• İstanbul 18 °C
  • Ankara 21 °C

“İslam’ın ideal bireyi, nefsini Müslümanlaştırmış kâmil insandır.”

Musa Kazım ARICAN

Türkiye Yazarlar Birliği Genel Başkanı Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Musa Kazım Arıcan'ın Diyanet Dergisi Haziran 2023 sayısında çıkan röportajını yayınlıyoruz.

Söyleşi: Emin Gürdamur

Eleştirel aklın egemen olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu çağın öne çıkardığı bireyselleşmeyi genel anlamıyla nasıl tanımlayabiliriz? Bireyselleşmenin kökleri tarihsel olarak hangi düşüncelere dayanır?

Bireyselleşmenin tarihsel ve felsefi kökleri Batı düşüncesine dayanıyor. Bireyselleşmeyi Platon’dan, Aristo’dan itibaren başlatabiliriz. Fakat asıl kırılma XV. yüzyılda yaşandı. O zaman varlık anlayışında değişim başlıyor. Ontoloji tersyüz oluyor, bütüncül anlayış, düaliteye dönüyor. Özellikle Descartes ve Descartes sonrası Kartezyen felsefe ile varlık anlayışında bir bölünme başlıyor. Bütüncül, monist, biricik olan varlık anlayışı düalizme indirgeniyor ve aşkın olan tasavvur, mekanik ya da fenomenal düzeye indirgeniyor. Bunu Descartes’ın ruh beden düalizmi içinde görüyoruz. Artık mekanik evren tasavvuru ve bireye dair parçalanmış düalist bir anlayışın ortaya çıktığını görüyoruz modern felsefeyle. Diyebiliriz ki bireyselleşmenin kökleri XV-XVI. yüzyıla dayandırılabilir. Sonra sanayileşme, Rönesans, aydınlanma anlayışlarıyla Kant’a kadar geliyor. Kant’ın, aydınlanmanın manifestosu sayılan “aklını kullan” anlayışı, bireyselleşmenin zirve noktası. Batı anlayışında bireyselleşme, özelleşme, özne olma hâli… Aslında öznenin bir bilinci var ancak bu bilinç iradi mi, ahlaki sorumlulukları var mı? Bunlar bireyselleşmenin kendi içindeki çıkmazları. Hegel bunu fark etti; Kant’ın özne felsefesine ve özne tanımına itiraz ediyor. Evet, özne ya da birey bilinç sahibi ama Hegel buna öz bilinç sahibi olmayı yani iradeyi ekliyor. Çünkü öz bilinç olmazsa sorumluluk, yükümlülük olmayacak ve öznenin özgürlüğü subjektif bir özgürlük olacaktır. Hiçbir yaptırımı olmayan kendi eğilimlerinin yani nefsinin istediklerini yapma anlamına gelecektir ki bu sonunda bir anarşizme ya da bir teröre doğru evrilecek bir durumdur. Dolayısıyla Hegel, Kant’ın bu anlayışına itiraz eder. Bu anlamdaki bireyi ve bireyselleşmeyi Hegel de eleştirmiştir. Hegel, Kant’ın öznenin sadece bilinç sahibi olması gerektiği anlayışını yeterli bulmaz, öz bilinç sahibi olması gerektiğini söyler. Öz bilinç yoksa öznenin özgürlüğü ilk olarak boş bir formalizm doğuracaktır. İkinci olarak özne ve sahip olduğu o özgürlük, ahlak dışı ilkeleri, etik olmayan durumları meşru kılacaktır. Üçüncü olarak da özne; birey, bireyselleşme nihayetinde sözleşme, yasa gibi olguları da devre dışı bırakacaktır. Tabii bu noktada şunu ifade etmemiz gerekir ki Hegel’in de birey ve bireysellik tanımında eksiklik vardır. Çünkü öz bilinci olsa da bu birey yine aşkın olanla bağını koparmıştır. Yani Descartes’ta kırılmaya uğrayan bütüncül evren anlayışı da aslında bireyin aşkın olanla, müteâl olanla bağı da kopmuştur. Dolayısıyla Hegel’in anlayışının da ciddi olarak eleştirilmesi gerektirmektedir. Öznenin sorumluluklar yüklenmesi gerekmektedir. Tüm bunlardan sonra belki bireyselliği şöyle tanımlayabiliriz: Bireysellik, kişinin varoluşunu sadece kendisi için öncelemesidir. Tabii bu, her birey için söz konusu olduğunda bireylerin birbirine yabancı olduğu bir bireysellikler dünyası doğacaktır. Dolayısıyla Batı’da XVI. yüzyılda ve aydınlanmayla zirveye ulaşan bireysellik, en sonunda egoizme, narsisizme ve solipsizme de kapı aralamaktadır. Bunların her birinin kendine göre bir tanımı ve açmazı var. Narsisizm, kendi benine tapmaya varan bir kibir ve enaniyet içeriyor. Solipsizmi de benmerkezciliği çok ileri noktaya götüren bir tutum olarak görebiliriz.

Tarihî süreç içinde bireyselleşmenin bir tür dokunulmazlık kazandığını, zamanın ruhunun da bunu modern bir duyarlılık olarak koruduğunu görüyoruz. Batı’da Aydınlanma deneyimleriyle ilişkilendirilen bireyselleşmenin İslam medeniyetindeki karşılığı nedir? Müslümanların bireysellikle ilişkisi hangi ahlaki kodlara dayanır? İslam düşüncesinde bireysellik değil şahsiyet sahibi olmak önemlidir. Şahıs duyguları, düşünceleri olmakla beraber akıl ve kalp varlığıdır. Kalp, gönül şehrinin sultanıdır, hükümdardır, akıl onun veziridir. Bu ikisinin uyumuyla irade, kararlı tercihler oluşur. Kur’ani perspektifte kişi olmak, şerefli bir varlık olmaktır. İnsan eşref-i mahlûktur. Sadece soyut bir özne değildir. Yeryüzüne “halifetullah” olarak inmiş bir varlıktır. Tüm varlık ona emanet edilmiştir ve yeryüzünü mamur etme sorumluluğu vardır. Peygamberler bunu en güzel şekilde temsil eder. Varlık gerekçeleri, sorumluluğu üzerlerine alarak yeryüzünü mamur etmektir. İslam düşüncesinde şahıs; ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik boyutları, koordinatları olan bir varlıktır. Diğer şahsiyetlerle ilişkilidir; evreni, tabiatı ve tabiattaki tüm mahlûkatı kendisi gibi canlı, hukuku olan varlıklar olarak görür. Onlar Yüce Yaratıcı’nın yaratmasına muhatap olmuştur. İster organik ister inorganik tüm varlıklar mukaddestir. İslam düşüncesindeki şahıs, aşkın olanla her an iletişimdedir. En kalabalık ortamda dahi zihin ve kalp Hakk ile iletişim hâlinde olabilir. Buna, “halk içinde Hakk’la beraber olmak” diyoruz. Bu aynı zamanda epistemolojik bir bilinç ve şuur hâlidir. Sürekli O’ndan da yeni bilgiler öğrenir. Bununla beraber diğer şahıslara selam vermek, onların hâlini hatırını sormak gibi bir ahlaki yükümlülüğü var. Buna İslam şahsiyeti, Müslüman şahsiyeti diyoruz.

Müslüman şahsiyet, ahlaki yükümlülüklerle hareket eder. Tolstoy’un İnsan Ne ile Yaşar adlı kitabında anlatıldığı gibi insan sevgiyle, merhametle yaşayan varlıktır. Orada çok güzel bir bölüm var: “İnsan anasız babasız yaşayabilir ama Allah inancı olmaksızın yaşayamaz.” İslam düşüncesindeki birey böyle bir bilinç sahibi şahıstır, kişidir.

Bugün, içinde yaşadığımız dijital çağda bireyselleşmenin insanları gittikçe daha da yalnızlaştırdığına, yalnız insanın ise popüler kültür ve kapitalist düzenekler karşısında daha savunmasız bir ava dönüştüğüne şahit oluyoruz. Her nesilde kendini tekrar eden bireyselleşme konusunda nelere dikkat etmeli, düşünce ve davranışlarımızda hangi değerleri öncelikli hâle getirmeli ve gelecek nesillere miras bırakmalıyız?
 
Hızla akan bir dijital mecranın içerisindeyiz. Sosyal medyalar, Metaverse’ler bizi sarıp sarmalamaktadır. Bireyselleşme, insanı daha da yalnızlaştırmaktadır. Bu, fasit bir döngüdür. İnsan, dış dünyayla bağını koparıp kendi varoluşunu unutunca yalnızlaşır. Dijital mecraya kapılan insan, daha özgür ve sosyal olacağını düşünmektedir. Popüler kültürün kapitalist düzenekleri, yalnızlaşan ve içine kapanan insanı kısır bir döngüye, çevresinden kopmaya hatta intihara kadar sürükleyebilmektedir. Bunun için önce bireyselleşmeden kurtulmanın yollarına bakılmalıdır. Dijital mecralara gereğinden fazla zaman ayrıldığında insan girdabın içerisine çekiliyor. Buradan sıyrılmak gerek. Sosyal ve gönüllü faaliyetlerle, doğanın dilini okumakla ilgilenmelidir insan. Ağaçların, çiçeklerin yapraklanmasını, çiçek açma biçimini, diğer canlıların yeniden hayata başlamasını, yıldızları, gök kubbeyi izlemelidir. İnsan aklın kılavuzluğunda ve kalb-i selimle iradesini kullanmalıdır. Eğer kalbin sultanlığını, aklın vezirliğini göz ardı edersek irade sadece bir istemeden öte gitmeyecektir. Dolayısıyla kendi duygularını, eğilimlerini heva ve hevesini kontrol edemeyen bir varlığa dönüşecektir. Bu çağın ve bundan sonraki çağın insanını korumanın en iyi yolu; sosyal, kültürel, sanatsal etkinliklerdir. Transhümanizmden, insan 2.0’dan, insanın yarı mekanik bir varlık olmasından, süper akıllı bir toplumdan söz ediliyor. İnsan, yapay zekâlarla, akıllı nesnelerle çevreleniyor. Bu sarmaldan kurtulmak için sanat etkinlikleri yapmalı, çalgı aleti çalmalı, kitap okumalı. Aşkın olanla da bağını hiçbir zaman koparmamalı.
 
İslam medeniyetinde ortaya çıkan düşünce ve hayat pratiklerini göz önüne alacak olursanız, İslam’ın ideal birey tarifi nedir? Bu tarifte bireyin cemiyetle münasebeti hangi dengeler üzerine oturur?
 
İslam medeniyetine göre insan, kalb-i selim ve akl-ı selim ile iradesini kullanan, gerçek anlamıyla yaratılışa uygun kâmil insandır. Kâmil insan da nefs-i emmare ve nefs-i levvameden kurtulabilir. Kur’an’ın ifadesiyle, “Muhakkak nefis, insana kötülüğü, insana hoş görünen ama gerçekte kötü olan şeyleri emreder.” Buradan kurtulan kâmil bir varlıktır. Sivas’ta devlet kuran Kadı Burhanettin’in yazdığı ve ilk Türkçe divan olarak bildiğimiz eserinde muhteşem bir kavram vardır: “Nefsin Müslümanlaştırılması.” İlahi aşkı anlatırken bu kavramı kullanır. İslam’ın ideal bireyi, nefsini Müslümanlaştırmış kâmil insandır. Bunu birçok eserde görebiliriz. 
 
Ebu Talip el-Mekki’nin Kut’ulkulub’u yani Kalplerin Azığı eserinde vurgulanıyor, insan kalb-i selimi ve akl-ı selimi elde ettiğinde nefsini Müslümanlaştırıyor. Haris el-Muhasibi’nin çok önemli eserlerinden biri er-Riâye. Muhasibi eserinde, “kendini çokça hesaba çeken” kavramını kullanır. Eğer insan kendini hesaba çekebiliyorsa, kontrol ediyorsa, özeleştiri yapabiliyorsa, analitik düşünebiliyorsa üstün insan olacaktır. Muhasibi, ismi gibi kendini hesaba çeken, her gün, “Bugün ben ne yaptım? Nasıl yaptım?” diye kendine soran, kendini sürekli geliştiren ve kâmil insan olma yönünde ruhunu, nefsini arındıran insandır. Sürekli yeniden dirilen ve “diriliş muştusu” elde eden insandır. Farabi’nin Medinetü’l-Fazılası’nıTahsilu’s-Sa’ada’sını bu bağlamda ele alıyorum. Mesela, Farabi mutluluğun elde edilmesini dile getiriyor. Es-Sa’detü’l-Uzma yani en yüksek mutluluk, huzur. Bu dünyada felah öte dünya da necat. İslam’ın ideal insanı, öte dünya için çalışan insandır, belki en önemli tarafı da budur. Batı düşüncesinden farklı olarak burada yapıp ettiği her şey, gerçek âlem olan öte dünyaya hazırlıktır. Platon’un “idealar dünyası”nda ifade ettiği şey şudur: Biz geçici dünyadayız, uykular dünyasındayız. Öldükten sonra gerçek âleme ulaşacağız. Müslüman, öte dünyaya hazırlık yapar. Böyle bakan insan, cemiyette başkalarının hukukuna dikkat edecek ve cemiyetin müşterek varlığı olma zorunluluğunu hissedecektir. Hiçbir zaman toplumu huzursuz etmeyecektir. Çünkü “Dünya öbür dünyanın azığıdır, hazırlığıdır.” düşüncesiyle hareket eder. Bu dünyaya halife olarak geldiğini, dünyayı mamur etme yükümlülüğü olduğunu ve nefsini Müslümanlaştırdığını, kâmil insan olacağını, eşref-i mahlûkat olacağını ve böylece de asıl mükâfatını öte dünyada alacağını bilecektir. Kur’an’ın ifadesiyle bu insan; sürekli Rabbini tesbih eden bir varlık olacaktır. Ölüm kendisine gelinceye kadar -ki Hicr suresinin 98 ve 99. ayetlerinde bu açıkça ifade edilir- Rabbine ibadet edecektir ve huzurla, mutmain bir kalple Rabbine teslim olacaktır. Bu insan, cemiyette muteber bir insan olacaktır. 
 
Hem İslam medeniyetinde hem dünya düşünce tarihinde “yalnızlık”; kişilik, erdem ve bilgelik ihtiva eden müspet bir anlama karşılık gelirdi. İslam geleneğinde inziva, halvet, itikâf gibi kavramlarla karşılaşırız. Fakat bugün yalnızlık dediğimizde depresyona kapı aralayan bir durumdan bahsetmiş oluyoruz. Günümüz insanının yaşadığı yalnızlığın kaynağı nedir sizce? Bunun çarpık bireyselleşme süreçlerimizle ilgisi olabilir mi? 
 
İnsanın yalnızlığa düşmesinin sebebi sahte, sonu olan şeylerin peşine düşmesidir. İnsan dünyevi olana meylettiğinde sekülerleşmekte ve sürekli tüketen varlık hâline gelmekte; kapitalizmin, popüler kültürün, tüketim ve reklam kültürünün öznesi olmaktadır. Kapitalizmin, sömürdüğü bir varlık hâline gelmektedir. Bir anlamda örümcek ağına düşürülmektedir. O yüzden insanın geçici olana değil sonsuz olana bağlanması gerekmektedir. Yalnızlığın kaynağı insanın nefsinin, duygularının, eğilimlerinin yönlendirilmesine maruz kalmasıdır ki bundan dolayı da bir hakikatten, aşkın olandan kopma söz konusudur. 
 
Yalnızlığın Felsefesi kitabının yazarı Lars Svendsen, yalnızlık ile tek başınalık arasındaki farka dikkat çekerek tek başınalıkta kişinin kendisiyle daha doğrudan bir ilişki kurduğunu; nitekim insanın kendisiyle baş başa kalarak keşfettiğini, düşündüğünü, içe döndüğünü, entelektüel anlamda üretebildiğini söyler. Bu tanımı esas alarak size şunu soralım: Çürütücü yalnızlık ile olgunlaştırıcı tek başınalık arasındaki fark nedir?
 
Bazıları yalnızlığa olumlu anlam yüklüyor olabilir ama bu, tanıma da bağlıdır. Yalnızlık mı, tek başınalık mı? Yalnızlık insanın çevresinden soyutlanması, duygularının ve eğilimlerinin esiri olması anlamına geliyorsa -Yalnızlığın Felsefesi kitabının yazarı Svendsen’inde dediği gibi- tehlikelidir. Çünkü yalnız insan çevresinden, diğer benlerden, varlıklardan kopar. Ancak tek başınalık bir tercihtir. İradi tavır alıştır. İnsan kalabalık içerisinde bile tek başına olabilir, kalbiyle, zihniyle, düşüncesiyle yüce ve aşkın olan varlıkla irtibatta olabilir. Kendini huzurda hissedebilir. Hz. Peygamber Hira’da tek başınaydı, Hz. Musa Tur Dağı’na çıktığında tek başınaydı. Bu, kendini murakabe etmek amaçlı bir olgunlaşma, kemâl hâle gelme çabasıdır. Ramazan’ın son on günü yapılan itikâf; olgunlaşmak, ruhu ve düşünceyi arındırmak, kalbi arındırmak için bilinçli bir tercihtir. Bireyin şahsiyet kazanma, kâmil insan olma adına bir tercihidir tek başınalık. Hz. Peygamber’in miracı bu anlamda tek başına yaşadığı dinî bir tecrübedir. Bunu fiziken, ruhen, zihnen yaşadığı bir süreç olarak değerlendirebiliriz. Dolayısıyla insan her ibadette bir miracı yaşayabilir. Müslüman tasavvurunda, “Namaz, müminin miracıdır.” demekle insan soyutlanıyor ama yüce bir bilinç hâline dönüşüyor, bir hâl değişimi yaşıyor anlamına gelir. Hatta insan tek başına olduğundan melekût âlemine bile nüfuz edebiliyor. İnsan önce kendini bilecek tabii. Socrates de “kendini bil” diyordu. Yunus’un “İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ Sen kendin bilmezsen/ Bu nice okumaktır” şeklinde ifade ettiği o aşkın bilgiye sahip oluyor. Gazali de Nizamiye Medreselerinin başmüderrisliği görevini bırakıp tek başınalığı tercih ediyor. Muazzam eserleri öyle yazıyor. Seyri sülûklar, insanın kemâl yolculuğu, nefis muhasebesi, çilesi... Hacı Bayram Veli, çileye girerek -aslında bu bir yalnızlık değildir- tek başına kalıyor ama orada kendini daha iyi tanıyor; iç dünyasına dönerek, muhasebe ve müzakere ederek, kendini sorgulayarak, öz eleştiri yaparak kâmil insan, aşkın insan hâline geliyor. Mirac’ta olduğu gibi Yüce Aşkın Varlıkla hatta melekût âlemiyle de ilişki kurabiliyor. Bu, daha çok kalbin Allah’ı zikretmesi, anlamasıyla gerçekleşen bir durum. 
 
Günümüz psikologları, yalnızlığı yeni bir “yoksulluk” olarak tanımlıyorlar. Maddi olanakları yerinde insanların hatta bazen çevresinde kalabalıklar bulunan insanların gerçekte derin bir yalnızlık duygusu içinde olduğu ortaya çıkıyor. Modern insanın bu derin yalnızlığı hangi sapmalardan besleniyor ve hangi yollarla iyileştirilebilir?
 
Bugün birçok ülkede yalnızlık bakanlıkları kurulmaktadır. Çünkü insanlar, egoizme ve narsisizme dönüşen yalnızlığın girdabına düşmüştür. Bu derin yalnızlığın ana nedeni, mantıkçı pozitivizmle zirveye ulaşan modern insan yetiştirme usulüdür. Bu usulde insanın sadece dış dünyası eğitilmekte akademik başarılar, bilişsel süreçler, bireysellik teşvik edilmekte ve bu, gerçek özgürlük olarak ifade edilmektedir. Yanlış insan tasavvurundan kaynaklı bir sorun vardır. Cengiz Aytmatov da “En zor şey her gün insan kalabilmektir.” özdeyişiyle bunu vurgulamaktadır. Gerçek anlamıyla insan olmanın önünde engeller vardır: Mülkiyet sahibi olmak, çok kazanmak... Bunlara hitap eden ve insanın bu yönünü geliştiren modern eğitim sistemi, insanı böylesi bir yalnızlığa ve sapmaya götürmektedir. Bundan kurtulmanın yolu, insanı gerçek mutluluğa ve huzura eriştirecek insan tasavvurunu idrak etmektir. İnsanın yeryüzüne sorumlulukla geldiğini, vazifesi olduğunu, evrendeki sorumlulukların kendisine verildiği en üstün, en şerefli, en mükemmel, en mükerrem varlık olduğunu bilmesi gerekir. Bir gün hesaba çekileceğini bilerek hareket etmesi gerektiği modern insana anlatılmalıdır. Modern insan, ibadetleriyle sadece bir yükümlülüğü bertaraf ettiğini düşünüyor. Oysa her ibadet, aşkın olanla bir buluşmadır. Onu etkinleştiren bir fırsattır. İslam düşüncesinde insan hiçbir zaman yalnız değildir. Sağında ve solunda eylemlerini kaleme alan melekler vardır. Her an kendisini gören gözeten bir Yüce Varlığın olduğu bilinciyle de hareket ettiğinde asla hiç yalnız olmadığını bilecektir. O’na sığındığında O’nun her zaman yardım edeceğini bilecektir. Fatiha’da dile getirildiği gibi “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz.” bilinciyle yalnızlıktan ve yoksunluktan kurtulacaktır.  
 
Diyanet Dergisi, Haziran 2023
 
Öz Geçmiş Prof. Dr. Musa Kazım Arıcan, 1994 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitirdi. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalında, 1996 yılında yüksek lisansını, 2003 yılında da doktorasını tamamladı. 1994-95 yılında MEB’de öğretmenlik yaptı. 1995 yılında araştırma görevlisi olarak girdiği Din Felsefesi Anabilim dalında, 2003-2010 yılları arasında yardımcı doçent olarak çalışmalarını sürdürdü. Nisan 2010’da doçent, Mayıs 2015’te profesör oldu. Ocak 2012 tarihinde Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü Türk İslam Düşüncesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi olarak atandı. 2015 yılından itibaren aynı Üniversitede Rektör Yardımcılığı görevinde bulundu. 02 Mart 2020 tarihinden itibaren Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Rektörü olarak görev yapmaktadır. Ayrıca Türkiye Yazarlar Birliği’nde (TYB) 2014-2016 tarihleri arasında yönetim kurulu üyesi olan Prof. Dr. Arıcan, 21 Mart 2016’dan itibaren TYB Genel Başkanı olarak görevini sürdürmektedir. Arıcan’ın yayımlanmış bazı kitapları şunlardır: Kültürel Dini Farklılık ve Ebu Hanife, Spinoza Felsefesi Üzerine Yazılar, Ahi Evran Türk İslam Düşüncesi Tarihi, Dinî Tekelcilik Din Felsefesi Açısından Bir Çözümleme.
diyanet-aylik-390-sayi-haziran-2023-4081.jpgdiyanet-aylik-haziran-soylesi_page-0001.jpgdiyanet-aylik-haziran-soylesi_page-0002.jpgdiyanet-aylik-haziran-soylesi_page-0003.jpgdiyanet-aylik-haziran-soylesi_page-0004.jpg
Bu yazı toplam 220 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim