Şiiri dikkatli okursak, şehrin kaybolduğunu, ama yok olmadığını anlarız! Rumeli’de birçok şehir vardır, fakat bir şairin dokunuşu Üsküb’ü ön safa çeker. Bizim için Rumeli’nin kaderi Üsküb’ün kaderidir…
“Kaybolan Şehir”le yüz yüze ilk tanışıklığımız 2007’dedir. Fakat Osmanlı sonrası aykırı şehri, yani teferruatı geçip gerçek Üsküb’e vardığınızda tanışıklığınızın tarihinin hayli eskilere gittiğini fark etmeye başlarsınız; çok değerli bir yitiğinizi bulmanın hüzünle karışık sevinci hücrelerinize yayılır ve Yahya Kemal’e rahmet okumak vazgeçilmez bir arzu olur.
İşte bu arzu bizi 2008’de, “50 yıl sonra Yahya Kemal Üsküp’te” bilgi şölenine götürür. Âdeta Yahya Kemal yıllarca sonra şehrine, ana yurduna; annesine dönmüştür. Şehrin sokaklarında onun resimleri görülür, onun şiirleri okunur, günlerce ondan konuşulur ve bestelenmiş şiirleri bu vesile ile Türkiye’den gelen TRT Ankara Radyosu Ahmet Hatiboğlu Tasavvuf Müziği topluluğu tarafından icra edilir. Çarşı’nın kalbindeki Murat Paşa Camii’nde Yahya Kemal mevlidi Anadolu ve Rumeli mevlidhanlarının hoş bir rekabetine sahne olur. Koca şaire gözyaşları içinde rahmet okunur…
Ya Fettah!
Bu defa Üsküb’e bir hâfıza tazelemesi için gidiyoruz… Üsküp ziyaretimizde dostlarımızdan en çok duyduğumuz isimlerden biri, hatta birincisi Fettah Efendi’dir. Onunla ilgili kırık dökük bilgiler, şehrin yahut da Rumeli’nin Osmanlı sonrasının gerçek tarihini araştırma arzusu uyandırır. Bir 20. yüzyıl menkıbesi ile karşı karşıyayızdır. İsminden başlıyarak, dâvası, mücadelesi, ıztıraplarla geçen ömrü…Bir dirilişi hak ediyordur.
Konuşanlar onun eserleri üzerinde fazla bir şey söyleyemiyordu, parça bölük mısralar, beyitler duyuyorduk. Şiirlerinin yekûnu hakkında telaffuz edilen rakamların yüksekliği kolay ve çok yazan, dert sahibi bir şahsiyete işaret ediyordu.
Bizim daha önceki saferlerimiz Türkiye’deki bir Üsküplü içindi. Bu defa dâvet Üsküp toprağına karışmış bir Üsküplüden geliyordu…
Dâveti onun adına yaptığından şüphe etmediğimiz Sevba Abdulla’ya (Abdullah’a) meşru mazeretler kataloğundan bir hayli okuduk; kâr etmedi. Salgın döneminde sadece bir defa İstanbul’a gitmiş, havalimanından toplantı salonuna, oradan tekrar uçağa ve Ankara’ya dönmüştüm. Bir de hızlı tirenle Konya’ya gidip gelmiştik…Menhus taçkıran (kovid) salgını ikinci yılını doldururken hâlâ her yerde hükmünü yürütüyordu.
Yola bu düşüncelerle ve hayırlı bir başlangıç yapmak niyetiyle çıkıyorduk.
“Yol” ve “düşünce” kelimeleri ard arda gelince yine Yahya Kemal, yine onun bir şiiri dilimizden dökülüyor.
Yahya Kemal’in “Yol düşüncesi”ni hatırlamalı mıydım? İlk mısraı okuyunca hafızamın bana bir oyunu ile karşı karşıya olduğumu düşünmeden edemedim:
Bu defa farkına vardım ki ihtiyarlamışım…
Bu mısra zihnimde bir nakarata dönüştü; ne kadar tekrarlandı, bilmiyorum. Yahya Kemal bu şiiri kaç yaşında iken yazmıştı? 73 yaşında vefat ettiğine göre, daha erken bir yaşta olmalı.
Yoldayız ve Yahya Kemal’in son yolculuğuna çıktığı yaşı geride bırakmışız…Öyleyse, peşi sıra gelen mısraları da okumalıyız:
Hayatı bir camın ardında gösteren tılsım
Bozulmuş, anlıyorum, çıktığım seyahatte.
Cihan ve ben değiliz artık eski hâlette.
Ne dünya eski hâlinde ne de biz! Şair kendisine şevk ve heyecan veren şeyleri peş peşe sıralar. Dünyayı gezmiş, her türü zevki, hazzı, heyecanı tatmıştır. Dünyanın son sınırı görünmüştür. Şair tam da bu noktada vatan düşüncesine döner. Cihan, yani bu dünya vatandan ibaretdir. Bazı yer isimleri sayar, sonra eserlerimiz, halkımız, askerimiz, cedlerimiz… der ve mûsıkîde karar kılar; Tekbir’den, Nevakâr’dan, İtrî’den bahseder.
Bir gün ben ölürsem…
Kabrim dilerim sîne-i yârânda kazılsun
Her derdliye hemdem (arkadaş)
Bir merd-i vatandı (vatan adamı) diye kalblerde yazılsun
Ta’mîm-i ‘ulûma (ilimlerin yayılmasına)
Gündüz gece çırpındı ve heyecân ile koştu
‘Âşıktı ‘umûma
‘İrfân dedi hiç durmadı Allâh dedi coştu
Parlardı zekâsı
Çöllerde kalan millete yıldızdı mübârek
Susmazdı bükâsı (ağlaması)
Dolgun yüreği gözlerine oldu hem-âhenk (uyumlu)
Gözyaşları çağlar
Dağ başları yırtar koca bir seldi bu vicdân
Ölünce mezarının dostlarının sinesinde kazılmasını istiyor, Fettah Efendi… Her dertliyle dost, bir vatan adamı olarak kalblerde yazılmasını, ilimleri yaymaya gece gündüz uğraştığının ve heyecanla koştuğunun bilinmesini istiyor…Dikkat edilirse, Fettah efendinin ağzından konuşan metin, belli bir yerden sonra üçüncü şahıs ağzıyla konuşmaya devam ediyor. Ayak taşında da aynı ağızdan devam ediyor:
Allâh içün ağlar
Gözsüzlere göz elsize sağ eldi bu insan
Ağlar idi her ân
Gülmüşse eğer pür-derdinin âmâline (emellerine) güldü
En sonra perîşân
Kurbân-ı vazîfe (vazife kurbanı) olarak zevk ile öldü
Müderris Abdulfettâh Efendi ibn-i Abdürrezzâk
Lillâhi'l-Fâtiha
24 Nisan 1963
Bu türbe ve etrafı, Üsküb’ün yüzlerce yıllık tarihî mezarlığı imiş… “Gâzi Baba” fetih günlerinin menkıbevî bir şahsiyetini çağrıştırıyor. Fakat buraya “Kadı Baba” da deniyor. O zaman efsanevi Üsküp kadısı Âşık Çelebi hatıra geliyor. Pir Mehmed Âşık Çelebi kadı ama şair ve gelmiş geçmiş en ayrıntılı şuara tezkiresi olan Meşairü’ş-şuara’nın müellifi. Onun Tuna kasidesi klasik Osmanlı zihnini anlamamıza yardımcı olacak büyük metinlerden biri.
Gâh gönlüm gibi cûşan u huruşandır Tuna
Gâh göğsüm gibi nâlân ü grivandır Tuna
…
Yarlardan atılıp taşlara urur başını
Âşık-ı divane vü Mecnun-ı uryandır Tuna
…
Kişver-i kâfirden îmân ehline akup gelür
Kıbleye tutmış yüzini bir müselmandur Tuna…
Tuna bazen onun gönlü gibi coşan ve çağlayandır, bazen de göğsü gibi inleyen ve bağırandır. Tuna, yarlardan atılıp başını taşlara vuran bir divane âşık ve çıplak Mecnun’dur. Tuna, kâfir ülkesinden iman ehline akıp gelen, kıbleye yüzünü tutmuş bir Müslümandır!
Osmanlı dağlar, ovalar, nehirler derken bütün coğrafyayı müslümanlaştırmıştır!
Âşık Çelebi Üsküp kadısı olarak ömrünü tamamlar. Evliya Çelebi, Âşık Çelebi’nin mezar taşında devrin şairlerinden Cinânî’nin, “Âşık sefer eyledi cihândan” tarih mısraının yazılı olduğunu kaydeder.
Kadı ile gâzi kelimelerinin eski harflerle yazılışlarına bakarak bir ses benzerliği olduğu çıkarılabilir. Kadı (قضی, ﻗﺎﺿﻰ) dad harfiyle yazılır ve d ile z arasında bir ses verir. Kadı böylece kazı, kaazı gibi okunabilir. Gâzi ise zı harfiyle yazılır غازی. Bu farklı ze harflerinin karışıklığa veya tam tersine benzerliği yol açtığını düşünebiliriz!
Gâzi/Kadı Baba'nın türbesinin türbedarı varmış, yanı bakımlı imiş. Korunaklı bir türbe olarak, yüzyıllarca ziyaretgâh olduğu anlaşılıyor. Cuma geceleri, türbe ve etrafı kandillerle aydınlatılırmış. Mezarlık 1955'te yıkılarak şehrin Osmanlı hafızası böylece yok edilmiş.1963 depreminde türbenin yıkılmasıyla bu Osmanlı yadigârı da toprağa karışmış.
Mezarlığın tahrib edilmesine şahid olan Abdülfettah Efendi, “Kâdî baba türbesi önünde” isimli hayli uzun şiiriyle duygularını dile getirmiş.
Bugün de pür-hicrân ey Kadı Baba
Huzur-u nuruna geldim merhaba
Fettah Efendi, selâmdan sonra derdini anlatmaya başlıyor. Ziyaret sebebi, dertleşmek, söyleşmek, hatta ağlaşmaktır; gönüleri keşfetmektir. Dünyada artık ona hemdert kalmamıştır. Orada babasının yıkılmış kabrini, annesinin çökmüş mezarını görmüştür. Ölüler mezarlarında rahatsız edilmiştir. Kemikleri saçılıp savrulmuştur. Büyükannesini, dedesini bulamamıştır.
Yatan bu kabristan tebah oldu mu?
Büsbütün bahtımız siyah oldu mu?
Müslüman diriler göçüp gittiler,
Kalan şu sırtlanlar gör ne ettiler…
Mezarlık yıkılmıştır ama tek iz olarak Kadı Baba’nın türbesi kalmıştır. Onun yıkılmaması, bizi unutmaması, terk etmemesi lâzımdır. Fettah efendi sonsuz işaret için kalmış son sembolden, türbenin tarihe bir örnek bağışlamasından bahsederek şiirini tamamlar. Fakat onun vefatından birkaç ay sonra Üsküp depreminde türbe de yıkılacak o göremeyecektir…
Müslüman dirilerin göçün gitmesi, göçe karşı olan Fettah Efendi’nin neden mezarlık ziyareti ile teselli bulmaya çalıştığını açıklayabilir. Kalan diriler giderek azınlığa düşerken, öte âlemine göçenler dikkate alınırsa hâlâ çoğunluk vardır! Fakat o teselli de elinden alınmaktadır.
“Mezarların olduğu yerde dirilmeler de vardır” denir. Depremden yarım asır sonra, 2013’de Bursa Belediyesi türbeyi yeniden ayağa kaldırır. Tepede 50 yıldır görünür olmaktan çıkan Gazi/Kadı Baba sembolü ayağa kalkar.
Peki, daha on yıl geçmeden bu harabiyete ne demeli?
KÂDÎ BABA TÜRBESİ ÖNÜNDE
Bugün de pür-hicrân ey Kadı Baba
Huzur-u nuruna geldim merhaba
Toprağın üstünde hasbihal için
Dertleşip, ağlaşıp keşf-i bâl için
Bir hemdert kalmadı ben sana koştum
Türbenden bir ilham alarak coştum
Coşturdu babamın yıkılmış kabri
İnsanın bu hükme kalır mı sabrı
Coşturdu annemin çökmüş mezarı
Toprakta çürümüş o gülzârı?
Rahatsız ettiler öz mezarında
Çattılar uhrevî lâlezârında
Kırdılar döktüler iliklerini
Savurup saçtılar kemiklerini
Hani büyükannem nerededir dedem
Toprağı altında bunca muhterem
Yatan bu kabristan tebah oldu mu?
Büsbütün bahtımız siyah oldu mu?
Müslüman diriler göçüp gittiler,
Kalan şu sırtlanlar gör ne ettiler
Diriler me'vâsız yuvasız kaldı
Ormansız, melcesiz, ovasız kaldı
Yıkıldı mescitler, mihrâb-u minber
Yıkıldı ne kudsî türbe ve makber
Ölüler söküldü yerden, atıldı
Kalan son taşları bile satıldı
Bir tarih yatardı hür toprağında
Bir insan yâdı var her yaprağında
Çimenler nişandı kumral saçlardan
Ne endam çürüdü sor ağaçlardan
Ne gümüş cesetler toprağa döndü
Ne parlak göz nuru burada söndü
Yattığı yerleri şen bir yamaçtı
Altında şehre bir ulviyet saçtı
Dört asır, beş asır maneviyatın
Yatağı olmuştu uhreviyatın
Süzerdi yamaçtan bu güzel şehri
Ve fakat bugün ah bugün yıkıldı
Azizler nisyana bütün tıkıldı
Bir tarih kapandı.. Ağzı kapansın..
Bir kitap yakıldı.. Yapanlar yansın..
Uhrevî minberler hâk ile yeksan
Saygılı makberler m...? nisyan
Sevgili ölüler tahkir edildi
Çürümüş kemikler teşhir edildi
Bu mudur adalet insanlık için
Bir orman değer mi bir kabristana
Bin ağaç değer mi tek bir insana
Binlerce insanın son abidesi
Yüzlerce senenin hür makberesi
Kalsın mı bugün âh insansız, şansız
Kalsın mı muhakkir, namsız, nişansız
Ağlıyor ne hazin tarihin sesi
Yıkıldı beş asrın bir makberesi
Gaziler şehitler şanlı yatağı
Kahraman, fâzıl ve sâlih otağı
Kalmış tek o temiz şahikasında
Tarihin bünye-i harikasında
Bu kadı, bu edip, şair türbesi
Kalmış bu tarihin canlı bekçisi
Kalmış bu beş asırın heykel-i şânı
Yıkılmış taçların en son nişanı
Çürümüş başların ey son timsali
Kapanmış tarihin açık emsali
Şuleler toplayıp barikasından
Ateşler alarak sâikasından
Tarihin her şanlı harikasından
Ders alıp o yüce şahikasından
Okuyor beşere son eş'ârını
Şanlı bir milletin son tezkârını
Asıl en ebedi şiiriniz sizin
Türbendir, türbe-i şah ve azizin
Asırlar geçti de geçmez eserin
Efserler yıkıldı, düşmez efserin
Yurdumda kapanmış şan tarihinin
Müstakil, muazzam, hür merihinin
Sen kaldın bugün tek kalmış bir izi
Yıkılma, unutma, terk etme bizi
Ölüler evinde diri kal daim
Cihan yere batsa sen tek kal kaim
Türbenle yaşasın milyonla cana
Milyonla şöhretli şanlı insana
Ebedi nişana kalmış son timsal
Türbenle bağışla tarihe emsal.
6 Mayıs 1957
Gazi Baba Türbesi önünde, Emre Aracı, D. Mehmet Doğan ve Sevba Abdulla
Fettah Efendi'nin kabri başında. Emre Aracı,Sevba Abdulla, D. Mehmet Doğan
Fettah Efendi'nin baş taşı
Fettah Efendi'nin ayak taşı
Kadı Baba Türbesi ve Kabristanının eski bir resmi
Gazi Baba Türbesi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.