Mavera Dergisi'ni çıkarmaya nasıl karar vermiştiniz?
Biz Mavera Dergisi'ne 3-5 kişi bir araya gelip "Hadi dergi çıkaralım" diye başlamadık. Bize Malatya'dan, Yozgat'tan, Eskişehir'den, Adana'dan, İzmir'den, Kayseri'den, Konya'dan... tanıdık tanımadık bir sürü yerden mektuplar geliyordu. Ankara'ya gelenler bizi buluyor "Bir dergi talebi var. Bunu da sizin çıkartabileceğiniz düşünülüyor. Neden çıkartmıyorsunuz?" diye soruyorlardı. Bu aylarca devam etti. Bir gün kendi aramızda "Hakikaten neden çıkartmıyoruz?" sorusunu sorduk. Ben de "Çıkartalım ama paramız yok. Memuruz, evliyiz, çoluk çocuğumuz var. Cep harçlığıyla çıkarmak amatörce olur, beklentiyi karşılamaz. Fiyaskoyla neticelenebilir. Mekanımız da yok. Ev ortamında da çok amatörce bir şey olur" dedim. Cahit (Ahmet Cahit Zarifoğlu) bir gün "Ben büro buldum" dedi. O büroyu kullandık ve dergi öylece çıkmaya başladı.
Derginin ortamı nasıldı?
Bir defa o derginin etrafında toplanmış olan arkadaşlar birbirlerine sevgi ve saygıyla bağlanmışlardı ve kendi aralarında mahrem ilişkileri vardı: şakalaşmaları, gülüşmeleri... Tabi her şey güllük gülistanlık gitmiyordu. Baştan itibaren dergi Cahit'le benim üzerime kalmıştı. Bunaldığımız anlar olurdu. Cahit derdi ki "Artık usandım dergiyi kapatalım." Teklif ondan geldiği zaman ben karşı çıkardım. Bazen ben bunalırdım "Ben bu işte yokum" derdim, Cahit beni önlerdi.
ERDEM ALACAKLARI İSTEYEMEZDİ
Eserlerinizi oluşturmada birbirlerinizi nasıl etkiliyordunuz? Edebi bir etkileşim var mıydı?
Diğer arkadaşlar sanki devlet cebriyle yazarlardı. Akif'e (Akif İnan) yazılar sipariş ederdim. O eski edebiyatta iyiydi, yorumlama yeteneği de vardı. Rahmetli yazıya çok titizlenirdi. Birkaç defa öyle zorla yazı aldık, onun dışında fazla yazmadı. Erdem (Erdem Beyazıt) aynı şekilde. Muhteviyat benim üzerimde, kağıt, matbaa gibi teknik kısımlar Cahit'in üzerindeydi. Onun matbaa gibi işlerle ilgilenebileceğini hiç düşünmemiştim ama zevk duyarak, canla başla o işleri yaptı. Erdem Ankara'ya geldikten sonra fiilen yazı işleri müdürlüğünü ve muhasebe işlerini yaptı. Sonra itirazlarıma rağmen dergi anonim şirkete dönüştürüldü ve şirketin yürütülmesi işini Erdem üstlendi. Ama Erdem, bey ailesinden gelen biri olduğu için parayla pulla ilgilenmek istemezdi. Borcunu ödemek ister fakat alacağını isteyemezdi. Onun için de çok zorlandı. Alacakları toplamaya hatırlatmaya ar ederdi.
O dönem edebiyat dergilerinin önemli bir rol oynama sebebi neydi?
Mavera Dergisi'nin çıktığı konjonktürle de ilgili. Bir defa biz hem edebiyatla, hem edebiyatın fikriyatıyla, hem de politikayla ilişkimizi hiç kesmedik. Dergi 1976 Aralık ayında çıkmaya başlamıştı. O tarihte edebiyat dergisi yoktu, biz o boşluğu doldurduk. Edebiyat, Büyük Doğu, Diriliş tatildeydi. Biz çıktıktan bir süre sonra yayınlanmaya başladılar. O süreçte biz Türkiye ve dünya çapında bir yer edinmiştik.
Dünya çapında mı?
Mübalağa etmiyorum. Cahit'in Japonya'dan ABD'ye kadar yazışmadığı yer yoktu. Halk kütüphaneleri, üniversite kütüphanelerine dergiyi gönderir, iletişim kurardı. Hem ABD, hem Avrupa ve Asya'nın muhtelif ülkelerinde, Suriye, Suudi Arabistan, İran'la iletişimimiz vardı. Bizim İran'la yazışmamızın politik bir yanı yoktu. Edebiyat bazında iletişim kuruyorduk. Ancak İran'da ihtilal olduktan sonra da epeyce takibat altında kaldık. 80 ihtilali sonrası gazeteler kapandı. Biz, dergi aylık olmasına rağmen siyasi mesajını arttırmaya çalıştık ama yine fikri bazda. İslam'ı terennüm etmek istiyorduk elimizden geldiği kadar. Bunun hem edebiyata yansıması hem de edebiyatın bir iç meselesi olarak İslami edebiyat tartışmalarını getirdik o dönemde. "Bir Müslüman'ın edebiyatı nasıl olmalıdır?" sorusunu sorduk. Bu gerek yazılı gerek sözel düzlemde bir hayli rağbet gördü ve tartışıldı.
TİYATRO ALLAH'IN EMRİ DEĞİL DEDİK
İslami tiyatroyu da gündeme getirdiğiniz bir dönem olmuştu. Aynı zamanlarda mı?
O daha önceki dönemdi ama ondan sonra da onun uzantıları oldu. İslam tiyatrosu olup olmamasını şu bağlamda anlatıyorduk. İlk gençlik dönemimiz Maraş'ta geçti. Tiyatro yoktu, ama Ankara ve İstanbul'daki gerek özel tiyatrolar gerekse devlet tiyatrolarıyla ilgili haberleri gazetelerden dergilerden alırdık. O zaman İslami bir tavrımız da yoktu. Tiyatroyu hayatın vazgeçilmez sanatlarından biri kabul ediyorduk. Fakat bizde İslami bilinç başladıktan sonra "Acaba Müslümanların tiyatrosu nasıl olmalı?" sorusu karşımıza çıktı.
Cevaplayabildiniz mi bu soruyu?
Problem kadınlar ve erkeklerin sahnede beraber rol almalarıydı. Kadının sesinin sahnede duyulmasının hükmü neydi? Kimileri doğru değil diyordu, dolayısıyla bu kısıtlamalarla karşı karşıya gelince bu sorunun cevabını aramak gerekti. Osmanlı'ya baktık. Zenne tipini icat etmiş. Kadın rolünü üstlenen, kadın kıyafeti giymiş erkekler. Bence bu daha çirkin bir şey. Acaba oyunlar kadınsız olabilir mi? Sahneye kadın çıkmaksızın onlar sahnede varmış gibi oynanabilir mi? diye düşündük. Fakat bu da tükenecek ve sıkıntı verecek bir şey. Hayatın içinde kadın varsa sahnede de olacaktır. En sonunda vardığımız neticede "Tiyatro Allah'ın emri değil nasıl resim yapmıyorsak tiyatro da olmasın" dedik.
İslami edebiyat, İslami tiyatro... Bu arayışlar İslami bir hayat tanzim etme çabaları mıydı?
Bunların 2 türlü fonksiyonu vardı. İslam'ı anlatabilmemizin bir enstrümanıydı. Dolayısıyla seçimlerine saygı duymakla birlikte, gündelik hayatında İslam'la bir nispetini görmediğimiz, kendisine Müslüman demekle beraber bunu henüz içselleştirmemiş olan kişilere bu tebliğin ulaşması gerektiğini düşünüyorduk. Bu enstrümanları kullanarak "Madem sen kendini Müslüman kabul ediyorsun o halde İslam'ı böyle içselleştir. Bilmeksizin değil, sana seküler ağızların öğrettiği İslam'ı değil, kendi kaynaklarından ne tebliğ ediliyorsa o İslam'ı benimse" demek. İkincisi diyelim ki herkes İslam'ı kabul etti. Ondan sonrasında ne olacak? Tamamen İslam'ın yönettiği bir toplumda yaşarsak bu toplumda edebiyat olacak mı? Nelerle meşgul olmalı? sorularını sorma gibi bir yönü vardı.
İstihbarat peşimize düşmüş farkında olmadık
Mavera yayınlandığı dönem başka bir yerde de yazıyor muydunuz?
Yeni Devir Gazetesi'nde de yazıyorduk. Mavera çıkalı 4-5 ay olmuştu ki talep geldi. Uzun süre yazı yazdık. Benim, Akif'in, Alaaddin'in köşesi vardı. Cahit daha sonra Milli Gazete'de yazmaya başladı. Orada günlük yazı yazmamız yazı tecrübemizi dergiye aktarmamızın yolunu açtı. 80'den sonra gazeteler kapanınca derginin siyasi söylemine yoğunluk verdik. Özel sayılar çıkarmaya başladık. İletişimle ilgili, tasavvufla ilgili. En önemlisi Cahit'in teşebbüsüyle Afganistan'a Türkiye'den onca para sıkıntımıza rağmen bir ekip gönderdik.
Afganistan'a? Geniş bir vizyonunuz varmış.
Afganistan'da Rus işgali vardı. Türkiye'deki gazetelere Afganistan haberleri yabancı ajanslar aracılığıyla geliyordu. Rusya işgal etmiş, kendi haber ajansıyla haber gönderiyor ama bütün anlı şanlı boyalı gazetelerin haber kaynakları bu. Dedik ki "Biz bununla yetinmeyelim. Eleman gönderelim."
Paranız da yok. Nasıl gönderebildiniz?
Cahit, Tofaş'la irtibata geçeyim dedi. O tarihte Şahin yeni çıkmıştı ve aramızda sadece Cahit'in sürücü ehliyeti vardı. Cahit, "Ben onlara bir teklifle gideyim. Bize bir Şahin tahsis etsinler. Masrafları bize ait. İpek Yolu'ndan Afganistan'a kadar gideceğiz. Bu arabanın dağlara nasıl tırmandığının filmlerini çekeceğiz diyeyim" dedi. Gitti. Onlar da kabul etti. O arabayla Erdem Bayazıt, Ahmet Bayazıt, Şenol Demiröz, Halil İbrahim Sarıoğlu, Tuncay Öztürk, Yücel Çakmaklı, TRT'den bir kameraman arkadaş ekip olarak gitti. Erdem'in oradaki yazılarını önce dergide, sonra kitap olarak yayınladık İpek Yolu'ndan Afganistan'a diye. Bizden sonra büyük sermaye gazeteleri muhabir göndermeyi akıl ettiler.
Tehlikeli değil miydi?
Erdem bey Hikmetyar, Burhanettin Rabbani ile görüşme fırsatı buldu. O tarihte bu görüşme çok önemliydi. Onların hareketin lideriydi ve Batılı gazetecilerle görüşmeyi kabul etmiyorlardı. İlk defa Türkiye'den bir yazarla görüşmeyi kabul ettiler. Daha sonra Hikmetyar'ın, Burhanettin Rabbani'nin temsilcilerini Mavera'nın bürosunda misafir ettik. Haftalarca orada veya otellerde, öğrenci yurtlarında yatıp kalkmalarını sağlamaya çalıştık. Gönüllü olarak onlara konsolosluk hizmeti gördük ama bir büro açtıramadık, ona cesaret edemedi hükümet. Cahil cesur olur hesabı, aklımıza o tür şeyler gelmiyordu ama meğer biz de takip ediliyormuşuz. Takibat altına almışlar. Bizim hem evin, hem Mavera'nın kapısı açık olduğu için bir sürü tanıdığımız tanımadığımız adamlar gelip gitmeye başladı. Hiç birimiz de kuşkulanmadık. İspiyon tipi adamlarmış. Neyse ki iyi niyetle davrandığımız için başımız belaya girmedi. Erdem birkaç yıl mahkeme kapılarını aşındırdı, sonunda beraat etti.Hatta bir gün biri beni sorgulamaya kalktı "Ne yapıyorsunuz? Kimlerle görüşüyorsunuz?" Hiç tanımadığım biri. "Kimlerle görüşeceğiz ki. Bunları neden merak ediyorsun sen?" dedim. Sonradan farkına varıyoruz ki istihbaratın elemanları.
Mavera'yı yazarlar çöplüğü yapmadık
Diriliş, Edebiyat ve Mavera çizgisinden geliyorsunuz. Bu üç anlayışın dünyanızdaki yeri neresi? Temel farkları nelerdi?
Bu isimlerini andıklarımıza dergi olarak da bakabiliriz, bir sanat ve düşünce akımı olarak da bakabiliriz. Biz, Alaaddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan, Diriliş Dergisi'ni tanımadan önce de öyküler yazılar yazıyorduk. Ama Diriliş Dergisi'yle, özelde ise Sezai Karakoç'la tanışmamız bizim İslam'ı tanımamızın yolunu açtı. Diriliş, dergi olarak kendisinin selefi olan Büyük Doğu'nun yöntemlerini uyguladı büyük ölçüde.
Ne gibi yöntemlerdi bunlar?
Kişiye, Necip Fazıl'a bağlı olarak sürdürüyordu yayınını. Diriliş de Sezai Karakoç'a bağlı olarak çıktı. Edebiyat Dergisi de büyük ölçüde Nuri Pakdil'e bağlı olarak çıktı. Biz Mavera Dergisi'ne başladığımızda büyük ölçüde bu deneyimlerle işe başladık. Bu dergiler kağıt alacak kişinin parası yoksa çıkmıyordu ya da yazıyı hazırlayacak kişi yazıyı hazırlayamadıysa çıkmıyordu. Biz bunu böyle yapmayalım, kişilere bağlı olmasın, hatta biz dergiyi çıkartanlar olarak dışarıdan yazar olarak görünelim dedik.
Teknik kısmını başkası mı üstlendi?
Derginin teknik kısmıyla başkaları ilgilensin bizden de yazı istesin dedik. Ne ölçüde başardık bilmiyorum ama dergi çıktığı sürece her defasında vaktinde çıktı, teklemedi. Muhteva olarak da edebiyatla fikriyatı elimizden geldiğince meczetmeye çalıştık. Başa şiir, orta kısma denemeler, sonra öykü, en sona daha serbest sayfalar açmıştık. Haberler, yorumlar yapıyorduk. Sonra Cahit Bey'e okur mektuplarını yazması için sayfa verdik, o da başarıyla gerçekleştirdi. Fikriyat olarak hep Büyük Doğu çizgisinde kaldık fakat bu demek değil ki Necip Fazıl'ı ya da Sezai Karakoç'u moda mod benimsedik. O çizgide olmakla birlikte biz kendi yorumlarımızı yaptık.
Mavera yeni isimlerin çıkması açısından bir okul görevi gördü mü?
Bugün yazan arkadaşların Mavera'yla doğrudan ya da dolaylı ilişkisi olmayanı hemen hemen yok gibidir. Mavera kapandıktan sonra çıkan yazarları söylemiyorum ama belli bir yaş düzeyindeki yazarların Mavera'dan yolu geçmişliği vardır.
Tek kişinin baskın olduğu dergilerde yeni isimlerin çıkması zordur değil mi?
Necip Fazıl'ın böyle bir derdi yoktu. Olması da gerekmiyordu. 1930'lu yıllarda 16-17 sayı Ağaç Dergisi'ni çıkardı. O dergide zaten gazetelerde, dergilerde yazan isimlere yer verdi. Büyük Doğu 1943'te yayınlanmaya başladı. Ara ara yayınlanıyordu ve öyle kadro yetiştireyim kaygısı yoktu. Onun kaygısı İslam fikriyatını yaymaktı. Bunun için kimlerden istifade edebilecekse onların hepsine müracaat etti. Kendisiyle birlikte olanların yazılarını yayınladı hatta kendisi onların yazıları üzerinde büyük ölçüde tasarruf da yaptı değiştirip düzelterek.
Ya diğer dergiler?
Sezai Karakoç'un bir ölçüde öyle bir kaygısı vardı fakat kendisinin ifadesi, bizim için "Ben sizinle tanıştığımda zaten tanınan bilinen isimlerdiniz" diyordu. Onun bir nesil yetiştirme gayreti vardı fakat illa ki bir yazar çizer kadrosu olsun demiyordu. Diriliş fikriyatında, bu fikriyata kendisini adamış, bağlanmış, "Dirilişin erleri, erenleri, pirleri" dediği bir zümre. Edebiyat Dergisi'nin de böyle bir kaygısı olmadı açıkçası. Orada da zaten baştan beri birbirini tanıyan birbirini kabul etmiş 4 tane arkadaş; Erdem Beyazıt, Nuri Pakdil, Akif İnan ve fakir vardı. Dışarıdan yazı kabul etmemize gerek yoktu ama yazılar geldikçe kabul ediliyorduk.
Mavera yazarların yetişmesini nasıl sağladı?
Mavera Dergisi'nin doğrudan doğruya yazarlara ortam hazırlamak kaygısı vardı. Nitekim derginin yönünü, arkadaşlarla da istişare ederek, ben tayin ediyordum. Şunu söylüyorduk "Bize öykülerinizi deneme şiirlerinizi gönderin fakat ne kadar kaliteli olursa olsun devamı gelmedikçe yayınlamayacağız. Yayınlanmadı diye karamsarlığa da kapılmayın. Biz dergimizi Varlık, Türk Dili, Yedi Tepe gibi şairler ve yazarlar mezarlığı haline getirmek istemiyoruz. Bize en az 5- 10 tane şiirini yazısını gönderenin çalışmalarının tamamını yayınlayacağız dedik ve yıllarca da bunu sürdürdük. Akif İnan'ın, Erdem Beyazıt'ın bile, diğerlerine örnek olsun diye, şiirlerini biriktirip bir arada yayınladık.
Yarın: Müslümanlar hangi zemine basmalı
26.02.2012 Yeni Şafak































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.