• İstanbul 16 °C
  • Ankara 17 °C

İhsan Yalçınkaya: Ayak Topu

İhsan Yalçınkaya: Ayak Topu

Ünlü Türk düşünürü Kaşgarlı Mahmut, “Divân-u Lugâti’t-Türk”ün ilk cildinde; eski Türk boylarının Orta Asya’da tepmek, tekmelemek anlamında kullanılan  “tepük” adıyla ayak topu oynadıklarından bahseder.

Türklerin “tepük” oynarken kullandıkları topların, ilk dönemlerde oval kalıplara dökülen iğ arşağı biçimindeki kurşun kitlesinin üzerine keçi kılı veya keçe sarılmak suretiyle yapıldığı; zamanla bunların değişime uğradığı ve daha yumuşak cisimlerden yapılmış topların tercih edildiği, bunun için de içi hava doldurulmuş ve yuvarlanmış kuzu tulumlarının kullanıldığı belirtilmektedir.  

Seyit Ali Ekber’in  “Hıtay-ı Name” adlı yapıtında ayak topu “tepük”ün Orta Asya’da yaşayan Türk boyları tarafından yüzlerce yıl oynandığı yazılıdır.

Ayasofya Kütüphanesinde bulunan “Tarih-i Timur” adlı eserde, topa elle dokunmanın ve çizgiden dışarı çıkarmanın yasak olduğu, Timur’un bu oyunu askerlerine bir çeviklik talimi için oynattığı ifade edilmektedir.

Türkiye’de ayak topunun mazisi 1870’li yılların sonuna kadar gider. Ayak topu, Osmanlı Dönemi’nde 19. yüzyıl sonlarına doğru İngilizler aracılığıyla oynanmaya başlamıştır. Ayak topu tarihinde önemli yer tutan İstanbul’un üç büyük takımından ikisi, ecnebi takımlara karşı kurulurken bir tanesinin kuruluşunda yerli rakiplerin etkisinin daha büyük olduğu görülmektedir.

Futbol, yöremiz deyimiyle ayak topu, çocukluk hatıralarımızı süsleyen oyunların en gözdesidir. Kişilerin öz yapısını tarif eder. İnsanların âdeta nüfus cüzdanı gibidir. Takımlar arasında renkler önemlidir. Renklerde karakterler saklıdır. Mizaç çözümlemesi yapılır renkler üzerinden. Ayak topu; dostluğu, paylaşmayı, yarışmayı, kazandırmanın yanında kaybetmekle birlikte acı, tatlı, hayret verici pek çok hadiseyi içerisinde barındırır.

Eskiden hayatın bütün kısımları gibi oyunların hâli de doğaldı. Ayak topu tam da böyle bir oyundu. Seyirciler, telefon tellerine konan kuşlar gibi yan yana dizilirler; ana babalar çocuklarını övmek için o anı beklerlerdi. Maç başlamadan önce toprak sahanın kenarına çıkarılan elbiseler rüzgârda uçmasın, dağılmasın ya da birileri elbiseleri kapmasın diye üzerlerine irili ufaklı taşlar konarak korunmaya çalışılırdı.

Sahaya çıkan takımlardan iki kişi, aldım verdim vezniyle ayak topu oyuncularını seçerdi. Bindim elma dalına/ Gittim Halep yoluna/ On deve gördüm/Birisine bindim... Portakalı soydum/ Başucuma koydum/ Dolapta pekmez/Yala yala bitmez/ Haydi sen çık, denilerek taraflar belirlenirdi.

 Yazı tura olarak yerden yassı bir taş alınır üzerine tükürülerek havaya atılır, ıslak ve kuru kısmına bakılarak maçı başlatacak olan ekip tayin edilirdi.  Ayak topuna başlamadan evvel en yakın komşunun evinden helkeyle su getirilir, susayanlar su içtikten sonra maşrapayla kale direklerinin ön kısmı sulanarak on sekiz, altı pas ve köşe çizgileri belirlenirdi. Sahanın ortasına karşılıklı olarak tek kol hâlinde dizilen takımlar, Türk sporu adına üç defa “Sağ ol!” dedikten sonra müsabaka başlardı.

Ayak topu oynanırken tozu dumana katan oyuncuların havaya kaldırdıkları kül, kuş tüyü, saman çöpleri, ufalanmış kâğıt parçalarından göz gözü görmezdi. Oyuncuların her biri bir tarafa kaçışır, onca tekmeyi yiyen meşin yuvarlak kadar oyuncular da zaman zaman aynı sertliğe maruz kalırlardı. Zayıf ve çelimsizler dâhil kimse kimseye kırılmaz, gücenmezdi. Topun sahibi dilediği kişiyi takıma aldıramazsa oyunu bozmaya yeltenir, daha da üzerine gidilirse topunu alıp sahayı terk ederek oyuncuları yüzüstü bırakırdı.

Ayak topu oynarken fiyakalı bir spor ayakkabısı giymek çocukların en büyük hayaliydi. Babası Avrupa devletlerinin birinde çalışan ya da ailesi varlıklı olanların dışında çoğu çocuk bu ayakkabıları ya rüyasında görür ya da komşunun siyah beyaz televizyonundan izlerdi.

Köyde en ideal top ayakkabısı kara lastikti. Çoğu ayakkabının burnu delik, ökçesi yırtıktı. İçi astarlı olanını bulmak ayrıcalıktı. Ayakkabısı olmayanlar yalın ayak top oynarlardı. Giyildiğinde ayağa çok büyük ya da dar gelen cızlavetle topa vurulduğunda top bir tarafa, ayakkabı bir tarafa savrulurdu. Havada uçuşan ayakkabıların her bir eşi, kör kurşun gibi oyuncuların gözüne, burnuna, kulağına isabet ederdi. Daha da sağlam vurulduğunda yokuş aşağı yuvarlanarak içerisinde oturulmayan bir evin avlusuna, su kuyusuna veya birisinin bahçesine düştüğü olurdu. Yakaladığı ayak topunu oynayanlara iade etmek, topu kapan mal sahibinin insafına kalırdı.

“Ayak topu oynadığınız için ders çalışmıyorsunuz.” diye çocuklara söylenerek oyun sahasına ani baskın yapan öğretmenler olduğu gibi köy kahvesinden para toplayıp çocukları yakın köylere müsabakaya götüren öğretmenler de vardı. Bu öğretmenler, ayak topuna katılan öğrencilerin hepsine pekiyi notunu verirdi. Köyler arasında yapılan maçta yenilenler evlerine dönerken köyün çıkışında çalı çırpı, bağ bahçe, ekili dikili olan her yeri tarumar ederlerdi.

 Ayak topu karşılaşmalarında şişman çocuklar kalede durur, hızlı koşanlar sahanın ilerisinde oynar, ortada oynayanlar ise estetik çalımlarla seyircilerin ilgisini çekmeye çalışırlardı. Çocuklar için en zevkli ayak topu oynama fırsatı Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı ve millî bayramlardı.

Yazın çerçiye satılan yünlerden elde edilen parayla kışın ise gödelek oynandıktan sonra biriktirilen un, bulgur, yumurtanın paraları bahara kadar bekletilir; Kayseri’ye gidecek olan birisine top ısmarlanırdı. Emanet gelir gelmez derisi kurumasın, topun ömrü uzun olsun diye üzerine kuyruk yağı sürülürdü.

Büyük bir meşakkatle sahip olunan ayak topu, köydeki hayvanların otlakıyesi kurutuluyor; ağaçlara zarar veriliyor bahanesiyle köyün bir yaşlısı tarafından ele geçirilirse topun ortasına bıçak saplanır, oyuna alınmayan çocukların da desteğiyle oyuncular sahadan uzaklaştırılırdı.

Ucuz olduğu için genelde naylon top satın alınırdı. Küçücük bir diken batsa dahi topun havası hemen iner, patlak topla oyuna devam edilirdi. İçli dışlı topları pahalı olduğu için almak çok zordu. Ayak topunun iç lastiği yırtıldığında ya da patladığında yapıştırmak maharet isterdi. Balon yapan yerler, karasakız veya ağaç püsü ile yapıştırılmaya çalışılırdı. Bu denemeler sonuç vermezse yalvar yakar dönemin meşhur yapıştırıcısı “Derby”i bulmak için ev ev gezilirdi. Bu da olmazsa ayak topunun içerisine halı kırkımı, kuş teleği, çar çaput… işe yaramaz ne kadar bez parçası varsa basılır; mumlu ip kullanılarak ağzı çuvaldız ile dikilirdi. İçerisine haddinden fazla çör çöp doldurulan ayak topu, yağmurlu günlerde oynandığı zaman ağırlığının on katına çıkardı.

Ayak topu bulunmadığı zamanlarda önü arkası topraktan, çamurdan birbirine yapışmış çoraplar bir araya getirilip yuvarlanarak top yapılırdı. Hayvan kılı ve yününün ıslatılıp yumak yapılarak ayak topu hâline getirildiği de olurdu.

Taşlarla kale yapılır ancak üsten alttan atılan her gol ateşli bir tartışmaya sebep olurdu. Kale direkleri ağaçtan yapılmışsa daha az didişme yaşanırdı. Kale yapmaya en elverişli olanlar köyün kavaklığından aşırılan ağaçlardı. Direklerden biri eksik olursa köyün bilindik ailelerinin ahır ve samanlıkları gezilir; cızdan, alaçıktan bozma uzun ince söğüt ağaçları ve köşede bucakta kalan cereklerden kale ayağı tedarik edilirdi. Her maç bitiminde, etrafı taşlarla tutturulmuş kale direkleri sökülerek top sahasına en yakın ve en güvenilir evde saklanırdı.

Ayak topu oynanırken süre aranmazdı. Maçın tamamlanması için belirlenen müddet kimi zaman on gol, kimi zaman gün yukarı ağıncaya kadar, bazen de evdeki işlerin durumuna göre kesim kesilerek belirlenirdi. Karşılıklı atılan gollerin yirmiye, otuza kadar çıktığı olurdu. Atılan her gole itiraz edilse de karşı çıkmaların hiçbiri geçerli sayılmazdı.

Maç esnasında iyi oynayanlar için Pele, Maradona, Prekazi gibi isimlerin kullanılması oyuncular için büyük bir onurdu. Kayserispor’un efsane kalecisi Panter lakaplı Rızkullah ise kalecilerin örnek aldığı tek kişiydi.

Takaklı bez ya da grizetten dikilmiş uzunca şortlarla sahaya çıkan ayak topu oyuncularının giysileri genelde aile büyüklerinden birisine ait olurdu. Pantolonla oynayan çocukların patancının arası ve diz kısmı her zaman yırtık olurdu. Yanığa düşme hariç, ayak topunun bütün kuralları sahaya yansırdı.

 Köyün orta yaşlılarından özüne sözüne güvenilir olanlardan hakem seçilen kişiye, kendi adı yerine o günün hakemlerinden Doğan Babacan, Talat Tokat, Ertuğrul Dilek isimlerinden birisiyle seslenilirdi. Hakem, iki parmağını dilinin altına koyarak ıslık çalar veya yaş ağaçtan yapılmış dilli düdük ile maçı yönetirdi.

Dili dönen, ağzı laf yapan, öz güveni yüksek bir kişi yığma taşların üzerine çıkarak spikerlik yapardı. Ayak topu karşılaşmasını takdim etme aşkıyla yanıp tutuşan sunucu  “Bendeniz Orhan Ayhan” ilanının arkasından hakeme yönelerek “Doğan Babacan çaldı düdüğü!” deyip maçı ihtimamla anlatmaya başlardı. Elleri arkasında aç tok, üstsüz başsız çocuklar, oyuncuları seyretmekten çok kelimelerin gücünden yararlanarak ses tonuyla içtenliği sağlayan anlatıcının heyecanlı konuşmasını büyük bir keyifle takip ederlerdi.

Hakem, ayak topu kurallarını azami şekilde uygulamaya çalışır; merhamet, aşktan üstündür düsturuyla oyunculara kırmızı kart göstermekten imtina ederdi. Nasıl oynuyorum diye göz ucuyla arkadaşlarını ve yakınlarını takip eden oyuncu,  her gol attığında koşarak saha kenarına gelir; hazır ola geçerek başıyla seyircilere selam verirdi. Seyircilerden aldığı cesaret, topladığı alkış ve tazelediği muvaffakiyetle yeniden oyun alanına dönen oyuncu, tezahüratlar eşliğinde arkadaşlarının arasına karışırdı.

Maç esnasında yaralanan, kolu çıkan, ayağı burkulan oyuncuya ilk müdahale ya seyirciler ya da ayak topu arkadaşları tarafından yapılırdı. Oyunun sonunda rahatsızlığını tam anlamıyla hissedebilen oyuncu sınıkçıya götürülse de sakatlık çoğu zaman kendiliğinden geçerdi.

Takımlar, aşağı mahalle-yukarı mahalle, dere mahallesi-tepe mahallesi veya oba ismini içeren Şahanlar-Gövmerli şeklinde farklı gruplara ayrılırdı. Ayak topu oynamaya çağrılan oyuncular maçın havasını bozup takımlarında eksilmeye sebebiyet verirlerse bir sonraki oyuna alınmazlardı. Takım oyuncuları genelde aynı kişilerden seçilse de uzaktan bir akraba veya misafir gelip oyuna katıldığında bu kaideye uyulmazdı.   

Top oynanan alan sahipsiz bir arazi ise rahatlıkla ayak topu oynanır, oynanan yerin mülkiyeti bir kişiye ait ise mutlaka münakaşa çıkardı. Ayak topu sahası helik, çakır dikeni, kangal, calba, kılçiriş ve cıtlıkdan geçilmezdi. Çapa, kargaburnu veya nacakla temizlenen ot yığınları anadut veya dirgenle saha dışına taşınırdı.

Ayak topu sahası çoğu zaman yörep bir mevki, bazen de harman yeri olurdu. Eşek seğirterek top sahasına girenler olduğu gibi büvelek tutan sığırların yanında; koyun, keçi, tavuk, culuk dâhil köpeğin ve tazının bile oyun alanına girdiği görülürdü. Hayvanların arasından top sektirerek gol atma üstünlüğünü yakalayan takımın ise neşesine diyecek yoktu.

Güdük kollu, beyaz ya da renkli atletlerden oluşan takım formaları;  sarı lacivert, siyah beyaz veya sarı kırmızı renklere benzetilmeye çalışılırdı. Formaların arkasına kargacık burgacık bir yazıyla Aslanbeyli, Alagazili, Şabanlı Spor gibi köy isimleri yazılır; yazının hemen altına ise mutlaka “idman yurdu” ibaresi eklenirdi.

Köyde, kırda oynanan ayak topu, şehirlerde de kendi mecrasında bir usul ve erkân içerisinde oynanırdı. Göz kamaştıran afişler hazırlanır, tribünlerde pankartlar açılır, sis bombaları atılır, meşaleler yakılırdı. Bugün çay bahçesine dönmüş stadyumlarda ise herkes kendi koltuğunda oturup eline tutuşturulan sentetik saplı küçük bir bayrağı sallamaktadır.

Önceden hakemler üstlerinde eşofmanları, ellerinde kronometreleri ve ceplerinde not defteriyle sahaya çıkıp irade beyan ederken şimdi ise dijital teknolojinin cenderesi altındadırlar. Antrenörler şık takım elbiseleriyle saha kenarında arz-ı endam etmektedirler. Bilgisayarın içerisine hapsedilen ayak topu, plastik kokan üstü açık-kapalı halı sahalara sokularak bambaşka bir hâle getirilmiştir.

Çocukluğumuzda seyrettiğimiz ayak topu oyuncularının neredeyse her şeyleri aynıydı. Günümüzde ise oyuncuların kafalarında ve kollarında türlü türlü şekilleri görmek mümkündür. Futbol sahaları, kuaförler için bir laboratuvar görünümündedir. Eskiden, gülümseyen ayak topu oyuncularının yerini şimdi, bir heykeltıraş elinden çıkmış gibi gözüken donuk yüzlü oyuncular almış durumdadır.

Hepimiz ayak topuyla ilgili geçen günün hasretini ve geleceğin kaygısını yaşamaktayız. Kültürel değerlerimizin birçoğunda olduğu gibi ayak topunda da büyük değişimler hızla devam etmektedir. Takımına gol atıldığında kabullenebilen, iyi oynadığında mutlu olabilen insanlar ve duygularını ihtirasa dönüştürmeden kinin zaferinin ömür boyu mağlubiyet demek olduğunu bilen o eski oyuncular ve taraftar ruhu özlenmektedir.

Bu haber toplam 3164 defa okunmuştur
  • Yorumlar 54
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim