• İstanbul 25 °C
  • Ankara 28 °C

Dr. Ebubekir S. Şahin: Mehmet Âkif'in İnşâda Dair Düşünceleri ve Âkif'in Şiirini Okumak

Dr. Ebubekir S. Şahin: Mehmet Âkif'in İnşâda Dair Düşünceleri ve Âkif'in Şiirini Okumak
Her sanat eserinde olduğu gibi şiirin de bir sunum biçimi vardır.

Bir heykel, yahut mimari eseri nasıl ki belli bir mekanda teşhir edilir ve çevre düzenlemesi ona göre yapılırsa şiir de belli bir sahnede bir muhatap veya muhatap kitlesi karşısında inşâd edilmek (sesli olarak okunmak) üzere tertip edilir.

Örneğin kaside, gazel, mesnevi gibi klasik şiirlerimiz, biçim ve içerikleri göz önüne alındığında her birinin kendine has bir muhatabı olduğunu görürüz.

Genelde mehdiye konulu şiirler olan kaside, padişah yahut yüksek bir makamda bulunan bir devlet büyüğüne hitap eder. Bölümleri itibariyle kasideye bakıldığında, belirli bir topluluk içerisinde memduha (övülen kişi) karşı önce bir gazel (nesib-teşbib) okunur. Şiir kudretini ve ince hayallerini gösteren bu gazelden sonra şair, adeta orada bulunan topluluğa dönerek bir girizgah yapar ve övdüğü kişiyi sıfat, lakap ve unvanlarıyla anmaya başlar. Bu beyitlerde övülen kişi, gaib (3. tekil şahıs) sigasında vasfedilir. Şair/okuyucu, daha sonra "iltifat" ederek (3. şahıstan 2. şahsa dönerek) memduha hitap eder. Övgü ifadeleri, memduhun, gücü, kuvveti, şevket ve azameti, yapıp eyledikleri, muhatap sigasında (2. şahsa hitap suretinde) bir bir sayılır. Sonra sözü kendine getirir şair, kendini tanıtır ve arzıhal eder. Sözün sonunda memduha dua ile kaside son bulur. Dikkat edilirse kasidede bir sahneleme söz konusudur. Diğer nazım biçimlerine de bu gözle bakmak mümkündür. Örneğin, 5-10 beyit tutarındaki gazel, daha çok aşk içeriklidir ve muhatabı genelde tek kişidir. Bu şiirin daha tenha bir mekanda tek kişiye okunmak üzere yazıldığını düşünebiliriz.

Mesnevî ise meclislerde okunmak üzere tertip edilir. Mevlânâ'nın Mesnevisi yahut Süleyman Çelebî'nin Mevlid-i şerifi gibi... Bu nazım biçimi daha uzun mevzuları işlemeye uygun olduğu için, mesnevi biçiminde yazılan şiirlerin meclisler halinde bölümlendiği ve dergâh, köy odası gibi toplu mekanlarda belirli gün ve gecelerde düzenli aralıklarla olarak inşâd edildiği görülür. Kasidede maksûd, medih ve arzıhaldir genelde. Ilan-ı aşk içinse en uygun yol gazeldir. Öğüt, bilgi ve kıssadan hisse için ise mesnevî yoluna gitmek gerekir. Sebîlü'r-reşâd baş muharriri, irşâdyolunun kılavuzu olan Mehmet Akif'in şiirine bu nokta-i nazardan bakıldığında onun şiirinin nasıl inşâd edilmesi gerektiğini daha iyi anlarız.

Akif, inşâda özel bir önem atfeder. Çünkü Akif'in şiiri bir kişiye yahut küçük bir topluluğa değil, bütün bir millete, bütün İslam coğrafyasına hitap etmektedir. Sahne Âlem-i İslâm'dır. Şiirin inşâd edildiği kürsi, İstanbul'un selâtîn camilerinden biridir.

Bir sahne demek âleme pek doğrudur elbet, Ancak görülen vak'aların hepsi hakikat. Hem öyle vekâyi'ki temâşâsı hazindir, Aheng-i tarab-sâzı bütün âh u enindir! Zirâ ederek bunca sefâlet-zede feryâd; Vâveyl sadâsıyla dolar sîne-i eb'âd (s. 18) 

Cami, beytullahtır. Allah'ın evi... Şair, cemaatle beraber Rabbinin huzurundadır. 

Yâ Rab, bu yüreklerdeki ses dinmeyecek mi? Senden daha bir emr-i sükûn inmeyecek mi? Her ân ediyorsun bizi makhûr-ı celâlin, Kurbân olayım nerde senin, nerde cemâlin? (s. 18) 

Şiirin inşâd edildiği mekân bir câmîdir amma dekor, tasvir edilen manzara pek de cami duvarlarındaki insana huzur veren tezyinâta benzemiyor. Cami adeta bu sahneyi görebilmek için yükselmiş bir gözetleme kulesidir. Şair oradan gördüğü sahneleri bir bir Rabbine arzediyor:

Yerden çıkıyor göklere bin âh-ı şerer-bâr, Gökler ediyor, sâde çıkan nâleyi tekrâr! Bir yanda yanar lânesi bin hâne-harâbın, Bir yanda söner lem'ası milyonla şebâbın. Kalmış, eli böğründe felâket-zede mâder; Evlâdını gömmüş kara topraklara inler! Ağlar beriden bir sürü âvâre-i tâli', Nân-pâre için eyleyerek ırzını zâyi'. Bükmüş oradan boynunu binlerce yetimân, Me'vâ arıyor âileler lâne-perişân! Mazlum şikayette, nedamette sitemkâr; Hunâbe-i maktule garîk olmada hunhâr! Bîmârı, felâketliyi, uryânı, sefili, Meflucu, amel-mândeyi, miskini, zelili, Gaddârı, cefâ-dîdeyi, mahkûmu, esiri, Heyhât, şu pâyânsız olan cemm-i gafîri Teşhir ile şöhret kazanan sahne-i dünyâ Gelmez mi İlâhi sana bir kanlı temâşâ? (s. 19-20) 

nşâd, Mehmed Akif için önemliydi. Çünkü o, kendi gidemediği yerlerde, yaşamadığı zamanlarda da şiiriyle Müslüman halkı uyarmak, onları umutlandırmak, ayağa kaldırmak; ye's bataklığından kurtarmak istiyordu. Bu yüzden onun şiirinin doğru okunması, doğru telâffuz edilmesi, heyecanının ve hislerinin doğru yansıtılması gerekiyordu. Bu yüzden Akif, Sırat-ı Müstakim'de konu ile ilgili görüşlerini bir makale halinde kaydetme lüzumu hissetmiştir.1 Şimdi o makale çerçevesinde şiir okumanın inceliklerine göz atalım: 

İnşâdı, "bir şiiri tavr-ı mahsûsıyle okumak" olarak tanımlamaktadır Akif. O, "ister o neşîde okuyanın kendi malı olsun, ister başkasının. Bazıları inşâd-ı şi'r terkibinden şiir yazmak yahud söylemek ma'nâsını çıkarıyorlar ki bu tür tefsire lügatin müsaadesi yoktur" diyor ve "inşâd" kelimesinin yanlış kullanımına örnek olarak Namık Kemal Bey'in bir dörtlüğünü veriyor:

Ben tuttuğunuz yola gideyim, Bir müntehabât cem'edeyim. Şehnâmeler etmiş olsam inşâd, Bir beytimi eylemezdim irâd. 

inşâdın önemi hakkında da şunları söylüyor Akif: "İnşâd gayet mühim bir mes'ele olduğu halde biz nedense buna hiç ehemmiyet vermemişiz, hatta vermiyoruz! Bir cemâat-i kübrâ huzurunda yüksek sesle îrâd-ı nutk eden bir hatîb tasavvur ediniz ki sözleri serâpâ mânâ, serâpâ rûh. Lâkin bu adam esnâ-yı tebliğde edâ ile müeddâ arasındaki münâsebete, âhenge dikkat etmiyor; hutbesini hâfızaya istif edilmiş tekerlemeler gibi dümdüz okuyor. Şimdi böyle bir nutkun cumhûr-ı sâmiîn (dinleyiciler topluluğu) üzerinde ne te'sîri olur? 

Tabiî hiç. işte yalnız veznin, kâfiyenin akıntısına tâbî olarak okunan şiirler de dinleyenler üzerinde aynı te'sîri husûle getirir." Şair bu ifadelerden sonra inşâd kusurlarını on madde halinde sıralıyor. Bunların önemli bir bölümünün aruzla yazılmış şiirlerde ortaya çıkan okuma yanlışları olduğu dikkat çekici. Örneğin;"Dilimizde kullanılan vezinleri bilmeyerek tef'ilelleri birbirine karıştırmak." "Yine vezin bilmemek belâsı olarak, bazı heceleri çekilmek îcâb eden kelimeleri kısa geçmek; kısaltılacak heceleri de uzun okumak. Hele pek tabiî, yani söylendiği gibi okunmak lâzım gelen kelimâta imâle vermek yani uzatmak bir hastalıktır ki nazm ile muârefesi olmayan yahut bu âşinâlık pek yeni başlayan ağızlara müstevlidir! Böyleleri, mısraın hiç olmazsa iki üç kelimesinin kuyruğu, kulağı çekilmedikçe manzum olmaz vehminde bulunurlar. Bu illetin çâresi, çokça şiir okumaktır." 

Nazmı nesir gibi dümdüz okuyuvermeyi tefrit olarak niteliyor şair. Takti' edercesine okumaya da ifrat diyor. "Ma'nâ itibariyle birbirine bağlı olan mısralardan yahut beyitlerden her birinin sonunda sözün bittiğini zannettirecek biçimde durarak, dinleyenlerin zihnini karıştırmak" da önemli bir inşâd kusuru olarak belirtiliyor bu makalede. Akif'in şiirleri, kafiye dizilişi açısından bakıldığında genelde mesnevî kafiyesindedir. Ancak, cümle çoğunlukla mısralarca devam eder. Şair,"nesr-i manzum" olarak nitelediği bu tür yeni şiirlerin de beyit esasına dayalı eski şiirler gibi, anlamı mısra veya beyit içerisinde tamamlanıyor biçimde okumanın yanlışlığına dikkat çeker.

"İstifham (soru), teessür (üzüntü), taaccüb (hayret), tehekküm (alay) hulâsâ bir başkalık, bir fevkalâdelik ifade eden cümleleri de diğerleri gibi îrâd eylemek"yani şiirdeki duyguyu hissetmeden /hissettirmeden okumak da önemli bir okuma kusurudur. Ayrıca, "kâfiyeleri dinleyenlerin kulağına zorla sokar gibi lüzûmundan ziyade hissettirmek", yine "imâleleri (vezin gereği yapılan uzatmaları), hususiyle Türkçe kelimelerdeki imâleleri pek belli etmek" ve "vezinde, kafiyede, tavırda bir sakatlık yapmamakla beraber şiirin müeddâsına (içeriğine) göre edâ edilmesi gerektiğini düşünmeyerek rakîk, şedîd, yüksek, derin ne kadar hisler, hayaller, fikirler varsa hepsini birden aynı ahenkte okumak" da şairi rahatsız eden okuyuş kusurlarıdır.

"Tabiî bunlardan başka sebepler de var" diyen şair "hele arûz mutaassıplığından ileri gelen takti'cilik, en selîs nazımları bile en müstekreh kılığa sokar."diyerek maddeler halinde sıraladığı bu onu aşkın kusuru örneklerle izah ediyor. İnşâdın daha birçok incelikleri olduğunu söyleyen Akif, onların tarîf edilemeyeceğini; şiiri okuyan adamın zevkine kalmış şeyler olduğunu söylüyor. Meselâ şiddetli fikirlere, ateşli hislere tercüman olan şiirler yüksek sesle, heyecanlı bir tavırla okunmalı; ince, nâzik mânâlar da kendine has bir ses tonu ile sunulmalıdır. Sesin yükseltilmesi gereken yerde indirmek, alçaltmak gereken yerde yükseltmek pek münâsebetsiz olur. "Bunula beraber bir takım züppelerin yaptığı gibi şiire ruh vereceğim diye acemi oyuncu tavrı takınarak soğuk soğuk ca'liyyeler (yapmacık tavırlar) göstermenin yine lüzumu yoktur. Bu bir tasannu'dur, tasannu ise her zaman merduddur." Eskilerin inşâda ne derece önem verdiğinin bilinmediğini söyleyen şair, eslâftan Hersekli Arif Hikmet'in şiir okuyuşunu çok azametli bulduğunu belirtiyor. 

Okuyucuya "ihtimâl ki inşâd bahsini bu kadar uzatmaya mütehammil bulmayacaksınız" diyen şair, kendi şiirlerinin kötü örneklerine ta o zaman şahit olmalı ki; ince, duygulu bir şiiri alıp bir edebiyat mahfilinde önce ehline sonra da işin ehli olmayan birine okutulmasını ve bu iki okuyuşun dinleyiciler üzerindeki etkisini mukayese etmeyi tavsiye ediyor; işin ehemmiyetinin o zaman iyice anlaşılacağını belirtiyor. “...Ne hâcet! Şiiri berbad bir surette inşâd etmek tıpkı bir beste-i mûsikîyi usûle bîgâne, çirkin sesli bir herifin gevelemesine benzer."

Akif, eski şiirde inşâdın önemli olduğunu, ancak günümüz şiirine gelince işin büsbütün önem kazandığını iddia ediyor. Zira eski şiirde her mısra, her beyit bağımsız bir anlam içeriyordu. Dolayısıyla iyi de okunsa fena da okunsa beytin sonunda durunca maksadın ne olduğu anlaşılırdı. "Oysa şimdiki şiirler eski nesirler gibi zincirleme gidiyor. Hatta bazen, birinci mısra ile başlayan cümlenin arkası tam sekiz on mısra sonra alınabiliyor. Onun için inşâdın hakkı verilmezse âhenkten vazgeçtik, mânâ anlaşılmaz. Bereket versin ki son zamanlarda taammüm eden (yaygınlaşan) tenkît (noktalama), işi hayliden hayliye kolaylaştırmıştır. Yoksa yeni şiirleri inşâd pek müşkil olurdu." Akif, genelde Namık Kemal'in şiirinden örnekler veriyor ve imâle, zihaf, uzatma gibi okurken dikkat gerektiren hususları açıklıyor. Biz burada o örnekler yerine, Akif'in kendi şiirlerinden -çeşitli şiir albümlerinde ve internette yahut anma programlarında sahnede înşâdına şahit olduğumuz, günümüzde çok okunan, ama çoğunlukla yanlışlarla okunmak âdetâ adet halini almış şiirlerinden- özellikle Çanakkale şehitlerine hitaben yazdığı meşhur şiirinden örnekler vermeye çalışacağız. Buraya kadar, Mehmet Akif'in şiir inşâdı hususunda özetlediğimiz düşüncelerinden sonra onun şiirine ses verenler ve sözünü onun şiiriyle süsleyenlerin yaptığı yaygın birkaç yanlışa dikkat çekmek istiyorum.

Akif'in makalesinin sonunda vurguladığı tenkît (noktalama) konusu, onun şiirini okuyanlarca da mutlaka dikkate alınması gereken bir husustur. Şairin, çeşitli sebeplerle yayınlamadığı pek az şiiri dışında eserlerinin hemen tamamı kendi döneminde basılmıştır. Dolayısıyla imlâ ve noktalama konusunda ilk kaynağa müracaatta bir sorun yoktur. Günümüzde latin harfleriyle yapılan neşirlerde de noktalama konusunda asıl metne azami sadakat gösterildiği söylenebilir. Hâl böyle iken, Safahat'ın altıncı kitabında (Âsim) yer alan ve Çanakkale şehitlerine hitabeden şiirindeki;

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,2* Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! 

mısraları arasındaki irtibat hiç dikkate alınmadan iki ayrı cümle gibi okunmaktadır. Hatta çoğu zaman şiir, 3. mısradan itibaren başlamakta ve şairin kurduğu imge tamamen yok olmaktadır. Birinci mısrada dağlara taşlara serilmiş şehit gövdelerini gösteren şair, sonraki cümlede duygularını üç mısrada dile getirmektedir: "O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar, yaralanmış temiz alnından uzanmış yatıyor; bir hilal uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor!" Bu cümlenin, temiz alnından vurulup yatan öznesi "başlar"dır. Namazdaki rükû da olmasa 'dünyada eğilmeyecek' (asla eğilmeyecek) olan başlar... Namaz kılan ve yalnızca rükûda, yalnızca Allah'ın karşısında eğilen, başka hiçbir kişi, kurum ve varlık karşısında eğilmeyen o başlar, ter temiz alınlarından vurularak şehadet nuruna gark olmuşlar ve âdetâ birer güneş kesilmişlerdir. Bu güneşler, tıpkı her akşam kızıl şafaklarda gurûb eden güneş gibi batmıştır. Hilâlin görülebilmesi için de güneşin batması gerekir. Bu gurûb, arkasında yükselecek kutlu hilâlin görünebilmesine imkân tanıdığı için hayranlık uyandırmaktadır. 

slâm kültüründe Müslüman'ın hedefi ve gayesi "i'lâ-yı kelimetullah''tır. Yani Allah adını yüceltmek... "Hilâl" kelimesi Arap harfleriyle "Allah" kelimesine karşılık gelir. Her iki kelime de aynı harflerle yazılır. Her iki kelimenin de ebced değeri aynıdır: 66. Müslümanların bayrağındaki hilâl, camilerinin alemindeki hilâl bunu temsil eder. Yani bayrağın yüksekte tutulmasının sebebi Allah adını yüceltmek gayesidir. Akif, söylemek istediği budur. Dolayısıyla "hilâl için güneşin batışı" hüsn-i talilinde bir küçültme ve küçümseme yoktur. Akşam namazının vakti girmiştir. Şafaklar al kanlara boyanmıştır ve güneş başlı şehitler için hilâl uğrunda, "i'lâ-i kelimetullah" uğrunda rükû ve secde vaktidir...

Akifin şiirini okumayı bilmeyenler, onu yanlış okudukları gibi, okuduklarını anlamadıklarını açıkça gösteren bir iddiada bulunabiliyorlar ve Akif'i, Çanakkale şehitlerini yüceltmek isterken Bedir Savaşına katılan sahabelere saygısızlıkta bulunmakla suçluyorlar. Onun,

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i... Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

mısralarını, sanki, Çanakkale şehitlerini Bedir Ashabı'ndan daha yüce bir makama çıkarmış gibi algılıyorlar.

Oysa burada şair, İslâm tarihinin ilk savaşı ile belki son savaşı olarak gördüğü Çanakkale savunması arasında, hedef, şiddet ve taraflar arası güç farkı bakımından bir paralellik kuruyor ve yine"i'lâ-i kelimetullâh" yolunda Bedir savaşına katılan mücahitler ile Çanakkale savaşında şehadet şerefine erişen kahraman mehmetçiği şan ve şerefte eşit görüyor. Sözde mânâ, bir virgüle bağlıdır çoğu zaman, işte bu mısrada da böyle bir virgül etkisi söz konusudur. Şair, verilen mücadelenin büyüklüğü bakımından, başka kahramanları bir tarafa, Bedir ve Çanakkale kahramanlarını bir tarafa ayırmaktadır. Yani "Bedrin arslanları olsa olsa bu kadar şanlı olabilir" gibi sığ ve Akif'ten asla beklenmeyecek bir anlam değil; bilakis "bir tek Bedrin arslanları bu derece yüksek ve önemli bir mevkidedir"demek istemektedir. Yani "ey şehid oğlu şehid, sen öyle kutlu bir mücadele verdin ve öyle yüce bir makama çıktın ki, orada bir tek Bedir Savaşı'nda kendilerinden kat kat üstün olan bir orduya az bir neferle mukabele eden ve o nicelik bakımından büyük düşman ordusunu hezimete uğratan şanlı Bedir mücahitleri vardır." demektedir. 

Söz konusu şiirde dikkat çeken bu iki önemli okuma ve yanlışından başka, dikkatsizlik, kelimelere yabancılık, anlama eksikliği gibi sebeplerle sık yapılan yanlışlar da vardır. Örneğin, 

En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, 

mısraındaki "kesif" kelimesinde son hece uzun okunması gerekirken çoğunlukla kısa okunuyor. Yine;

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, 

mısraında da "satib" kelimesi aynı şekilde kısa okunmaktadır. 

Yedi iklimi cihânın duruyor karşına da, Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada! 

mısralarında dikkatsizlik ve vurgu yanlışları göze çarpıyor, ilk mısrada "karşına da" ibaresi "karşında" biçiminde yanlış okunurken ikinci mısrada Ostralya ile beraber olanın kim olduğunu anlamamıza engel olacak bir okuyuşla karşı karşıya kalıyoruz. Mısra,"Bakıyorsun ki Ostralya ile Kanada birlikte" demek isterken yanlış vurgu "Sen Ostralya ile beraber bakıyorsun" biçiminde anlaşılacak bir okuyuşa sebep oluyor."Kanda"da cümle dışı bir unsur olarak öylesine söyleniveriyor. 

Akif'in dikkat çektiği inşâd hatalarından biri de yukarıda belirtildiği gibi "nesr-i manzum" dediği yeni şiirde görülen ve birkaç mısra boyunca devam eden cümle yapısının fark edilmeyerek, eski şiirdeki gibi her mısra sonunda durma yanlışı. Aşağıdaki üç mısra aslında tek cümledir:

Nerde -gösterdiği vahşetle "Bu bir Avrupalı!" Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtları kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Temel cümle içerisinde bir yan cümlecik vardır. Ancak her mısra sonunda durularak okunduğunda çok garip ve anlamsız bir metin çıkmaktadır karşımıza. Ve ne yazık ki çoğu zaman böyle okunuyor şiir. 

Akif'in inşad hakkındaki görüşleri ışığında, onun yalnızca bir şiirinde görülen okuma yanlışlarını aktarmaya çalıştığım bu konuşmanın sonunda, onun hatırasına saygı çerçevesinde bizim için en büyük yadigarı olan şiirlerinin de estetik kurallara riayet edilerek okunması ve her yıl belirli periyotlarla andığımız şairi, anlamak konusunda da gayret sarf etmemiz gerektiğini vurgulamak isterim.

Kaynakça

Abdulkadiroğlu, Abdülkerim -Nuran, Mehmed Akif Ersoy'un Makaleleri, Kültür Bak. Yay., Ankara 1987. Ersoy, Mehmed Akif, Safahat, Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, Çağrı Yay., İstanbul 2007. Sıratı Müstakim, 26 K. Sani 1327, 19 Safer 1330.

Mehmet Âkif: Edebî ve Fikrî Akımlar/3. Mehmet Akif Ersoy Bilgi Şöleni’nde sunulan tebliğlerin kitap haline getirilmesi ile oluşan kitap TYB'nin 39, Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 3.kitabı

https://kitap.tyb.org.tr/kitap/akif3edebivefikri.pdf

Bu haber toplam 699 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim