Biz de kendi penceremizden şehri tanıtma adına, mevcut bilgimizle, edindiğimiz tecrübeyle yazmaya, bilgimizi paylaşmaya çalışmaktayız. Bu nedenle yazdıklarımız arasında sadece “Diyarbakır” var. Çünkü bu güne kadar Diyarbakır konusunun dışında az yazı kaleme alan biri olarak, “Bu şehre daha fazla ne katabiliriz, şehri nasıl tanıtmada görev üstlenebiliriz?” düşüncesiyle şehre dair ele alınmayan ne konu varsa kıyısından köşesinden tutarak yazmaya çaba harcamaktayız.
Şehre dair yanlış anlama ve tanıtmaları konu alan yazı dizisinde kimseyi incitmeden ve söz hakkı doğmasına fırsat vermeden, doğruları göstererek yanlışlara dikkati çekmeye çalışıyoruz:”Diyarbakır’ı Yanlış Anlatanlar”
Bu şehir hakkında yazılan kitapları, seyahatnameleri, çıkarılan dergileri, gazetelerde yer almış makaleleri son otuz yıldır incelikle edinmeye ve okumaya ve değerlendirmeye alan biri olarak, önemli bir eksikliğin altını çizmeye çalıştım: Diyarbakır’ı anlatan ve tanıtan bir dergimiz niçin yok?”
Bu alanda çıkan kısa soluklu kimi dergileri anımsamaya çalıştım. Onları ismen belirtmeye gerek var mı? Kimi gençlerin hevesle çıkardıkları dergiler, edebiyat ve kültür kapsamında yayınlanmış dergiler, haftalık gazeteler, şimdilik arşivde yerini almışken, çıkaranlarının bile unutulduğunu kısmen belirtelim mi?
Diyarbakır’da şehri tanıma ve tanıtma alanında süreli bir yayın olmuş olsaydı, hayatımızda ne değişirdi? Yerel gazetelerimizin her gün ya da haftada bir kültür sanat sayfaları olsaydı, ne olurdu? Yerel ve bölgesel televizyonlarımızın ortak yayınları olsaydı, şehrimize ne katkıda bulunurdu?
Diyarbakır’ı tanıtma adına kurulmuş derneklerle vakıflar arasında kalıcı diyaloglar bulunsaydı, ortak çalışmalar gerçekleşseydi, bulunduğumuz noktanın ilerisinde bulunur muyduk?
Bu anlamda sorumluluk sahibi olarak kendilerini hissedenlerin sadece dernek kurarak, kimi belli zamanlarda yaptıkları sivri çıkışlarla gecelerin dışında hatırda kalan ne olmuştur?
Şehri eksen alan sanal ortamda “Diyarbakır” ismini taşıyan sitelerdeki çalışmalar amacına ulaşabiliyor mu?
Şairlerimizin yazdığı dilden dile aktarılan güzel şiirlerini dinlerken hüzünlenenler, bu sihirli âlemden sıyrıldıktan sonra ne yapmaktadırlar?
Şehre dair söz açılınca etrafı toza dumana boğan açıklamalarıyla, bir bardak suda fırtınalar kopartanlar, fırtına sonrası sessizliklerini niçin bozmazlar?
Diyarbakır’ı konu alan eser sahipleri, niçin bir araya gelmez de çok sevdikleri şehre dair bilgi alış-verişinde bulunmaz? Kimi toplantılara kimilerinin çağrılıp bazılarının unutulmaya terk edilmesi ne derecede doğrudur?
Kimi sempozyumlara davet edilenlerin, bu sempozyumlara nasıl davet edildiklerini, sempozyumlara davet edilme ölçütünün ne olduğunu neden bilmemekteyiz?
Bu şehir için çaba gösterenler yerine vitrine oynayanların sözün bittiği yerde ezberlerini nasıl bozabilir ve ürünü ektikleri tarlaların yıllarca niçin nadasa bırakıldığını kendilerinden hangi dil ile sorabiliriz?
Yanı başında akan Dicle’den habersiz olanın kalkıp Nil ile Ceyhan ile Sen ile uğraşmasına ne anlam verilebilir?
Biz şehri tanıtma amaçlı yaşlı bilgelerin arkasından yıllarca dolaşıp, kendilerinden bilgi almak için çaba gösterirken bizden esirgenenlerin akademik unvanlı kişilere servis yapılmasını nasıl hoş karşılarız?
Ankara’dan ve İstanbul’dan, yurtiçinin tenha uzak köşelerinden ve yurt dışından davet edilenlerin yaptıkları konuşmalar alkışlanıyorsa, onlar takdir görüyorsa, bu şehre dair ısrarla ve inatla çaba harcayanlar, görmezlikten gelinerek, tuttukları yolun yanlış olduğuna mı dikkat çekilmek istenmektedir?
Bölgenin en önemli üniversitesi olan Dicle Üniversitesi, şehir hakkında özel bir çaba içine girmiş midir? Üniversitelerde ders vermek için illaki yabancı dil bilmek ve sınavlardan geçmek, tezler hazırlamak, yüksek lisans yapmak mı şarttır? Diğer özel üniversitelerde kendi alanında uzman olanların ders hocalığı söz konusu iken bizde daima masa başı araştırma ve inceleme hastalığı ne zamana kadar sürecek?
Diyarbakır’a dair söylenecek o kadar konu vardır ki uzun olan yazılarımıza eleştiride bulunan dostlar, çok söz söylemenin kişinin inandırıcılığını ortadan kaldırdığını belirtir, durur?
İnanınız ki kendi açılarından haklılar, bu zevat!... Artık bir konuyu 400-500 kelime ile anlatan gazetelerin köşe yazarları gibi olmak gerekiyor.
Dicle Köprüsü’nü anlatırken tarihine, yapılışına, yapılış amacına, bu köprünün tarihteki konumuna değinmeye gerek kalmamıştır. Bu köprüden dilekçelerini serin sulara atan ve efsanelere bel bağlamış kimi çarpıcı anekdotlara yazıyı bağlamak varken, yazıyı bir iki fotoğraf ile süsleyip, gazete sayfalarına yansıtmak varken bizim gibi bu deme yabancı kalmış, farklı bir gezegenin insanının sözü kabul görür mü?
Diyarbakır Kalesi hakkında bilgi sahibi olmadan, araştırma yapmadan yazanların, itirazlarımız üzerine gösterdikleri birbirinin yalancısı kaynaklara sığınma zamanı para ve itibar görmeye devam ederken, kendilerini sadece Suret-i Hakk’tan gösterenlerin sığınacakları en son limanda “Çamur at izi kalır” mantığına dört elle sarılıp, maça çıkmadan rakibi diskalifiye etme anlayışı, demde geçer akçe olduğu içindir, bizim anlayışımızda olanların sözünün siyasetten ve entelektüel açıdan iflası…
Bir çok şair ve yazar, dünya değiştirdikten sonra söylemlerinin doğruluğu ortay çıkmıştır ki duamız, bizim ve bizim gibi düşünenlerin en azından sonradan hayırla yad edilmesi içindir.
Bizim sitem dolu sözlerimizden rahatsızlık duyanların, kavuğu başından çıkartıp, “Keramet kavuktaysa al sen bu mektubu oku” diyen Molla Nasreddin gibi davranmasını kabul etmeyiz. Anlattıklarımız doğru ise gereği niçin yapılmaz ve dahi yapılamaz?...
Dönemin Kültür (ve Turizm ) Bakanı, on beş ili seçmiş, marka şehir anlayışıyla. İçinde Şehr-i Diyarbekir yok. Diyarbakır Kalesi, her gün kan kaybederken, yapılanlar makyajdan öteye bir anlam taşımıyor.
Diyarbakır’da konuşulan gündemin önemli bir maddesi de budur, hafta içinde. Bakanı ve Bakanlığı eleştiren eleştirene… Bu eleştiri dozunu öncelikle iyi ayarlamak gerekir. Tavşan dağa küsünce dağın ne haberi olur?
Biz kendi aramızda anlaşmadıktan sonra, şehir hakkında bilgilerimiz birbiriyle ötüşmedikten sonra, bu şehir hakkında dişe, ele dokunur birkaç yayına sahip olmamışken, radyolarımız ve televizyonlarımız her gün saatlerce müzik yayını yapıp dururken, gazetelerimizde futbola ayrılan sayfaların ellide biri şehre ayrılmazken, birinin siyah dediğine öbürü ak derken, kalesi her gün bedeninden bir parça kaybederken, tarihî evleri bu gün yarın ayakta durma adına yaşam savaşı verirken, konakları ve köşkleri birkaçı dışında yıkılmışken, el sanatları bir bir ortadan kalkmışken, mezarlıklarındaki şahideleri okumaya yabancı, burçlardaki kitabeleri Kur’an-ı Kerim’den ayetler zannedenler içimizde çoğalırken, entel ve dantel takılmanın prim yaptığı ortamda ilim ve sanat erbabının sözünün pul kadar değerinin olmadığı dönemde neyi savunacağız?
Dünyanın en çok şair ve yazar, düşünce adamı yetiştiren şehri olarak övünür, otuz şair ve yazarı bir araya getiremeyiz.
İnanç denince camileri sayar, ezanla birlikte bu camilerin ancak avlusunda ayaküstü sohbet ederiz, entellektüeller olarak
Kastallarda akmayan suyu sorgulamaktan uzak, mahalle çeşmelerini bilmez, çeşmelerin kitabelerini tanımaz, arada bir “Hatun Katsalı” der, bilgili olduğumuzu ifade ederiz. Keşke Muharrem Güler, bir şiirinde bu katsaldan bahsetmeseydi de bunu öğrenmekten mahrum kalsaydınız!...
“Kilise” denince şaha kalkar, methiyeler düzer, ayinlere katılmaktan zevk alırsınız, ezan-çan kardeşliğini belirtirken. Cenaze kaldırma amaçlı camilere uğramışlığımız olur. Yıkılan kiliselerin onarılmasını isterken uğramadığınız camilerin durumundan habersiz olursunuz.
Ramazanda oruç tutmaz iken, iftar yemeklerine koşuşturursunuz, bayramlaşma günleri düzenlersiniz, ninelerinizin, annelerinizin ne derecede müthiş yemekler yaptığını söylersiniz. TV ve Radyo programlarında eski bayramları anlatır durursunuz. Vitrine oynamak için Ermeni Hemşehrilerimizin bayramlarımıza katıldıklarını belirtir, paskalya çöreklerini ve boyalı yumurtaları öve öve bitiremezsiniz… Bizim ve onların birbirimizle alıp vermediği bir şey yokken, kendinizi suçlu hisseder, pişmanlıklar serd edersiniz. Madem bu denli nostaljik takılırsınız da “Gelin canlı biçimde bunu yaşayalım. “ davetine niçin icabet etmezsiniz?
Ekonominin dibe vurduğu, yaşamak için toprağını, malını mülkünü bırakarak şehre sığınanları, göçlerin hızla yaşandığı ortamda başını sokacak bir gecekondu yapan köylüyü hor görür, tarihî surlara ve burçlara verdiği zararı anlatır, bu fakir, zor durumda ayakta duran aşı-işi olmayan garibanları tekrar geldikleri yerlere göndermek ister, onları “şehri kirletenler” olarak görürsünüz. Ki bu gelenlere yer göstermeyenleri suçlu addetmez, daima küfedeki yumurtaları kırar durursunuz.
Köylünün yoğurdunu, yumurtasını, tereyağını, peynirini yerken güzeldi de onunla şehri paylaşmada niçin zorluklar yaşar durusunuz? Okul yaptınız da okumadı mı, çocukları? Fabrikalar kurdunuz da karısı, kızı kızanı ile asgarî ücreti ret mi ettiler?
Çocuklarınızı özel okullarda okuturken devletin okullarını beğenmeyen kimileri, eğitime ne kadar yatırım yaptı da eğitimsizliğin önüne geçti?
Siteler, konut kümeleri yapanlar, ibadethanelere, okullara, sosyal alanlara ye ayırdı mı ayırmadı mı?
Bu şehrin bu hale geleceğini kestirememiş olmanız, sizin ufkunuzun ne derecede sığ ve dar olduğunu göstermiyor mu?
Bu şehrin sevdalısı olarak kendilerini gösterenler, kına ve şehriye günleri düzenlerken kimi örnek alıp durursunuz? Ayranı tasta ikram eden, ekmeğini tandırda pişiren, başını iki gözlü eve sığdırtanlar, ne zaman “tu kaka!...” edildi, beyzadeler?
Bizim işadamlarımız bu şehre dair hamasî nutukları atarken eser diye ortaya bir şey koyabiliyorlarsa, ellerimiz onları alkışlaya alkışlaya patlamayı hakkeder.
Bizim işadamlarımız, bu halka yardım adı altında gıda paketleri vermekle, günahlarını azaltmak mı ister? Bu insanları dilenciliğe alıştırmanın hayır ve hasenatla uzaktan alakası yoktur. Önce iş olmalı ki aş olabilsin… Balık vermektense balık tutmasını tavsiye den Çinli Şair Tu-an Tu-zu’nun şiirinin tümüne yer vermeye gerek yoktur.
1984’ün ve Domuz Çiftliği Yazarı Rudyard Kipling’in “Eğer adam Olmak İstiyorsan” isimli çok beğenilen şiirini buraya almaya gerek var mı, entelektüel olduğumuzu ispatlamak için?
Şimdi ben bu satırları kaleme alırken birçok proje üzerinde kafa yoranların, kabul edilebilirliklerini tartıştıkları projelerin bu şehre bir faydası olmadığını söylemem, suç teşkil eder mi? Bu şehir, şarkılı-türkülü festivallerle, uçurtmaları uçurtma, karpuz yeme, çuvalla yürüme yarışmaları ile ne kazandı?
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaatı, gittiğimiz yol, yol değildir ki biz ciddiye alınalım.
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, sözümüz ve özümüz bir değil ki aynı gayeler etrafında tavizsiz toplanalım.
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, rant elde etmek için çaba göstere göstere yalan söylemeye başlamadık mı? Bu harap surlar, burçlar kimin eseri? Para gelmedi de onarım mı durdu? Bunu onaranlar, nerdedir ve bu onarıma kimler yeşil ışık yakmıştır?
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, hanginizin şehir dışında yazlığı yoktur, hanginizin şehir dışında yatırımı söz konusu değildir?
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, hanginiz açtığınız atölyelerde ya da adına fabrika dediğiniz iş yerlerinizde çalışanınıza gereken önemi verdiniz?
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, hanginiz bu şehrin insanının derdiyle dertlendiniz de kendilerine zor zamanlarda yardım ettiniz?
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, hanginiz hangi ihalede güzel şehrimin güzel insanlarının geleceği için yatırımda bulundunuz?
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, hanginiz bu şehrin genç nüfusuna yönelik çabalar giriştiniz?
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, hanginiz vekil seçildikten sonra bu şehre dair faydalı hizmetlerde bulundunuz?
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, hanginiz kalburüstü adamların yanında çek defterini çıkartıp bol sıfırlı rakamları yazarken, işsizlikten, açlıktan bunalan hemşehrilerinize yardımcı oldunuz?
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, öve öve çanına ot tıkattığınız şehrinizin kalesiyle, camisiyle, hanıyla, hamamıyla, kilisesiyle böbürlendikten sonra dönüp arkaya baktınız?
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati’nin şehir dışında gurbeti yaşayanları!... Siz diğer şehirlere göç edip, gurbette kalarak şehrinizi özlerken niçin yıllardır çoluk çocuğunuzla bu şehre senede on gün olsa da geldiniz?
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, niçin yad ellerde çalışanlar, kendi memleketinde aynı iş görmezler?
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, her yıl fındık toplama seferberliğine çıkanları gören gözleriniz niçin yaşarmaz? Bu insanların gittikleri beldelerde iş yerleriniz yok mudur? Her gelen Fındık Seferberliği’ne katılanlardan onar, yirmişer kişi alamaz mısınız? Fındık kremalarına yabancı bu insanların, sıcak aşa ihtiyaçları yok mudur? Bunlar şehrin beyaz zencileri olarak ne zaman kadar görülecektir?
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, bizim içimizdeki haset ve kin ortadan kalkmadıkça, birbirimize saygı duymadıkça, birbirimize sahip çıkmadıkça bu iş olmazzzz!...
Aziz ve Muhterem Diyarbakır Cemaati, size bir soru sorayım da cevabını verirsiniz vermezsiniz, bu ayrı bir mevzuûdur:
-Merhum Diyarbekir şehrini nasıl bilirsiniz?
Cevabınızı verip vermemeniz önemli değildir. Merhum bu şehrin tekrar eski konumuna gelmesine emek harcamadıkça, hariçten gazel okuyarak, Kültür Bakanlığı kararını protesto etmek, bence anlamsızdır, mana taşımaktan uzaktır.
Sonuç: Diyarbakır, bilinen marka şehirlerden uzak, tarihî kıymeti kendinden menkul, bu devirde tanıtım yapılsa da yapılmasa da değerinden bir şey kaybetmeyen bir şehirdir. Biz, kendimize değer vermeyi bilmiyorsak, bundan uzak isek, bir başkasından bunu beklemek absurd davranış olur.
“Diyarbakır” ismini taşıyan bir dergimiz olsaydı, iki ayda bir dergiyi ülkenin en ücra yerlerine de gönderir, şehrimizi hem tanıtır hem de güçlü, tok bir sesle duruma açıklık getirir, birlik ve beraberliğimizi perçinlerdik.
Şimdi, meramımızı anlatabildik mi? Kimi odaların çıkardığı dergilere baktığımda bu dergilere harcanan meblağın yarısı bile bu proje için yeterlidir. İsim vererek konuşma, yazma alışkanlığım olmadı, olmayacak gibi. Konu hakkında görüş belirtecek olanlar, eğri oturup doğru konuşmalı. “Diyarbakır” isimli bir dergimiz olsaydı, bu dergiyi destekleyecek gazetelerimiz, derneklerimiz, sitelerimiz bulunsaydı, bu dergide yar alacak makalelere ve haberlere destek çıkacak hemşehrilerimiz, isteklerini ve beklentilerini dile getiremez miydi? Dergide ele alınacak konuları, televizyonlarımız haber yapmayacak mıydı? Radyolarımız buna değinmeyecek miydi? Bu dergi, şehrin sesi olarak, kamuoyu toplamayacak mıydı? Bu dergimiz, sadece Diyarbakır’da makul bir ücretle-katılım payı ile verilse, binlercesi diğer illere ücretsiz dağıtılamaz mıydı? Başka dergilere reklam verenler, bu dergiyi tercih ederek, olması gerekeni yerine getirmeyecekler miydi?
Diyarbakır’ı kiminle konuşmamız gerektiğini bilmiyorum, açıkladık mı? Kiminle konuşacağız, bu şehri? Sayfalar dolusu bir makaleyi yazmanın güçlüğünü ben yaşıyorsam ve okumanın zahmetini siz çekiyorsanız, her iki taraf ta kabul ettiğine göre yeni şeyler söylemenin zamanıdır. Buyurun beraber bu şehri konuşalım, meselelere çözüm getirme adına “Diyarbakır “isimli dergimizi çıkaralım. Ne dersiniz?
Çünkü şehirleri marka yapanlar, o şehre vefa borcunu ödeyenlerdir!...
Bu yazımızı merakla okuyan okur, sonuçta kendi şehirlerinde de aynı kısır döngünün olduğunu hatırlayacaktır ve eminim kendileri de aynı şikâyeti yazılarında ya dile getirmiştir ya da getirecektir.
Siz, “Diyarbakır” geçen kelimelerin yerine kendi şehrinizin ismini yazdığınızda bu yazı, her şehre hitap eden bir makale hüviyetine bürünecektir.
10-12-2010 Diyarbakır
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.