Hepimizin kitaplığında okunmayı bekleyen kitaplar vardır, zaman içinde unutulup giden. Bu gün ya da yarın okurum diyerek, tehir ettiğimiz kitaplar az değildir. Bu senenin ilk günü, kitaplığımda duran bini aşkın kitabı, boynu bükük bırakmak istemedim. Bu kitapları, bir köye götürerek, okuma arzusuyla dolu olan çocuklara hediye ettim. Özenle seçtiğim birçok alanda tasnif edilebilecek kitabı, kendi elimle teslim edip, çocukların kitap bekleyen gözlerindeki ışıltıyı söndürmek istemedim. Onlar, kendilerine bir kitapçının hediyesi bildiği kitapları görünce sevindi. Ben de bir eğitimci olarak, kitaplığımda oldukça yer kaplayan, çoğu ansiklopedilerden oluşan kitapları azaltarak, yeni kitaplara yer açtım. Bir gün yolum düştüğünde, belki tekrar okumak zorunda olacağım kimi kitapları, kütüphaneden ödünç alır, okuduktan sonra tekrar teslim ederim.
Bu kitap tasnifinde okuyup, unuttuğum kitaplardan biriydi, Suut Kemal YETKİN’in “Günlerin Götürdüğü” başlıklı deneme kitabı. Bu beraberinde Montaıgne’nin, Sabahattin EYYÜPOĞLU’nun deneme kitapları da elimin altına ulaşmış oldu. En çok YETKİN’in kitabını okumakla denemeyi sevdiğimi itiraf etsem, şık düşer mi? Bilmiyorum. Burada Nurullah ATA(Ç)’ın da denemeleri olduğunu belirteyim, dilde yeni kelime oluşturma hastalığını depreştirip, sonra da yitikler arasına karıştığı söylenilen. Yine de YETKİN’in denemeleri benim için daha bir değerlidir, okur bize hak verirse.
Günlerin Götürdüğü, “Yarına İnanmak” denemesiyle başlamakta. Bu denemenin ilk cümlesi, başlı başına bir kitabın özeti gibi:” İkinci Dünya Savaşı bittiği gün, Üçüncü Dünya Savaşına hazırlıklar başladı.”
Bu denli yerinde bir tespit ve çarpıcı bir itiraf!.. Sekiz kelime ve bu sekiz kelimeden ikisinin tekrarı ile on kelimelik bir anlatım. Yazar, edebiyatı ve sanatı eksen aldığı denemesinde savaştan bahsetmemektedir. Sözü gerçek yazara ve şaire getirmek için İkinci Dünya Savaşı’nın beraberinde getirdiği ülkedeki sanata ve edebiyata eleştiriye zemin hazırlamaktadır.
Bizim, İkinci Dünya Savaşı’na katılmamamıza rağmen katılmaktan beter bir yokluk içine düştüğümüzü, İlk Dünya Savaşı’na müdahil olan İttihat ve Terakki anlayışı’nın Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldıran sebeplerden biri olduğunu, hazırlayıcı sebeplerin müsebbibi olanların Anadolu’da kurulan yeni devlet içinde de olduğu bilinen bir hakikattir. Sanata ve edebiyata yön veren anlayışın temsilcilerinin çoğunun bu anlayışın uzantısı olduğu inkâr edilemez.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın Ülke’de yaptığı tahribatın yakın şahidi olan YETKİN, kaç savaş geçirdiğimizin farkındadır:” Yarına güven diye bir şey kalmadı. Yarının ne olacağı kestirilmeyince gününü gün etmek, günü gününe yaşamak bir ilke oluverdi. 1939’da çocukluk çağından bulunanlar böyle bir hava içinde büyüdüler. Bu kuşak için yarının herhangi bir anlamı artık kalmamıştır. Türlü toplum sıkıntıları da bu güvensizliği arttırıp durmaktadır.”
Yazar, bu denemesinde günü birlik yaşayan insanları değil, toplum adına düşünen insanları, kalemleri eleştirmeye kapı aralamak ister:”İnsanlar yalnız maddi değil manevi olarak da günü gününe yaşamaya başladılar.”
Bu günü gününe yaşama hastalığının elli sene devam ettiğine ömür vefa etmeyen yazarın çağa olan tanıklığının işaretçisi olan tespitlerine devam edelim: “Sanat ve edebiyat elbette bu havanın dışında kalmazdı. Çünkü gününe yaşayan insanlar gibi sanatçılar da yaşadıkları gün için eser vermeye koyuldular. Günlerinin yankılariyle yetindiler. O gün adları duyulsun, o gün eserlerinden söz edilsin!”
YETKİN, bu hastalığın en acımasız sendromunun ne olduğunu ve sanatla edebiyata bakışın nasıl değiştiğini, incitmekten uzak, fakat hastalığın doğru teşhisine attığı neşter cümlelerle diyor ki:” Yerleşmiş sanatçıları kötülemek, bu uğruda elden geleni esirgememek. Yayınlamak, elde ne varsa ortaya koymak.”
Bu hastalıkla başı hoş olmayanların safında yer alan biri olarak sanatın politikanın egemenliğine alınmasıyla, sanatkârın hüviyetinin eserlerde silik izler bıraktığını anlamaktayız, Yazar’ın cümlelerinden:” Son sekiz on yıl içinde çıkmış olan kitapların çoğu bu özellikleri taşımaktadır. Beş on şiir çiziktirenler hemen bir kitapçık çıkarıyorlar. Yenilikte gerçeği değil, şaşırtmayı arıyorlar. Milletin şuurunda yer etmiş sanatçıları sarsmak için fırsat kolluyorlar. Kendi topluluklarından olmıyanları küçümsüyorlar. Bu davranış tam bir bencilliğin, yerine göre nedeni ve sonucu olmuştur.”
Bu gün bu hastalığa dûçar olanların halen kendilerinden başka edebiyatçı olmadıklarını, yazın dünyasında kendilerinden başka söz sahibi olanın bulunmadığını söylemeleri boşuna değildir. Demek ki bunun güçlü kökleri, günümüze kadar etkisini korumuştur. Halen kendilerini bir yerlere monte etmeyi, var oluşlarının gereği bilen, ebabilden başka kuş tanımamış, bu sebeple şahin ve kartal arasındaki farkı bilmeyen, kendi oluşturdukları jurilerle kendi kendilerini ödüllendiren, halkına, insanına, kültürüne, irfanına, tarihine, toprağına bağlı ve saygılı kalemleri kabullenmeyen bu anlayış, yönünü bir türlü değiştirmemiş, sanatı sanat olmaktan çıkarmış, halka indirgememiş, kendisini eleştirilmez göstererek, insanını daima küçümsemiştir:” Oysa bizim anlayışımıza göre, gerçekten şiar veya hikâyeci olan üne varmak kaygısiyle yazmış olmak için değil, yazmak zorunda olduğu için yazar.”
Yazmak zorunda olduğu için yazanın gerçek şair ve hikâyeci olduğunu söyleyen YETKİN, “Bu iç baskıyı duymadıkça da kalemi eline almaz. Bu iç baskıda toplumdan gelen türlü tesirler kaynaşmaktadır. Yaşıyan, yalnız kendisini düşünerek yaşayınca nasıl insanlığından eser kalmazsa, yazan da her ne pahsına olursa olsun yalnız kendisini tanıtmak için yazarsa öylece sanatından, dolayısıyla varlığından iz kalmaz.” der, yerinde tespitiyle.
Günümüzde kalemlerin ortaya çıkışındaki marazî hale açılım teşkil edecek bu cümlelerin halen etkisini koruduğundan taraf biri olarak, sanatçının ve sanatın ne olduğunu hakkıyla ortaya koyan YETKİN’in tavrı, elli sene öncesinden bellidir: “Çünkü gerçek sanat toplum içinde yaşayan sanatçının insanları türlü yönleriyle ciddiye alarak yaşattığı anda başlar.”
Gerçek sanata ve gerçek sanatçıya ulaşma yolunda oldukça aşağılanan(!), horlanan, alay edilen, çağdaş olmamakla suçlanan, başkalarını taklit etmeyi yok oluşlarının basamağı olarak bilenler, halen karnını kaşıyanlar olarak lanse edilmek istenir; içki meclislerinde bulunmamakla suçlanır ve kendilerinden olmayan herkes bu suçlayıcı, tahkir edici ifadelerle sindirilmek istenir; bu yetki adeta kendilerine verilmiş bir hak gibi, süslü ifadelerle vurgulanır; onlardır bu ülkeyi kurtaran, aydınlık geleceğe taşıyan, daha ileriye götürecek olan. İfadelere bakıldığında batıyı referans alanlar, kapitalizme düşmandır. Bu tezat, ne zaman halk ile zıtlık teşkil eden bir durum ortaya çıktığında kaybolur, dostluğa yerini bırakır.
Bir tarafta karşı çıkılana meydan okuma bir tarafta meydan okunana teslimiyet arasında bocalayan sançtı anlayışının ayakları yere basmaktan uzak profili, aba altından sopa göstermekle günümüze gelmiştir.
Suut Kemal YETKİN, aşağı-yukarı özetlediğimiz hususu, şu cümlelerle aktarır, okuruna:” Öyle ki toplumcu olduklarını söyliyen şairler bile unutulmak korkusiyle anlaşılmaz şiirler yazarak dikkati çekme yolunu tuttular. Ama gene de toplumculuğu kimseye bırakmadılar. Böylelikle toplumculukla kişicilik ayni şairlerde birleşiverdi. Bu çeşit şairler ve yazarlar kendi eğilimlerine uyacakları, yaratışın çilelerine katlanmayı göze alacakları yerde sanatı bir sıçrama tahtasına çevirmekle yok ettiler.”
Dün sanatın halk için mi sanat için mi yapılacağı üzerine tartışmalar, ortaya aydın ve münevver isimli iki zümreyi oluşturmuştu. “Aydın” denilen taîfe sol anlayışla şekillenmiş, “Münevver” denilen taîfe ise kendisince milliyetçi-muhafazakâr yapıdaydı. 1980 sonrası ortaya çıkan suskunluk döneminde sanat ve edebiyat dünyasında aydınlarla münevverlerin arasında üçüncü bir cephe oluştu: İslamî Sanat Anlayışı.
Aydın kesim, entellektuelliğe bürünerek, alışılmış biçimde savundukları hayat tarzını sosyalizmle bütünleştirememenin ezikliğini mevcut anlayışların gölgesinde sürdürüp, kendilerine ciddi rakip olarak çıkan toplumcu ve halka inen edebiyat anlayışını, 1930’ların ifadeleriyle karalama yolunu tutmuştur. Münevver kesim, inanç bağıyla ortak olduğu yeni anlayışı benimsemek istese de milliyetçiliğe karşı çıkışla adından söz ettiren yeni anlayışın karşısına dikilerek, kendilerini İslam’ın bin yıllık savunucusu biçiminde göstererek, ümmet anlayışının dışında durmuştur. İlk etapta Münevver-muhafazakâr kesimle anlaşılması beklenen yeni anlayış, karşısında bir de aydın kesimi görünce ortaya Enverizm’den mülhem, Gökalp’ten devşirme “Kızıl Elma” söylemi canlandırılmak istendi. Arzulanan ile beklenen ve gerçekleşen arasındaki zıtlıklar, insanın alışmak zorunda bırakıldığı hayat tarzını benimsedikten sonra mevcut şartlara adapte edilmesiyle birlikte, taklidi sevimli görmesiyle başlayan ve bunu devam ettirme anlayışının nefsine giydirttiği gömlekten vazgeçememe inadıdır. Bir yanda münevver bir yanda aydın. Belki de oynanmak istenene oyunun figüranıydı, üç cephe. Şimdi ben bir cepheden bakarken haklı olduğumu ifade ederken, bana farklı bir cepheden bakanlar neden haklı olduklarında ısrar eder, durur? Ben, aydın saflarına katıldığım zaman münevver-muhafazakâr saf, beni eleştirme dozunu düşürecek mi artıracak mı? Aydın kesim, münevver-muhafazakâr kesim ile birleşme amacını kendilerinin yok oluş korkusuyla mı yapıyor? Bu doğru değilse üçüncü kesim, niçin her ikisinden bazı parçalar alarak, daha az tepkili bir çıkış sergileyemez ? Al üçünü birbirine çarp, elde olan sıfırdan başka bir şey kalmasın!... Nihayetinde bir doğru vardır bir de yanlış. Bir soruya ya olumsuz cevap verilecek ya da olumlu cevap. Bir sorunun muhatabı olan, oylamada “Çekimser” olma hakkını bu sorunun cevabını verirken kullanamaz. Fakat, mantıklı görülmeyen çekimserlik hakkı, elbette soru mantıksızlıklarla örülü ve kişiyi rahatsız edecek tuzaklarla dolu ise, üç maymunu oynama zahmetine katlanmaya da gerek yoktur.
Bizim geleneğimizde bir olumsuzluk görüldüğünde ya elle düzeltilir ya dille. İkisine imkân olmadığı zaman, insan oradan uzaklaşır ve kalpten buğz eder.
Şimdi sanatın sanat ya da halk için yapıldığından yana olanlar bilmelidir ki sanat sanat için yapılmaz ise halk için bir öneme sahip olamaz. Halk yoksa sanatın taşıdığı bir mana olamaz. Üçüncü bir şıkka cevap hakkı tanımayan anlayış, yılların kendisine verdiği güç ile “Yoğurt siyahtır… Öyle değil mi?” derken sizin “beyaz“ demeniz boştur, “siyah değildir” demeniz gereksizdir. Zaten dikte edilmek istenen belirtiliyorsa kabul etmeniz sanatçı kimliğinizi yitirmeniz demektir, tatlı su tavrınız da yazdığınızın artık adam gibi kale alınmayacağının işaretidir.
Sanat anlayışını halka rağmen, tarihe rağmen, kültüre rağmen, inanca rağmen bir başkasına benzemek için harcatanlar, politik düşüncelere kurban ettikleri kalemlerinin bağımsız olduğunu haykırmaları, kapitalizmin çarklarında un ufak olan itibarlarını bilboardlara astıkları kitap kapaklarının süslediği reklâmlarda kalır. Kendi kendilerinin isimlerini yüceltenler, sadece kendi kendilerini okur bir hale gelerek, bir başkasını yok sayma üzerinde kurdukları varlıklarının devamlılığını sağlama için, mevcut sanat merkezlerinde sadece kendilerinin mevcudiyetini haykırırken, beri tarafta bunun yalan olduğunu beyan edenleri bir başkası tekzip etme yoluna gitmektedir.
Yazarın kitabını yayınlayan tekel kurmuş yayıncılar, sırtlarını mensubu oldukları gazetelere, bu gazetelerin kültüre sanata hizmet adıyla çıkardıkları dergilere yazı yazarak, bu medyatik çarkın işçinde televizyondan televizyona taşınarak, en son çıkan eserlerinin reklâmını yaparak, ne derecede evrensel eserlere imza attıklarını belirtir, dururlar. Bu kitapları baskı üzerine baskı yapanlar, elerlindeki kitapların da resmî yetkililerce alınmasını ister, baskı grupları kurar, kitap almayanları, almak istemeyenleri aldırtmaya icbar eder. Çünkü yüz binlerce basılan kitapların satılmasının gerisinde duran hakikat budur. Kimisi de etkilendiği televizyon reklâmlarının etkisinde kalarak, kitabı alır, okur. Yazarın sultasını sağlamlaştıran ve televizyon dizisi kahramanları, sinema yıldızları haline getiren kimi reklâm şirketleri de bu kumpastan gereken payını alır.
Elli yıl öncesi kaleme alınan denemeye kaldığımız yerden devam edelim: “ Sevgi, inanış, güven, acıma, saygı gibi varlığımızı ilgilendiren türlü insanlık duygularının bozulmadığı her devirde ve her yerde sanat ve edebiyat ciddiye alınmış, değer taşımıştır.”
Yazarın özenle ifade etmeye çalıştığı, yaşanılan dönemde birçok değere saygını gösterilmediği hususunu vurgulamaktır, adeta. Demek ki bu devirde-1960’lı yıllarda- sanat ve edebiyat ciddiyetle üzerinde durulan bir öneme sahip değildir.
Yazarın “Ciddiye alınmayan gerçek sanat hiçbir yerde gösterilemez. İkinci Dünya Savaşı sonrası kuşaklarına giren yazarların çoğu ciddilikten yoksundur. “ teşhisini koyarak, edebiyat ve sanat alanında “Garip”, “Birinci Yeni” olmak üzere kendisince edebiyata ve sanata yeni normlar getirmek isteyenlere ağır bir eleştirisi söz konusudur:” Ünü ucuza mal etmek yüzünden çocuk denecek yaşta olanların bile ağza alınmaz deyimlerle yüz kızartacak sözde şiirler düzmeye, iri iri lâflar ederek eleştirmeler yazmıya kalkıştıklarını görmedik mi?”
YETKİN’in ” İkinci Dünya Savaşı bittiği gün, Üçüncü Dünya Savaşına hazırlıklar başladı.” cümlesiyle başlayan denemesinde “Ben, sanatı ve edebiyatı insan varlığının en kutsal yaratışlarından bir sayarım. Gerçek sanat eserlerinin de, yarına geçecek değerde olduğuna inanan sanatçıların ellerinden çıkmış onlalar arasında bulunacağına inanıyorum. Zaten bana bu satırları yazdıran da bu inanış oldu. Tabiî yarını, geleceği masal sayanlar, günü gününe yaşamakla yetinenler, diledikleri gibi düşünüp yazarlar. Bu onların bileceği bir iştir.” tespitini hakkıyla yapar.
Günümüzde birçok tartışmayı bıçak sırtı gibi kesecek olan bu denemenin okunmasını isterdim, doğrusu. Denemenin bölümlere ayrılarak, verilmesi, sadece dün ve bu gün arasında yazarın dikkat çekmek istediği ayrıntılar içindir. Yazar, yine denemesinde “Ne şiirin , ne sanatın yenisi eskisi olur.” Der, “Yeni kelimsini ağzından düşürmiyenler ya tükenmiş olanlar, ya da kendilerinde yaratma gücü bulunmıyanlardır. Yenilik diye ortalığı bulandırmakla gerçek bir şey kazanılmaz. Bulanık suda balık avlandığı sanatta görülmemiştir.”
Biz de dünü bilmeyenin bu günü yaşayamayacağını, dolayısıyla yarına bir şeyler bırakma adına dünle yarın arasında bu günün bir köprü olduğunu vurgulayalım mı?
Bu gün edebiyat ve sanat dünyasında öyle meseleler vardır ki çözümsüz durmaktadır. Birisine “Bu gün hırsızlık yaptınız mı?” sorusunu yöneltirseniz, alacağınız cevap ne olursa olsun, karşınızdakinin hırsız olduğunu kamuoyuyla paylaşacaksınız. Verilen cevap şıkları olarak da “Hayır” ve “Evet” olarak belirlense ne yapabilirisiniz? “Evet” deseniz, hırsız olduğunuzu ikrârdır “Hayır” deseniz, hırsızlığı dün yaptığınızı kabul ediyorsunuz.
Başka bir misal verelim, felsefî tad olarak: “Beşle beş ne kadar eder?” Bu soruya doğru cevabı verenler arasında bir ödül olduğu düşünülürse ne cevap verebilirsiniz?
Şayet bu soru, kasıtlı değilse ilk bilinen cevap, iki beşin toplamının on olduğudur. On kabul edilemez ise murad edilenin beşle beşin çarpımı yirmi beş rakamı olduğudur. Kişiye tek bir cevap hakkı tanıyan anlayış, hangi cevapla karşılaşsa istediğine taraf, doğru kartı çıkartır, istemediğini dışlar.
Suut Kemal YETKİN, çok dikkatli bir anlatım ile yazdığı denemsinde edebiyata ve sanat dair düşüncelerini net biçimde sunmaktadır ve gerçek yazarın ve gerçek şairin tarifini yapmaktadır. Elli yıldan fazla bir zaman önce de yukarıya aldığımız “Bu gün hırsızlık yaptınız mı?” ya da “Beşle beş ne kadar eder?” gibi soruların sorulduğunu tahmin ediyoruz. Şayet bize bu gün sorulsa muhattab bildiğimize bu cevabı vermeyeceğimizi, cevabı verdiğimiz andan itibaren, gerçek sanatçı duyarlılığımızı kaybedeceğimizi, en doğru cevabın bu sorunun cevabını bir yana bırakın, sorunun muhatabını reddetmemizin en güzel cevap olduğunu ifade etmemiz lazım.
Son demde bir dizi çekilmiş ve bu dizi etrafında bir bardak suda fırtınalar kopartılmak isteniyor. Bu dizinin ilk bölümünün reklâmının yapılması trilyonları bile aştı, masraf olarak. Bu dizi için şöyle bir soru sorulsa cevabınız ne olurdu?
-Muhteşem Yüzyıl Dizisi iyi bir dizi mi kötü bir dizi mi?
Emin olunuzu en küçük çocuğumla televizyon başında zevkle seyrettiğim çizgi filmlerin tadına varamıyorum. Bari çizgi filmlerde anlatılanın tümü yalandır, zaten. Nihayetinde doğrusu, budur. Şimdi dizileri seyredecek ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu tartışacağız… Bu insanımız, dolmaları kolay kolay yutmaz da kendisine akademisyen-tarihçi- araştırmacı- gazeteci diye unvanlar atfedenler, televizyonlara oldukça malzeme devşiriyor, gazetelerde yazılar yazıyor.
Yahu bu Süleyman, insandı, hata yapabilir… Hatta bir seferinde kendisini affetmiş olduğu haberine istinaden çadıra giren oğlunu bile boğdurtmuştur. Boğdurttuğu oğlu ile karşılıklı yazdığı şiirler bilinmektedir.
Yahu bu bir hükümdardı, ölümüne yakın Avrupa’yı baştan başa fethetme plânını uygulamaya koymuştu. Ölümü bile gizlenmişti haftalarca.
Yahu bir insandı, Süleyman. Elbette eşi, eşerli olacaktı. Kendisine hizmet sunan hizmetkârları olması kadar doğal bir durum olamaz.
Şimdi biz gerçek yazar ile gerçek şairi mi ele alalım, Suut Kemal YETKİN’in denemesinden almadığımız kalan birkaç cümleyi de yazımıza dahil mi edelim veya bir delinin kuyuya attığı taş için kırk akıllı ile tartışalım mı? En iyisi susmak ve işi ehline bırakmak!...
Bazen susmak, verilen en güzel cevabını teşkil eder, anlamsız suallerin.
16-1-2011
……………………………………………………
(*) Yazı başlığı, Suut Kemal YETKİN'in kitabının ismidir. Kitaptan alınan cümleler, YETKİN’in Varlık Yayınları arasında çıkan adı geçen eserinin birinci basımından; "Yarına İnanmak" adlı denemeden alınmıştır;sayfa 5-7. Denemede yer alan yazım biçimi olduğu gibi korunmuştur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.