• İstanbul 18 °C
  • Ankara 18 °C

D. Mehmet Doğan: Konservatuvar günlerim!

D. Mehmet Doğan: Konservatuvar günlerim!
Orta okulu Ankara’da Cebeci Orta Mektebi’nde okudum, “4. Orta” da derlerdi.

Ankara’da Cumhuriyet’in 4. orta okuluHamamönü’ne yakın, Dörtyol’da idi. Oraya gitmek için Dikimevi’ni geçer, Cebeci istasyonunu yukarıdan görür ve bende yabancı bir ülkedeymişim hissi uyandıran bir binanın önünde duraklardım; kısa bir süre tabiî

Yapının alnında kocaman “Konservatuvar” yazardı. Bazen insanın içinde bir binayı görme arzusu uyanır. Yol üzerinde böyle binalar vardı: Tıp Fakültesi, Harita Umum Müdürlüğü, Askerî Dikimevi gibi. Fakat bu binaya girmek, içinde dolaşmak veya bir süre orada bulunmak düşüncesine hiç kapılmadım. Konservatuvar kelimesinin konserve ile aynı kökten olduğunu çok sonra öğrendim, biz onu konserlebağlantılı sanırdık!

Müzikle alakamız, doğduktan sonra kulağımıza okunan ezan ve annemizin mırıldandığı Yûnus Emre ilahilerinden, babamın bazı zamanlar işe daldığında okuduğu türkülerden ibaretti galiba. Arada bir düğünlerden yayılan türküleri duyardık. 1950’li yıllarda Türkiye’de 150 bin civarında radyo alıcısı varmış, nüfusumuzun o sıralar 25 milyon civarında olduğu bilinirse, evlere düşen radyo sayısının çok da fazla olmadığı anlaşılabilir. Bunların yarıdan fazlası İstanbul, Ankara ve İzmir’deymiş. 

Bizim ev, Ankara’nın radyosu olmayan hanelerindendi

Eğer müziğe istidadım ve merakım olsa idi ve bu binanın müzik öğretimi yapılan bir yer olduğunu erkenden keşfetse idim, Konservatuvar’a gidebilir/girebilir miydim? 

Bunun imkânsız olduğunu çok sonra öğrendim. Burada kulağımıza ilk dokunan, sonra ciğerlerimize işleyen, bizim olan nağmelere yer yoktu. Tamamen başka bir dünyanın sesleri, nağmeleri üzerine kurulmuş bir öğretim yapılıyordu. Burada Batı müziği öğretiliyor ve Batı müziği öğretecekyapacak öğretmenler yetiştiriliyordu…

Bu binaya bizim müziğimize giremezdi! Bu demektir ki biz giremezdik!

Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye’nin müziğinin öğretilmesini yasaklamıştı!

Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım!”

Bir hayli maceradan sonra 1937’de Konservatuvar’a türkçeöğretmeni olarak tayin edilen Sabahaddin Ali bu absürdlüğünhikâyesini yazarSesHikâyeyi okumamış olanlar da bu hikâyede sözleri Sabahaddin Ali’ye ait olan türküyü bilir: Leylim ley!

O yıllarda kamyon karoserlerinde seyahat edilmektedirBaşka yolcularla birlikte yazarı ve arkadaşınıBeyşehirden Konya’ya götüren kamyon arızalanır. Şoför ve muavini tamir için uğraşmaya başlarlar. Bir müddet sonra hava kararır, ay çıkarTam bu sırada kekik kokuları ve ince çıtırtılarla dolu havayı hafiften gelen bir saz titretti. Müzikle uğraşan ve bir müzik mektebinde vazifesi olan arkadaşım doğruldu. Kaşlarını çatarak dinlemeğe başladı.”

“Yol amelesinin çadırı tarafından gelen saz ustaca çalınan bir meyandan sonra, susar gibi oldu ve bir erkek sesi o zamana kadar duymadığımız, fakat bize yabancı da gelmiyen bir halk şarkısı söylemeğe başladı:

Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
Seher yeli, dağıt beni, kır beni;
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yarin çıplak ayağına sür beni…”

Yazar, ömründe bu kadar gür, tatlı bir erkek sesi dinlememiştir. Sivaslı yol amelesi Ali, çadırın önünde bu türküyü çalıp söylemektedir. Bir insan gırtlağından bu kadar mânalı ve sarıcı seslerin nasıl çıkabildiğine hayret etmektedir. Arkadaşı da bu gencin sesini çok beğenir. Adını, sazı nerede öğrendiğini sorar. Bir iki usta aşık yanında gezmiştir, küçükten beri çalmaktadır. 22 yaşındaki delikanlının adresini almak ister. Sabit bir adresi yoktur. “Beyşehir yolunda Sivaslı Ali desen olmaz mı?”. Sonunda Konyada, gelip gittikçe uğradığı bir hanın ismini söyler. Yazarın arkadaşı, o delikanlıAnkara’ya getirmek için bir hayli uğraşır. Onu müzik mektebine yerleştirmeykararlıdırBir gün meşhur ve dünyaca tanınmış bir opera tenoru olarak Avrupa şehirlerinde konserler verdiğini hayal eder. Sonunda Sivaslı Alinin Ankara’ya getirilmesini sağlarAli indiği handan 8 lira verip bir saz alıp gelmiştir, imtihan edilecektir.

Yazar dostunun kafasından geçen opera artistliği ve fraklı Avrupa konserlerinin ona yabancı olduğunu düşünür. “Olsa olsa Ankarada büyüklerden birkaç kişinin kendisini dinliyeceğini, belki beş on kuruş vereceğini düşünmüş olabilirdi. Hatta belki de daha sağlam bir istikbalin kendisini beklediğini sanıyor, beğenildiği takdirde hademelik, kapıcılık gibi bir işe konularak kayırılacağını ve arasıra büyükmeclislerde saz çalıp beş on kuruş alacağını ümid ediyordu.”

Mektebin farklı milletlerden müzisyenlerinin türkçealmancafransızca konuşmaları ortalığı doldururken, maarif müfettişi imtihan edilmek istiyen bir çocuğu getirmiştirOrta mektep mezunu olduğunu ve sesini hocalarının beğendiğini söyliyenbu sarışın, oldukça şişman, dalgalı saçlı, cesur bakışlı bir delikanlı idi. Odada bulunanlar zaten bir tenoru imtihan edeceklerdi, ikisini de dinliyebilirlerdi.”

Ali, beyaz demir iskemleye, ateş üstüne oturur gibi ilişir. Müthiş bir gayret göstererek çalıp söyler. İstediği gibi söyleyememektedir. Şarkıyı bitirir ve sazı eline alarak ayağa kalkar. Alman müzisyenlerden biri: “Fena değil, fena değil… Ötekini de dinliyelim…” der ve başiyle sarışın genci gösterir. Sarışın delikanlı plaklara geçmiş bir halk şarkısı seslendirir. Şarkıyı bitirir bitirmez Alman Bravo! der, Bu çocuğu yetiştirebiliriz!

Ali bu odada olanların hiçbirisiyle alâkası yokmuş gibi gözlerini boşluklarda gezdirmekte ve canı sıkılan bir adam tavrı almaktadır. Piyanodaki genç kadın kulak terbiyelerinideneyecektir. Sağ eliyle basit bir melodi çalarak almanca: “Bunu aynen tekrar et!” der. Türk müzisyenlerden biri izah eder: “Piyanoya göre söyle bakalım!” Zavallı delikanlı ömründe görmediği, sesini duymadığı adını işitmediği bir âletin karşısına getirilmişti. Kendisine söylenen sözün manâsını bile anlamıyordu.

Piyanodaki kadın ayni melodiyi tekrar etti, Ali büyük bir gayretle tekrar boynunu gererek:

Bir haber yolladım cânan iline…

Diye başladı. Oradakilerden birkaçı güldü ve Ali derhal sustu.“Yok, iki gözüm” dedim, “şarkı söyliyecek değilsin, bu sesleri çıkaracaksın.”

Sıkıntı içinde gırtlağından birkaç ses fırlar. Orada canı sıkılmış gibi duran Almanlardan biri eliyle sarışın tenoru çağırarak “bu söylesin” der. İşi çabuk bitirmek istiyenler usulen Aliye bir şarkı daha söylettiler. Bu sefer birinciye nazaran çok fazla gayret sarfeden ve her şeyin bu bir tek şarkıya bağlı olduğunu sezen Ali en güzel şarkısını söyledi. Hiç de fena değildi. Hatta orada bulunanlar: “Mükemmel!” der gibi başlarını sallıyorlardı. Fakat şarkı bitip Ali saziyle bir kenara çekilir çekilmez onu derhal unuttular. Sarışın delikanlı yine plaklardan öğrenme bir tango söyledi.

Bütün bunlara rağmen Alide hiç de feci bir halde bulunan bir insan tavrı yoktuSanki bu odadakiler onu zerre kadar alâkadar etmiyen kimselerdi. Yüzünde en ufak bir teessür, en küçük bir hiddet yoktu. Hatta oldukça uzun süren bir sıkıntıdan, bir işkenceden kurtulmuş gibi sakin, dinlenen bir hali vardı. Gözleri sarışın tenora rastladıkça bir müddet duruyor, belki biraz hayret ve merakla onu süzüyordu. Bu bakışlarda küçük bir haset, hatta gıpta aradım ve bulamadım.

Onunla muhakkak konuşmak, ona bir şeyler söylemek lâzımdı. Konyaya nasıl dönecekti? Cebindeki son parayı vererek bu sazı almıştı. Şimdi ne yapacaktı?... Arkadaşım çabucak hazırladığı bir yalanı söylemeğe başladı: “Ali, evladım! Senin sesini beğendiler ama, yaşın biraz büyük. Buraya yirmiden fazla olanları almıyorlar. Senin için uğraşıp hususi bir şey yaptıracağız. Fakat uzun sürer belki, sen Konyaya dön, biz işin olunca seni buldurur, haber veririz.

Ali kaşlarını hafifçe kaldırarak söylenenleri dinler. “Fakat gözleri bana ilişince irkildim. Nedense bu siyah ve büyük gözler bana sahibinin bu lafların bir tekine bile inanmadığını ifşa eder gibi geldi. “Sizi mahcup çıkardım, beyim, sakın kusura kalmayın!” der.

Sonra, hayret edilecek bir şeyden bahsediyormuş gibi gözlerini hafifçe açarak devam etti: Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım!”

Ertesi sabah, aralarında topladıkları birkaç lirayı vermek ve Konya otobüslerine bindirip selâmetlemek için Haymana hanına giden arkadaşına hancı, Sivaslı Alinin, sazını iki liraya satıp yol parası yaptığını ve şafakla kalkan bir kamyona binip Konya yolunu tuttuğunu söylemiş.

Cumhuriyetin halka yabancılaşmasının lirik hikâyesi

Sabahaddin Ali’nin bu hikâyeyi boşuna yazmadığından şüphe yok. Bu güzel saz çalıp söyleyen, memleketin tabiî sesini, nağmelerini terennüm eden genç eğilip bükülmeden hem musikimizin asaletini hem de kendi vakarını ortaya koymaktadır. Nasıl müziğinin yönetenlerin nezdinde bir değeri yoksa, halkın da kıymeti yoktur. Fakat halk bunu mesele etmemektedir. Okulun içinde başka bir dünyanın, kültürün, medeniyetin müziği öğretilirken, dışarıda halk bütün imkânsızlıklara rağmen ayakta durmaya ve kendi müziğini yaşatmaya çabalamaktadır. Eğer bu müzik inkılapçılarına kalsa idik, bugüne ne türkülerimiz gelebilirdi ne de şarkılarımız

Bu hikâyeyi tekrar okuyunca, musikiye fazla bir kabiliyetim olmadığı halde kendimi o gencin yerine koydum. İyi ki bu binanın içine hangi sebeple olursa olsun girmemişim dedim. 

Fakat bu sefer farklı idi. Köprünün altından çok sular geçmiş, o müzikçiler bu tarihî yapıyı terk edip Ankara’nın başka bir yerinde kendileri için yapılan daha lüks bir mekânına taşınmıştı. Burası da bölgenin belediyesi olan Mamak Belediyesi’ne geçmiş, onlar da baştan aşağı onarmış ve klasiksanatlarımızla ilgili faaliyetlere açmışlardıBaşlangıçtaki isim seçilip bina yeniden Musıki Muallim Mektebi olarak adlandırılmıştı. 

İşte bu binada, “müzik inkılabı”nın 90. yılında, 5 gün geçirdim!

img_6140.jpg

img_6233.jpg

img_6473.jpg

img_6568.jpg

img_8192.jpg

Bu haber toplam 1159 defa okunmuştur
  • Yorumlar 1
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim