkif hâlâ, yani 21. yüzyılda da halk nezdinde yaşayan bir şahsiyet. Bir zamanlar Mehmet Âkif anıldığında mutlaka hatıra gelen Tevfik Fikret ise büyük ölçüde önemini kaybetmiş, neredeyse unutulmuş... Son yıllara kadar ne zaman Akif'ten söz açılsa, Fikret de gündeme gelirdi. Bunun zıddını da söyleyebiliriz. Ne zaman Fikret konuşulsa, Âkif bahsi de açılırdı. Şimdi böyle yapılmamasında bize göre tuhaf bir durum yok. Mehmet Âkif'in söyledikleri, yapıp ettikleriyle Tevfik Fikret'in söyledikleri ve yapıp ettikleri bir biriyle uyuşmuyor, çatışıyor esasında. Zaman zaman çok uyuşurmuş, benzermiş gibi görünen iki karakterden bahsediliyorsa da, gerçek böyle değil. Mesela Fikret'in çok dürüst, ilkeli, hür fikirli filan olduğu söyleniyor. Mehmet Âkif'in ise dürüstlüğü, ilkeliliği ve hürriyet talebini aşan isyana varan bir karakteri olduğu konusunda hiç bir tereddüt yok.

Önce Fikret ve Halûk 

Bu iki isim edebiyatımız açısından 20. yüzyılın başında şöhret kazanmış. Mehmet Âkif Fikret'ten 5-6 yaş küçük. Fikret çok genç yaşta şöhret olmuş. Servetifünun mecmuası etrafında bir grup içinde bulunmuş, zamanın üstadı olarak bilinen Recaizade Mahmut Ekrem'in desteği ile bu derginin yönetiminde yer almış; büyük şöhret ve itibar kazanmış. Bu şöhreti dolayısıyla da onun söyledikleri önemsenmiş, çok güçlü ve etekileyici bir fikir yönü varmış gibi bir etki uyandırılmış. Elbette, Fikret'le Âkif arasında şiddetli bir çatışma olduğunu gözardı edemeyiz. Bu meselenin kaynağı, Fikret'in Tarih-i kadim isimli din karşıtı manzumesidir. Zamanında çok yankı uyandırmış bu çatışma... Belki şimdi Tarih-i kadim şiiri de unutulmuş bir metin olabilir ama Mehmet Âkif'in ona verdiği cevabın sertliğinden Âkif okuyucuları bu şiirin mahiyeti konusunda bir fikre, kanaate sahip olabilirler. Bu iki ismi konumuz açısından önemli kılan tarafları ise topluma gençlik modeli sunmalarıdır. Tevfik Fikret, Mehmet Âkif'ten önce Halûk modelini ortaya koymuştur. Halûk Fikret'in oğludur. Halûk modeli etrafında örülmüş bir fikriyat, bir gençlik modeli, eğitim modeli, bir dünya tasavvuru âdeta ortaya konulmaktadır. Burada yine aynı noktaya dönmüş oluyoruz. Fikret'i bugün toplum nazarında unutulmuş kılan, Fikret'i savunanlar nezdinde zayıf düşüren bir nokta bu Halûk meselesidir. 

Fikret Halûk karakterini bir model olarak, ideal genç olarak önümüze koyuyor, ama Halûk'un tarihi gelişimi veya tarihi gelişim Halûk'u bugün kullanılabilir, kabul edilebilir bir model olmaktan çıkarmıştır. Bu yüzden de Fikret'e yapılan atıfların, bu sebeple de azalmış olabileceğini düşünüyorum. Fikret 1867'de doğmuş; Halûk onun oğlu, 1893 doğumlu. Tevfik Fikret kendisi "irfanına tabiyet değiştirip" Robert Koleji öğretmeni olduktan sonra küçük oğlunu da bir misyoner hanınım yönettiği cemaat/tarikat okuluna veriyor. Halûk ilk öğretimini bu okulda yapıyor. Bu cemaat okulu hıristiyan ilahileri ile ve İncille başlayan bir okul. Her sabah böyle başlıyor öğretim. İlk öğretimi çocuk Halûk burada tamamladıktan sonra Robert Kolej'in orta kısmına gidiyor. Orada da öğretim sistemi aynı şekilde yürüyor.

"Bir misyonerlik olayı..." 

Halûk Robert Kolej'in orta kısmını bitirince de bu sefer İngiltere'ye, İskoçya'ya gönderiliyor. Halûk daha sonra bu durumu "bir misyonerlik olayı" olarak niteliyor. Neden? Halûk'u iskoçya'ya gönderen Robert Kolejin misyoner yöneticileri, iskoçya'da çocuk/genç Halûk öyle bir evde misafir ediliyor ki, o da bir papazın evi... Halûk İngiltere'de iki yıl okuyor. Teknik bir öğrenim gördüğü anlaşılıyor. Bu orta derecede bir öğretim olmalı. İngiltere'den1911 yılında döndüğünde Halûk"inanmış bir hıristiyan" olarak niteleniyor. Daha gençliğin başlangıcında hıristiyanlığı benimsemiş. Öyle anlaşılıyor ki bunu babasına da söylemiş. Yine kaynaklardan öğrendiğimize göre Fikret buna çok fazla tepki göstermemiş. "Tamam anladım da, madem bir din seçecektin neden tek tanrılı bir dinden üç tanrılı dine geçtin?"diyesiymiş.

Tam Halûk'un Türkiye'ye döndüğü yıl, yani 1911 yılında "Halûk'un Âmentüsü"şiiri yazılmıştır. Öyle sanıyorum ki Tevfik Fikret oğlunun hıristiyan olarak dönmesinden sonra, onunla ilgili son bir hamle yapıyor. Ve kendi "amentü"sünü, akıl-pozitivizm dini ilkelerini oğluna sunuyor. Ona göre zamanımız din devri değildir zaten. Devir ilim devri, akıl devri, fen devri. Senin bu devirde dine yönelmen anlaşılır şey değil. Fen zaten toprağı altına çevirecek. "Ey Halûk sen böyle bir inanca, düşünceye sahip olmalısın" diye bu şiirin yazıldığını düşünüyorum. Halûk'un Âmentüsü öyle bir zamanda yazılmıştır ki, tarihini tam tesbit edemiyoruz ama, bu kadar denk düşebilir. Bu kadartesadüf olabilir. Muhtemelan tesadüf değildir. Halûk'taki değişimi gördükten sonra bana göre Tevfik Fikret kendi zihniyetine uygun bir"âmentü"telkin etmektedir. Bu âmentünün ne olduğunu biliyorsunuzdur. Allah'ı, yaratıcıyı reddetmeyen ama, vahyi, peygamberleri kabul etmeyen, onun dışındaki her şeyi ilimle, fenle açıklayan bir âmentü...

Bir kudret-i külliye var ulvî ve münezzeh Kudsî ve muallâ, ona vicdanla inandım. Toprak vatanım; nev-i beşer m illetim ... insan insan olur ancak buna iz'anla inandım. Şeytan da biziz, cin de, ne şeytan ne melek var. Dünya dönecek cennete insanla, inandım. Fıtratta tekâmül ezelidir; bu kemâle Tevrat ile, İncil ile, Kuran'la inandım. Ebna-yı beşer birbirinin kardeşL.Hulya! Olsun, ben o hülyaya da bin canla inandım. Bir gün yapacak fen şu siyah toprağı altın, Her şey olacak kudret-i irfanla... inandım.

Tarih-i kadim'e tarihi aşan cevap 

Tevfik Fikret, 1905 yılında Tarih-i kadim şiirini yazmış fakat neşretmemişti. Bu manzume, elden ele dolaşıyor, din karşıtı zümre tarafından yüceltiliyordu. 1910 yılında, büyük ihtimalle Rıza Tevfik, Tarih-i Kadim şiirini neşretti. Bu şiirin muhtevasını, herkes iyi kötü biliyordur her hâlde. Biz bir dörtlük aktaralım sadece;

Her şeref yapma, her saadet piç Her şeyin iptidası, âhiri hiç Din şehid ister, âsüman kurban Her zaman her tarafta kan, kan, kan! 

Çok keskin bir din/değer karşıtı manzumedirTarih-i kadim."Şiir"demek belki uygun kaçmaz. Dine karşı çok açık saldırılar ihtiva eden bir manzume. Mehmet Âkif bu manzumenin alenileşmesinden, yani neşredilmesinden çok rahatsız oluyor ve 1912'de yayınlanan Süleymaniye Kürsüsünde isimli kitabında onunla ilgili bir kaç mısraya yer veriyor. 

Serseri: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok; Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok; Şimdi Allah'a söver...Sonra biraz bol para ver; Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder! 

Burada Mehmed Âkif gibi dürüst, ilkeli, hakşinas bir bir şahsiyetin hiçbir zaman kişilerle uğraşmayacağını, vak'alarla uğraşmayacağını hatırlamalıyız. Ancak imanî konular, düşünce alanı ile igili konular, mukaddessata karşı bir taarruz olduğu zaman (buna vatan-millet konuları da dahildir) böyle sert tutumlar aldığını biliyoruz. Nitekim, mealen "şahsıma hakaret etseydi, sövseydi, aldırmazdım. Ama bu adam ("bu herif'diyor galiba) mukaddesatıma saldırıyor, cevap vermek zorundaydım", diyor. 

"İbadullahı (Allah'ın kullarını, insanları) saptırdın, fakat bir yol mu gösterdin?" 

Mehmed Âkif, Fikret'in, meydana getirdiği olumsuz tesiri Süleymaniye Kürsüsünde kitabıyla aynı yıl yayınlanan ve Safahat'a alınmayan "Yarası olmayan gocunmasın" isimli şiirinde tekrar sözkonusu eder. Bu tesir olumsuz ve yıkıcıdır, buna karşılıkTevfik Fikret olumlu bir mesaj, insanı yükseltecek bir hedef ortaya koymamaktadır. Âkif şiirde "ibadullahı (Allahın kullarını, insanları) saptırdın,fakat biryol mu gösterdin?"sorusunu sormaktadır. Fikret'le ilgili Türkiye'de oluşturulmuş bir imaj var. insaniyetçi bir şair, toplumu düşünen, öncelik veren, zayıf ve fakirden yana ve aynı zamanda miliyetçi/milletçi bir şair, ahlâklı, dürüst bir kişilik. Fakat ayrıntıya girdiğiniz zaman farklı şeylerle karşılaşıyoruz. Fikret'le Âkif'in Darülfünun'da bir karşılaşması var. Mehmet Âkif'in bu karşılaşma ile ilgili Mithat Cemal'e ifade ettiği yorumu şöyle; "Ben bu adamı sevmedim! İlk defa karşılaştığı birine ayak üzeri yirmi yıllık arkadaşlarını çekiştirdi!"

Mehmet Âkif'in o gün ilk intiba olarakTevfik Fikret'e olumlu not vermediği anlaşılıyor. Tevfik Fikret'in hayatındaki bir takım olaylar bunu doğruluyor. Mesela onun bir bakıma velinimeti olan Recaizade Ekrem, yani Tevfik Fikret'i Tevfik Fikret yapan Servetifünün mecmuasının yönetiminde rol almasını sağlayan o. Recaizade vefat edince, oğlu Ercüment Ekrem, Fikret'e haber ulaştırıyor. Buna karşılık Fikret'in verdiği cevap şu: Bu adamların (İttihatçı devlet erkânı) katılacağı bir cenazede ben asla bulunmam! Fikret'in bir ara ittihatçılarla arası iyi ama, sonra onlarla da bozuşuyor. Büyük bir şair olarak bilinen, üstad addedilen Recaizade Ekrem vefat etmiş, elbette resmî bir merÂsım olacak ve elbette devlet ricalinden de katılanlar olacak. Bunu bahane edip velinimeti konumundaki bir şahsiyetin cenazesine bile katılmaktan imtina ediyor. Yine Galatasaray Sultanisi müdürü iken cereyan eden bazı olaylar, şahsî kırgınlıklar, nefretler...ayrıntılarına girmiyorum. Bütün bunlarTevfik Fikret'in bize yansıtıldığı kadar sağlam bir karaktere sahip olmadığını gösteriyor. Psikolojik rahatsızlıklarının büyük boyutlarda olduğunu ortaya koyuyor.

İlahî isyan ve Allah'sız insanın isyanı 

Nureddin Topçu, Mehmed Âkif s c\ kitabında, her iki şahsiyetin isyanı ilgili olarak değerlendirme yapmaktadır. Ahlâkın gerçekleşmesini mümkün kılan mecburilik dinden çıkarılır, akıl ahlâkî mecburiliği ortaya koymakta âciz kalır. Bize iyi hareketler yaptıran insanlığın sahibi ve hâkimi olan Allah'tır. Ahlâk ideali, kendisine sahip olan fertte bütün bir irade haline gelince isyan olur. Dışımızdaki cihatların en güzeli haksızlığa karşı ayaklanmamızdır. Hakkı bir zâlime ihtar, o ne şahane cihad! Mehmet Âkif'in karakteri, bu cihad için yaratılmış, isyanla dolu bir ruh yapısıdır. "Onu bize olduğu gibi tanıtan bu isyanda, mes'uliyet dâvasını başarmış bir kurtarıcı, ümidini sonsuzlukta birleştirmiş bir veli buluyoruz. Bütün veli ruhlarda olduğu gibi ondaki isyanın kaynağı, bütün varlıklardan, bu kâinatın sanki her zerresindeki sefaletten bizi mes'ul tutan İlahî merhamet duygusudur." Âkif'de varlığına şahit olunan İsyan, birçok insanda taşkınlık veya bezginlikle veyahut tahakküm ve üstünlük hırslarıyla yükselen isyan hareketinden tamamen başka, hatta onlara zıt bir harekettir. İsyan belirtilerine göre bir çok şekiller alır. En hoyrat olanı, benlik adına başkalarına karşı gelmek, saldırmaktır. Dünya nimetlerinin mümkünse hepsini ele geçirmek isteyen insanın saldırışı. Anarşistin isyanı.

syanın temelinde aklî değer taşıyan şekli, varlıktan, devletten, hazdan, hayatın bize sunabileceği her şeyden uzaklaştırıcıdır. Bir nevi iradenin intiharıdır."Hayatın her yüzsüzlüğüne dönüp'lânet olsun!'diyen münzevi ruhların isyanı"...Bu isyan sahibini, ümitsizlikler içinde kendi kendisini fazla kemirmekten öldürür." "Bir isyan daha vardır ki, o sade insanlara çevrilmiştir. Başka insanlara üstünlük duygusundan doğar. İzzetinefis perdesi altında yükselen ve taşan gururun saldırmasıdır. Kendisini yaşayanlara Nietzsche gibi, 'üstün insanlar, halkın içinden uzaklaşınız! Diye haykırtır. Sahibini şuursuz bir gururun içinde putlaştırır: Kimseden ümmid-i feyz etmem, dinlemem perr ü bâl, Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tairim! Diye sayıklayan ruhu cinnetlere müptela kılar; bütün varlığını kinle doldurur. Böyle bir ruhta kin ile kibir, iki yılan gibi imanı kemirirler, insanlardan nefret, onu aşklardan boşaltır, hayattan usandırır." "Bu isyanların üçü de bedbaht, üçü de perişan, üçü de sahipsizdir; hepsi insan ruhunun telefiyle neticelenir. Hepsinin de ruhunda ya kin ve kibir veya hüsran barınır. Hepsi de Allah'sız insanın isyanıdır.

"Bunların hepsinden başka ve hepsine üstün bir isyan da vardır ki o, merhametle başlayarak ümit ve iman ile beslenen, Allah'ın bizde hereketi diyebileceğimiz isyandır. Bu isyanda hüsran yok, menfaat yok, kin ile kibir yoktur." 

Çağını kavramak 

Burada şöyle bir noktaya gelmemiz gerekiyor:Tevfik Fikret o zamanki dünya ve Osmanlı devletinin durumunu asla doğru ve gerçekçi bir şekilde değerlendiremiyor.Tevfik Fikret'in zamanının olayları ile ilgili tutum alışları olduğunu biliyoruz. Mesela bunlardan en bilineni, Sultan Hamid'e yapılan sûikastle ilgilidir. Bu tarihe"Bomba vak'ası"olarak geçmiştir. 1890'lardan itibaren Ermeni komitacıları Osmanlı Devletini sarsacak, Avrupa devletlerine olumsuz gösterecek faaliyetler içinde oluyorlar. En sonunda Sultan Abdülhamid'i öldürmek için 1905 yılında cuma selâmlığı sırasında tertip alıyorlar. Bu tam bir terör hadisesi aslında. Cuma selâmlığına Padişah her zaman arabayla gidiyor, kalabalık, saltanatlı bir gidiş bu. Dönüşte ise tek kişilik bir arabayı kendisi kullanarak saraya gidiyor. Sultan Fiamid'in cuma selâmlığı sırasındaki yapıp ettikleri dakika dakika, saniye saniye hesaplanmış. Namazdan sonra yaptıkları, sonra arabaya gidiş süreleri hep biliniyor. Abdülhamid cuma selâmlığı sırasında aynı şeyleri aynı sürelerde yapıyor her zaman. O gün her ne hikmetse şeyhülislâmla iki dakika fazla konuşuyor. Bu programı aksatıyor ve bomba da Abdülhamid arabasına varmadan patlıyor. Çok kuvvetli bir patlayıcı kullanılmış olmalı ki 50-60 kişinin ölümüne yol açıyor. Abdülhamid tahmin edilen zamanda bombanın bulunduğu yerde olsaydı, parçası bile kalmayacaktı.

Bu devlet başkanına yapılan bir sûikast, esas sûikast sonrasındaki kargaşalıktan yararlanılmak istendiği açık. Sadece devlet başkanı gözetilmiyor, orada bulunan çok sayıda insanın ölmesi de kesin. Cuma selâmlığı dolayısıyla orada çok sayıda insan bulunuyor, işte Tevfik Fikret bu sûikasti öven, alkışlayan meşhur şiirini yazıyor: Birlahza-i teahhur.

Ey şanlı ava, dâmını bîhude kurmadın Attın fakat, yazık ki, yazıklar ki vurmadın! 

Bir anlık gecikme olmasa idi bir zâlimden kurtulacaktık! Bu da gösteriyor ki, Fikret döneminin olaylarıyla ilgili olduğu zaman bile olayları gerçek zemininde ve bütün boyutlarıyla kavrayamıyor, değerlendiremiyor. Şahsî kin ve nefretlerini ön plana çıkarıyor. Dolayısıyla zamanını ve tarihi doğru okuyamıyor. Şiirlerinde güçsüzlerden, zayıflardan yana, adalet ve hakkaniyet vurgusu yaparken, dünyayı sömürgeleştiren batı emperyalizmine görmezden geliyor. Batı,"medeniyet" onda sadece müsbet ilim ve fen tarafıyla var. Sömürgeci zalimlerin dünyayı ateşe ve kana bulayan icraatı, onun tarafından -hatta- alkışlanıyor. Mesela, ingilizlerin güney Afrika'da, Transvaal'de Boerlere karşı yürüttüğü kanlı savaşı dahi desteklemiştir Fikret.

Mesela 1911 ’de italyanlarTrablus'a, yani Libya'ya saldırıyorlar. Hemen arkasından Balkan Harbi patlak veriyor. Çok zaman geçmeden 1. Dünya Harbi başlıyor. Osmanlı Devleti'nin en muhataralı devridir. O arada batılı devletlerin Osmanlı Devleti'ni çeşitli şekilllerde sıkıştırdıklarını, yok etmeye çalıştıklarını biliyoruz. Bütün bu olaylarla ilgili Tevfik Fikret hiç bir şey söylemiyor. Onun ne Balkan muharebeleri ile ilgili bir mısraı var ne diğerleri ile ilgili. Balkan Harbi Osmanlı halkına müthiş sefalet manzaraları gösteriyor, küçük Balkan kavimleri karşısında uğranılan mağlubiyet maneviyatı çok şiddetii sarsıyor. Balkan Harbi dolayısıyla bilhassa İstanbul'a büyük muhacir akını var. Bu muhacirler camilerde, cami avlularında yaşama savaşı veriyorlar. Birçoğu açlık ve hastalıktan ölüyor. Bütün bunlar Fikret'i asla ilgilendirmiyor. Birinci Dünya Harbi'nin Çanakkale cephesi, başka cepheleri, bir halkın emperyalizme karşı varolma mücadelesi onda hiçbir yankı bulmuyor. 

Âkif milletin vicdanı 

Buna mukabil Mehmet Âkif ise, bütün bu konularla çok yakından ilgileniyor. Ülkesinin, halkının içinde bulunduğu durum onun birinci gündem maddesi hâline geliyor. Şiirini vatanın, milletinin hatta devletinin emrine veriyor. Balkan savaşından itibaren hem şiirleriyle hem de camilerde halka vaaz ederek milletin vicdanı oluyor. Halkın yaralı zihnini onarmaya, bozulan maneviyatını kuvvetlendirmeye çalışıyor. Cenk Şarkısı'ndan itibaren yazdığı bazı şiirler var ki, onu istiklâl Marşı'nı yazmaya götüren yolu çiziyor. Mehmed Âkif'in gençlik modeli de zaten bu savaştan çıkıyor. Âsim, Çanakkale cephesinde savaşmış, yaralanmış, gâzi olmuş gençlerin timsali bir genç. Fikret kendi çocuğunu model olarak ortaya koyarken, Âkif, bir nesli temsil eden genci timsal yapıyor.

Halûk Fikret'in çocuğu. Âsim bir neslin temsilcisi 

Fikret çocuğunu topluma model olarak sunarken, kendi nefsine verdiği önemi, tekebbürünü ortaya koyuyor bizce. Kendisi çok mühim olduğu için, ondan olan, onun yetiştirdiği oğlunun da büyük ve önemli olması gerekiyor, model teşkil etmesi icab ediyor. Halûk, babasının kendisi gibi şiirle, sanatla uğraşmasını, kendisini göstermesini beklediğini söylüyor. Halbuki Halûk öyle yetenekleri olmadığını bilmektedir. Fikret, oğlunun kendi yeteneklerini tevarüs ederek model teşkil edeceğini sanıyor. Tevfik Fikret esasında oğlunu değil, kendini model olarak ortaya koyuyor. 

Âsım 'ın nesli, tarihî gerçek 

Böyle bir çerçevede baktığımızda, Mehmet Âkif'in ortaya koyduğu model tamamen olayların akışı içinden çıkarılmış, biraz fıtratın biraz şartların belirlediği toplumumuz için tabiî bir model. Çünkü Âkif'in Âsim tipi kimin çocuğu olursa olsun Âkif karakterli bir çocuk. Böyle bir model kime benzerse benzesin, kim olursa olsun tarif edilen önemli. Osmanlı büyük bir savaşa (doğru veya yanlış) girmiş, bu savaş gerçek bir ölüm kalım savaşı. Çanakkale geçilse, İstanbul hedeftedir. İstanbul Osmanlı Devleti'nin başkenti, hilafet merkezi. İstanbul'un bu şekilde düşmesi demek, bütün OsmanlIların, müslümanların atıf merkezinin çökmesi demek.

Köse imam'la "Hocazâde"Âkif'in karşılıklı konuşması şeklinde yazılan Âsim şiirinde bir çok dertten, sıkıntılardan, kötülükten, olumsuzluktan bahsedilirken ve eski nesiller eleştirilirken, yeni bir neslin bunları düzeltmesi beklenir. Âkif, yakından kanlı canlı bir örnek verir; Köse İmam'ın oğlu Âsim ve onun nesli... "Âsimin nesli" çok güçlü bir sınamadan geçmiştir. Büyük harbin gerçek kahramanıdır. Bu gençler cepheden cepheye koşmakta, korku nedir bilmemektedirler. Âsim Çanakkale gazisidir. Âsim cephe gerisine, İstanbul'a döndüğü zaman da ne adına savaştığını unutmamıştır. Cephede ulvî gayeler uğruna savaşan Âsim, İstanbul'da olup bitenlerden rahatsızlık duyuyor. Çünkü harp bazılarını zenginleştirmiş, geniş bir kitleyi ise fakirleştirmiştir. Haksızlık, adaletsizlik, ahlâksızlık almış yürümüştür.

Cepheden dönen Âsim haksızlıkları, adaletsizlikleri, kötülükleri kendi gücüyle ortadan kaldırmaya yöneliyor. Gece mahkeme ediyor, gündüz infaz ediyor! Savaştan dönenlerde böyle bir psikolojinin ortaya çıkması olağan. Savaşta ideal esas. Cephede mukaddesler için, vatan millet için, değerler için savaşılıyor. Halbuki cephe gerisinde hayat sürüyor, realite ortada; bazıları kesesini dolduruyor, bazıları açlık ve sefalete mahkûm oluyor. Bu kötülükleri Âsim bizzat düzeltmeye çalışıyor. Köse İmam baba olarak oğlu Âsım'ın bu durumundan rahatsızdır. Âsım'a söz geçiremiyor, Akif'ten yardım istiyor. Mehmet Âkif Âsım'la konuşuyor. Toplumda meydana gelen haksızlıkları eliyle düzeltmenin onun işi olmadığını söylüyor. Onu yapması gereken otoritedir, devlettir. Âsım'ın asıl işi, yarım bıraktığı tahsilini tamamlamaktır. Bu sebeple bir an önce Avrupa'ya gitmeli, en kısa zamanda tahsilini tamamlayıp dönmelidir...

Dinden kaçırılan Halûk'un dramı 

ki büyük şiir ustasının gençlik modelleri üzerinde dikkatle durmamız gerekiyor. Fikret oğlu üzerinden bir model ortaya koyuyor. Halûk'un Defteri şiir kitabında bunu buluyoruz. Çocuk Halûk, gelişiyor, büyüyor. Fakat kendisi için çizilen modele uymuyor. Babası ona bir biçim vermeye çalışıyor. Bu pozitivist, akılcı bir Halûk olacaktır. Dine, maneviyata bu modelde yer yoktur. Elbette, Fikret bu modelde İslâmî esas alarak bir temellendirme yapmıştır. Ülkenin dindarları, dini Fikret için müsbet olmaktan çıkmıştır. Bu yüzden, çocuğunu, dinden ve dindarlıktan uzak tutmaya çalışmaktadır. Yani müslümanlardan ve İslâmiye'tten uzak tutmaya çalışmaktadır. Yaşamak için seçtiği yer, Rumelihisarı'nın yakınında, etrafında pek fazla ev olmayan bir yerdir. Fikret'in Âşiyanî ezan sesine hasrettir. Küçük Halûk bu yüzden müslümanlığın dinî tezahürleri ile karşılaşamaz pek. Fen bilimleri tahsiline yönlendirilen Halûk inanmak ihtiyacı içindedir. Babasının akılcı, pozitivist telkinleri onu kesmemektedir. Halûk'un önünde müslüman dindarlık kapısı kapanınca, hıristiyan dindarlık kapısı açılıyor...

Halûk, Iskoçya'dan döndükten sonra Türkiye'de iki yıl kalıyor. Robert kolejde çalışıyor. Daha sonra Amerika'ya tahsilini tamamlamak için gönderiliyor. Bu iki yılda Halûk'un değişimi, dönüşümü aile çevresi ve Robert koleji çevresi dışında bilinmiyor. Belki Türkiye'de kalma süresi uzasa, bazı şeyler gizlenemeyecek hâle gelecek. Amerika'ya gidiş, Fikret ve ailesini geçici bir süre rahatlatıyor. Amerika'da makine mühendisi olan Halûk bazı üniversitelerde çalışıyor, bir yandan da hıristiyanlık bilgisini derinleştirmek için ilahiyat fakültesine devam ediyor. Hıristiyan bir hanımla evleniyor...

Aile sırrının/ulusal sırrın sonu 

Halûk'un ABD'de tahsilini tamamladıktan sonra Türkiye'ye dönmek istediği biliniyor. Fakat bu zaman, tam Mondros Mütarekesi sonrasına rastlıyor. Millî Mücadele dönemine rastlıyor. Yakın çevresinden Halûk'a haber gönderiliyor, "aman gelme!" diye. O sıralar Fikret'in oğlu Hıristiyan Halûk'a büyük tepki olmasından korkuluyor çünkü. Halûk'un durumu bu yüzden uzun süre bilinemiyor, annesi tarafından da hırıstiyanlığı seçtiği yalanlanıyor. Ancak 1940'larda papaz olunca, işin gizlenir saklanır tarafı kalmıyor. Halûk sadece sıradan bir hıristiyan olsaydı ve bunu pek afişe etmeseydi, mesele yoktu. Papaz olduktan sonra Halûk'un gizlenmesi, saklanması imkânsız hâle geliyor. Halûk hıristiyanlığını izhar etmese idi, bizim için model olarak sunulmasında bir noksanlık olmayacaktı. Fakat, Halûk bunun ötesine geçtiği için, Halûk modelini halkın önüne açıkça koymak imkânsızlaşıyor. Halûk'un 1940'lardan sonra Türkiye'ye dönme teşebbüsleri de bu yüzden akim kalıyor. Belki Halûk yeni kimliği ile Türkiye'ye gelebilirdi. Bu elbette halkın tepkisine yol açardı. Bu tepki, aynı zamanda Fikret'in mensup sayıldığı dünya görüşüne karşı bir tepki olurdu. Halbuki Türkiye'de Fikret'in dünya görüşüne mensup olanlar iktidardaydı. Halûk papaz olarakTürkiye'ye döndüğünde, iktidarda olanların konumlan sarsılacaktı. Bize göre, Halûk'un Türkiye'ye gelmesini engelleyenler, o zamanın devlet yöneticileridir. Bunu çeşitli imkânları, araçları kullanarak yapmışlardır. Daha sonra da gelme teşebbüsleri bu çerçevede önlenmiştir.

Fikret'in modeli çöktü... 

Halûk erken yaşlarda hıristiyan oldu, aidiyetini değiştirdi. Fikret'in modelini daha o zaman, gençlik çağında çökertti. Gökteki bazı yıldızların ışıkları ışık hızına rağmen bize yıllar sonra ulaşırmış. Bu yüzden belki de yok olmuş bir yıldızı biz yıllarca var sanırmışız. Halûk'un gerçek durumunu öğrenmemiz de bir hayli zaman aldı. Çünkü Türkiye'de eğitim sistemini değiştirmek isteyenlerin bu zamana ihtiyaçları vardı. 0 yüzden onlar da bunu kabul etmek istemediler. Uzun müddet Fikreti ve Halûk'u yücelterek yaşattılar. Ama artık öyle bin noktaya gelindi ki, Halûk'un yaşatılması mümkün olmaktan çıktı.

Âkif ve Âsim bu gün bu yüzden Fikretsiz ve Halûksuz ayakta durmaya devam ediyor. Ne Âkif'in ve ne de Âsım'ın alternatifi yok. Nedir Mehmet Âkif'in ortaya koyduğu Âsim tipinin özelliği? Bütün geleneksel unsurlardan süzülmüş dinî muhtevası, manevî muhtevası sağlam, bedenen de güçlü kuvvetli, aklı mantığı kuvvetli, fen bilimlerine yatkın bir genç. Ahlâklı, namuslu, âdil, hakşinas yerli bir tip. Bu her devirde geçerliliği olan bir karakterdir. Türkiye'de her devirde Âsim olunabilir. Âsim bizim müsbet tipimizdir. Hem ülkemize, hem insanımıza hizmet eder. Türkiye'de normal şartlarda asla Halûk olunamaz.

Halûk Âsim olabilirdi... 

Halûk için de, doğrusunu söylemek gerekirse, üzülmemiz gerekir. Halûk belki kibirli bir gafil olan babası tarafından öyle bir eğitimden geçirilmese, misyoner ellere teslim edilmeseydi, babasının aksine samimi bir dindar vatandaşımız olarak Türkiye'de ömrünü tamamlardı. Belki Asımlardan bir Âsim olarak ülkesi için savaşlara katılır, gazi veya şehid olurdu. Fakat kader böyle imiş! Belki de bize verilecek mesaj için Halûk'a da ihtiyaç vardı. Yalnız Âsim yetmiyor demek ki. Halûk Türkiye'ye dönmeden 1970'lerde ABD'de ömrünü tamamlıyor. Âsim ise, Âkif'in şahsî karakterinden izler taşıyor ama Âkif'in bu"ben"im veya "oğlum" demediği yerli, bizden bir karakter olarak bugün de yaşamaya devam ediyor. 

Eğitim sistemi Halûk'u esas aldı 

Türkiye'de öğretim sistemi, Halûk karakterini esas almıştır. Eğitim sisteminin modeli Halûk'tur. Bu modelde din vakıası, din ihtiyacı görmezden gelinmektedir. Gençlere sadece akıl, ilim ve fen telkin edilmektedir. Gençlerin maneviyat ihtiyacı ideoloji ile karşılanmaya çalışılmaktadır. Bütün ders kitaplarındaki telkinat bu yöndedir. Elbette hıristiyan Halûklar istenmemektedir. Dinsiz Halûklar ise baş tacı edilmektedir. Fıtrata, yaradılışa aykırı olan bu durumun gençliğimizi nasıl buhranlara sürüklediği görmezden gelinmektedir. Gençliğimizi yetiştirmek için baştan beri problemli olan, problemi esas karakter tarafından hayatıyla ortaya konulan Halûk modelinden vaz geçip Âsim modelini esas almaktan başka çaremiz yoktur.

"Mehmet Âkif, Türkiye'de Modernleşme ve Gençlik" 70 yıl sonra Mehmet Akif bilgi şöleninde sunulan bildirilerinden oluşan TYB'nin 30. Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin 1. kitabı. Mart 2007

 
Bu haber toplam 4074 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim