• İstanbul 16 °C
  • Ankara 15 °C

Dağlara lâle düştü, güle velvele düştü!

D. Mehmet DOĞAN

(Diyarbekir intibaları 4)

Dağlara lâle düştü/Güle velvele düştü…

Lâleli, güllü türküleri oldum olası severim. Diyarbekir dönüşü bu mısralar dilimin virdi oldu. Şehir yüzlerce kilometre geride kalmıştı, fakat zihnimdeki resim silinmemişti. Çünkü mûsıki arkaplana geçmiş olmakla beraber tesirini devam ettiriyordu.

20. yüzyılda Celâl Güzelses, her şehirde mahallî nağmeleri, âhengi de koruyarak var olan büyük şehir mûsikimizin en güzel örneklerini icra eder. “Şark Bülbülü” böylece kalıplaşmış ideolojik iddiaları boşa çıkarır: İstanbul’a hayli uzak şehirlerde klasik edalı bir müzik varlığı olabilirmiş. Hani “bu saray mûsıkisi”ydi? Bu mûsıki bir tekke ehli tarafından en güzel şekilde yaşatılırmış. Sadece o mu? Celâl Güzelses aynı zamanda bir müezzin! Bu demektir ki, “cami görevlisi” büyük bir mûsıkişinas olabilirmiş.

Bu güzelim mûsıkimizi tekkeden, camiden tecrid ettik ve böylece tükettik!

Celâl Güzelses, plak devrine yetiştiği için sesini bırakarak gitti. Onun mirası, köklü bir mûsıkî kültürüne sahip bir şehrin asırların birikimi olan ses kültürü idi. 1980’lerde Güzelses’in derleme bir kaseti elime geçmişti, kasetçalarımda sürekli dinlerdim. Kasetler bozuldu, kasetçalarlar ortadan kalktı! Bir süre onun sesinden mahrum kaldık. Neyse ki sanal ortamda onun sesiyle güzelim şehir mûsıkisini dinlemek, tadına varmak hâlâ mümkün.

Mûsıkinin “seyyid”i mi, Nuh’u mu?

Kitap okuruz, aklımız miktarınca, bilgimiz ölçüsünde ve kalbimiz yettiğince anlarız. Mûsıkide de durum farklı değildir. Klasik mûsıkimizi dinleyip de onun ruhuna nüfuz eden ve bunu bugünün anlayışıyla bize aktaran çok az isim var. Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar, işte bu çok az olanların en önünde yürürler.

Çok insan anlıyamaz eski mûsıkîmizden

Ve ondan anlamıyan bir şey anlamaz bizden

Açar altın bir anahtarla rûh ufuklarını

Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını

Ve seslenir büyük Itrî semâyı örten rûh

Peşinde dalgalanır bestesiyle Seyyid Nûh

Eski Mûsıki şiirinde Yahya Kemal önce Itrî’yi, sonra Seyyid Nuh’u zikreder. Daha sonra Itrî’ye en yakın dost olan Hafız Post’un ismini geçirir ve nihayet “Dede’nin anlı şanlı devri gelir” diyerek bir buçuk asırlık Osmanlı mûsikisindeki yükselme devrini öz olarak anlatır.

Burada geçen isimler hakkında bilgimiz Itrî’den başlayarak üç beş satırdan ibarettir. Belki Dede Efendi, daha yakın bir devirde yaşadığı için, onunla ilgili bildiklerimiz birazcık fazladır.

Tekbir bestekârı Itrî’nin çok lâfı edilmiştir de şu Seyyid Nuh kimdir, kimin nesidir?

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sağlığında fazla rağbet görmeyen Huzur romanı, son yıllarda çok okunan kitaplar arasındandır. Birçoğumuz okuyup geçmişizdir. Tanpınar’ın mâveradan sesleniyormuş intibaı bırakan şu cümlelerini bir daha okuyalım:

“Seyit Nuh'un Nühüft bestesi, Mümtaz için bizim şarkımızın en kendisi olan tarafıydı. Pek az eser onun kadar ruhumuzdaki sonsuzluk iştiyakını, güneşe, aydınlatıcı ve yakıcı şeylere doğru kanatlanmayı verirdi. Çünkü bu -yine kahramanımıza göre- asıl hamlesi herşeyi ilga eden aydınlığa doğru uçuş olan bir iç âlem medeniyetinin özüydü. Orada yalnız bir kamaşma, kendini tüketme isteniyordu. İnsanoğlunun sonsuzluğu da, burada idrakten bir çırpıda soyunup katıksız bir ruh olmaktaydı. Onu dinlerken maddemizden ayrılıyor ve bu yüzden ölüm, kendini bir uçta, bütün kâinatla, mutabakat halinde idrakten ibaret bir hayatın önünde, onun tılsımlı aynası, güler yüzlü kardeşiyle sarmaş dolaş yaşıyan mahzun yüzlü kardeşi oluyordu.”

Bu ifadede güçlü bir maddeden ruha doğru, fânilikten sonsuzluğa doğru yükselme arzusu hissedilmiyor mu? Aydınlatıcı ve yakıcı şeylere doğru kanatlanma, tıpkı pervanenin yanacağını bilerek muma doğru uçuşu gibi. Neşatî Dede’nin sır olmak, sırlı aynada dahi görünmemek mazmunu gibi:

O kadar ref’i teayyün ettik ki Neşatî

Âyine-i pürtâb-ı mücellâda nihanız

Seyyid Nuh’un Nühüft bestesi, Tanpınar tarafından ruhumuzdaki sonsuzluk özlemini güneşe, aydınlatıcı ve yakıcı şeylere doğru kanlandıran bir eser olarak niteleniyor. Bu haliyle de asıl hamlesi her şeyi yok eden aydınlığa doğru uçuş olan bir “iç âlem medeniyeti”nin özü oluyor. Bir kamaşma, kendini tüketme isteniyor…İnsanoğlunun sonsuzluğu burada idrakten bir çırpıda soyunup katıksız bir ruh oluyor. Onu dinlerken maddemizden ayrılıyoruz ve ölüm, hayatın önünde tılsımlı aynası, mahzun yüzlü kardeşi oluyor…

Tanpınar’ın ötelere, sonsuza atılış mahiyetindeki sözlerine ne demeli? Mûsıkimizdeki tasavvuf neşvesi ancak bu kadar güzel ifade edilebilir. Nüfüht, gizli demek. Tanpınar gizlinin sırlarını çözmüş, mûsıki gibi mücerred bir sanatın özünü kavramış ve bize de aktarmış. “Ne içindeyim zamanın/Ne de büsbütün dışında”, diye başlayan şiirinin sonunda

Başım sükûtu öğüten

Uçsuz bucaksız değirmen;

İçim muradına ermiş

Abasız, postsuz bir derviş.

der ya, onu burada zamanın dışına çıkarak fenafillaha ulaşmaya azmetmiş abasız postsuz bir derviş olarak görüyoruz, desek mübalağa etmiş olmayız!

Diyarbekir’den bahsederken, mevzuyu dağıtığımız sanılmasın. 17. asrın sonu ile 18. asrın başlarında yaşayan Seyyid Nuh, bir Âmidî, Diyarbekrî… Hâfız Post, Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi ve Ali Ufkî Bey gibi mûsıkimizin büyük üstadları ile aynı çağda yaşamış, belki de onlarla ayna muhitlerde bulunmuş, fasıllara katılmış. Diyarbekir’de doğmuş, İstanbul’da yaşamış ve tımar tahsis edildiği için doğduğu şehre dönmüş ve orada sırlanmıştır. Ve onunla ilgili bilinenler bunlardan ibarettir…

Yine 18. asırda yaşamış Verdi Ahmet Çelebi, kuyumcular kethüdası (reis-i zergeran) imiş. Buradan kuyumcu ustası olduğu anlaşılmaktadır. Büyük bir mûsıkişinas, iyi bir keman sanatçısı sesi ve besteleri ile de tanınırmış. Esnafın, sanatkârın klasik sanat inşasında mühim yeri olduğunu hatırdan çıkarmayalım.

Derdimiz mûsıki tarihi anlatmak değil, fakat 17. Asırdan 20. Asra gelen bir geleneği de hatırlamak gerekir. 4. Murad Bağdat seferi sırasında Diyarbekir’de Hacı Efdal Efendi’den “Ömür destanı”nı dinler ve o kadar memnun kalır ki, şehrin meşhur kaynak suyu Hamravat’tan Hacı Efdal’in evine bir hat çektirir. Celâl Güzelses’in “Yaş destanı” işte bu geleneğin 20. Yüzyıldaki yansımasıdır. Ve Diyarbekir’de bütün mûsıki ile ön çıkan şehirlerimizde olduğu gibi Mevlevihane bulunduğunu hatırlatalım. Mehmet Ali Ağakay, artık ayakta olmayan Mevlevihane’nin Dağ Kapı yakınlarında olduğunu söylüyor…

Bu bahsi, 20. Yüzyılımızın büyük bestekârı Saadetdin Kaynak’la kapatalım. Saadetdin Kaynak Diyarbekir’de askerlik yapmış. Onun eserlerinde Diyarbekir’in yüzlerce yıllık mûsıki geleneğinden süzülmüş nağmeler kulağımıza çalınmaz mı?

Klasik mûsıki, halk mûsıkisi manî, mahnı…

İnternette dolaşırken bir Azerbaycan sitesinde, Celâl Güzelses’in yazının başında dilimin virdi olduğunu belirttiğim türkü için “mahnı” tabirinin kullanıldığını gördüm:

Azerbaycan Dilinin İzahlı Lügati’nde mahnı “nağme, hava, şarkı” olarak açıklanıyor. Bizim bu şiiri “mânî” olarak adlandırmamız mümkün. Mânî şiirimizde ve mûsıkimizde yer alan formlardan. Mânî demek, mânî okumak ve mânî atmak, eğer müzikle olursa, işte bu türkü veya şarkı oluyor. Ekseriya türkü ve şarkıların sözleri kısa mısralı, kolay kavranır şiirlerden oluşur. Azerbaycan’da bizdeki şarkı-türkü ayırımı yok. Bu yüzden mahnı umumileşmiş, mûsıki eseri olmuş.

Celâl Güzelses bir mânî katarını havalandırıyor, yani mûsıki eseri olarak okuyor. Mânîler esasen irticalidir, yani bir mecliste karşılıklı söylenir. Elbette bazı mânîler ezbere alınmış ve sürekli tekrarlanmıştır. Bu da o tarz mânîlerden oluşan bir katardır. Kısa, sade, fakat çarpıcı mısralar halkın ezberi olur. Bir mânî dört mısralık olmasına rağmen her mısra başlı başına bir şey söylüyor olabilir. Ya da iki mısralık ifadeler arka arkaya sıralanır.

Dağlara lâle düştü
Güle velvele düştü
Yazığım ona gelin
Yârim de ele düştü

Dağdan kestim değenek
Ortası benek benek
Yenile bir yâr sevdim
Eskisi neme gerek

Dağı duman olanın
Halı yaman olanın
Gece uykusu gelmez
Yâri güzel olanın

Dağdan attım ekini
Uçurttum eldekini
Soran gözümü sorar
Sormaz içindekini

Bu basitmiş gibi görünen mânî katarında bazı saradan denilebilecek sözler olsa da, aranırsa ne hikmetler bulunur. Dilin ve ifadenin berraklığı bilhassa dikkat çekicidir

Bir önceki yazıda Diyarekir’in bir “Osmanlı klasiği” olduğunu belirtmiştik. Bunu şehirdeki klasik Osmanlı mimari eserlerini esas olarak ortaya atmıştık. Fakat bu sadece mimariyle sınırlı değildir. Şehrin Mûsıkisi de klasiktir. Celâl Güzelses’in Ankara radyosunda alınan kayıtlarını da dinledim. Bağlamalarla icra edilen bu parçalar ud, keman, kanun, tanbur, gırnata, cümbüş gibi klasik sazlarla icra edilenler yanında sönük kalıyordu. Mûsıki eserlerindeki sözün sağlamlığı, ifadenin kuvveti ve bunların icra sırasında mahallî bir şive hissedilmeyecek şekilde ortaya konulması bilhassa dikkat çekicidir. Ve Diyarbekir mimarisi, mûsıkisi yanında, zengin edebiyatıyla da klasiktir. Merhum Şevket Beysanoğlu’nun 3 ciltilik Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları kitabı buna şahitlik eden benzersiz bir eserdir.

Bu yazı toplam 590 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim